Şampiy10
Magazin
Gündem

Baykal davet mi bekleyecek?

Kemal Kılıçdaroğlu ve Deniz Baykal ile önce İstanbul’da, ardından da Ankara’da bir aradaydık önceki gün.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) halef - selef genel başkanları, İstanbul’da Süleyman Seba’nın cenazesinde birlikte saf tuttular cuma öğleden sonra.

Akşam da, Ankara’da birlikte nikah şahitliği yapıp, bütün geceyi aynı masada, yan yana geçirdiler.

‘Düğün ve cenaze’ yani...

***

Ankara’daki düğünde damat, RTÜK Üyesi Ali Öztunç’tu. Meslektaşımız ve arkadaşımız Öztunç, Kurul’un CHP’li üyelerinden biri. Mutluluğunu paylaşmak için bir araya gelen davetlilerin çok büyük kısmı da CHP’lilerdi önceki akşam.

Nikah öncesi kokteylde de, düğün yemeğinde de sohbetler hep, CHP’nin olağan üstü kurultayından çıkacak sonucun ‘düğün’ mü yoksa ‘cenaze’ mi olacağına ilişkindi.

***

Kılıçdaroğlu ile Baykal’ı yan yana görenler, ikili ile birlikte anı fotoğrafı çektirdiler art arda.

Baykal, halefine “Böyle ortamlarda, yemek yerken fotoğraf çekilmese keşke” dedi. “Ağzımız doluyken kötü oluyor görüntü...”

Araya girdim:

“İkinizi zaten çok sık yan yana görmüyor insanlar. Hele de parti içi gündem düşünüldüğünde böyle bir görüntü doğal olarak ilgi çekiyor” dedim.

Ardından da, “Ne olacak şimdi” diye devam ettim. “Hazır böyle bir arada yakalamışken, kısa da olsa yorumlarınızı alsam...”

Baykal, tabağındaki etten bir parça kesip ağzına attıktan sonra, ağzını eliyle kapatarak bana doğru döndü ve gülerek şöyle dedi:

“Ağzım doluyken konuşmama adetimi sürdürüyorum.”

Kılıçdaroğlu da güldü.

“Deniz Bey lokmasını yutarken, sizin değerlendirmenizi alayım o zaman” dedim Kılıçdaroğlu’ya.

CHP Genel Başkanı da çatalını hemen tabağına yöneltti, bir lokma da o attı ağzına hızlıca. Ardından da, “Ben de aynen öyle... Benim de ağzım dolu” dedi gülerek.

Gülüşmeler arasında ayrıldım yanlarından. “Anlaşıldı” dedim.

***

İki taraf da susmayı tercih ediyor.

İki taraf...

CHP’de iktidar Kılıçdaroğlu.

Baykal’ı ‘parti içi muhalefetin en önemli ismi’ olarak nitelemek size göre ne kadar yerinde bir adlandırmadır bilmiyorum ama bence uygun.

Olağanüstü kurultayda çok adaylı bir yarış bekliyor CHP’yi.

Kılıçdaroğlu aday.

Muharrem İnce, Emine Ülker Tarhan ve bir ihtimal Metin Feyzioğlu.

Bugünden görünen 4 aday.

Kılıçdaroğlu ile genel başkanlık yarışına soyunan adayların hepsi, Baykal’ın desteğini arıyor, arayacak. İnce, bu konuda ilk günden ön aldı.

Deniz Baykal ise tartışmaların uzağında, hatta üzerinde olduğu mesajını veriyor tavırlarıyla. Muhtemel adayların hepsine eşit mesafede durduğunu vurguluyor özenle.

***

Kendini, bilinçli bir tercihle böyle konumlandıran Baykal’ın en yakınındaki isimlerden birinin şu sözleri ise CHP’deki liderlik mücadelesinin yakın gelecekte boyut değiştirip, bambaşka bir noktaya taşınabileceğinin işareti gibi geldi bana:

“Üç - dört, hatta beş adaylı bir yarış parti birlik ve bütünlüğü açısından sıkıntılı bir durum yaratır. Parti içinde parçalı, bölünmüş bir yapı genel seçimlere giderken kimsenin işine gelmez. Dolayısıyla, çok adaylı bir yarışın fayda değil zarar getireceğinden hareketle, kurultaydan hemen önce belki de hep birlikte Deniz Bey’in altında birleşmek gibi bir formül ortaya çıkabilir. Deniz Bey’in de böyle bir çağrıya, böyle bir davete kayıtsız kalacağını sanmam.”

İlginç değil mi?

Söz konusu CHP olunca, insan “Neden olmasın, olur mu olur” diyor ister istemez.

Baykal’ın ağzı şimdilik dolu. Ağzı doluyken konuşmuyor.

Büyük konuşmak için büyük lokmayı yemesi gerekiyor belki de...

Yazının devamı...

Beşiktaşlılık duruşu göğe yükseldi

1995...

Onun imzasını taşıyan BJK kongre üyelik kartımı elime aldığımda gözlerim dolmuştu.

Onu ve daha bir çok efsaneyi, 1949’dan itibaren İnönü’nün tribünlerinde seyretmiş, evladını, masallar yerine Karakartallar’ı anlatarak büyütmüş bir babanın oğluyum ben.

Hep benzetirdim onları. Babamı ona, onu babama... Yıllar sonra bir gün ikisiyle aynı masadayken baktım, benziyorlardı gerçekten.

Hatta bir akşam rakı sofrasında ona da söyledim bunu. Gülümsedi güzelce...

“İkinci babam gibi görüyorum sizi ben” dedim.

Güldü...

“Aman; aman!” dedi.

“Ağabey demeye devam et sen. Ne ‘baba’ diyenler gördüm ben. ‘Baba’ deyip neler yaptılar!”

Güldük...

“Ağabey” diye hitap etmemi de kendisi istemişti.

“Başkanım” derdim ben.

“Boş ver başkanımı, maşkanımı... Ağabey de, o yeter bana.”

Tamam ağabey.

**

1999...

İstanbul’dan Ankara’ya geliyoruz. Tabii ki karayolundan...

Binmezdi çünkü uçağa.

O dönem BJK Yönetim Kurulu’nda birlikte görev yaptığımız Latif Ayaz ve rahmetli Recai Uğurluoğlu arka koltukta. Direksiyonda ben, yanımda Başkanımız...

Hep ön koltukta otururdu. Sadece önderliğinin değil, aynı zamanda mütevazılığının göstergesiydi bu tercihi.

Bolu Tüneli yok o dönem. Kaynaşlı’da otobandan çıkarken trafik kontrolünde durduk. Polis memuru evrakları istemek için bana doğru gelirken, Başkan’ı fark etti ve hemen aracın diğer tarafına yöneldi.

O sırada Süleyman Ağabey kemerini çözmüş, kapıyı açmıştı.

İndi...

Trafik polisi, “Başkanım nasılsınız” diyerek yaklaşırken, o ceketinin düğmesini ilikledi!

O gün Kaynaşlı’da ayaktaki, sadece Süleyman Seba değildi.

O dimdik duruş, ‘Beşiktaşlılık duruşu’ydu işte.

Sadece sporda değil, hayatta da.

**

2007...

Henüz 28 yaşında tattığım ilk deneyimden 9 sene sonra, bu kez Yıldırım Demirören’in daveti ile ikinci kez yöneticilik onurunu yaşadım kulübümde.

Yeni yönetim kurulunun ilk toplantısı.

Başkan Demirören yeni dönemin ilk konuşmasını yapıyor.

Başkanın şu sözleriyle irkildim:

“Aramızda daha önce bu görevlerde bulunmuş ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz var. Ama en eskimiz Murat Bey aslında. 1998’de Süleyman Ağabey’in yönetimindeydi. En kıdemlimiz o.”

Yaş olarak benden çok büyük Beşiktaşlıların arasında, kulübümün başkanı tarafından bu şekilde hatırlanmak ve tanıtılmak harika bir duyguydu.

O salonda, Demirören’in sergilediği bu tavır da, Beşiktaş Başkanı’nda vücut bulan ‘Beşiktaşlılık duruşu’ydu işte!

Nesilden nesile, babadan oğula devredilen...

2009...

Süleyman Ağabey, yanlış hatırlamıyorsam gözünden küçük bir operasyon geçirmek için Ankara’da, GATA Hastanesi’nde yatıyordu.

Başkan Yıldırım Demirören ile birlikte ziyaretine gittik.

Bizler gerçeği biliyorduk ama o dönemlerde, Seba’nın Demirören’e karşı tavırlı olduğu dedikodusu vardı camiada.

Odadaki sohbet de söylentilerin ne derece gerçek dışı olduğunun kanıtıydı.

Maiyetlerinde görev yaptığım iki başkanımın kahkahalarla dolu sohbeti sırasında birkaç kare fotoğraf çektim.

Çıkışta Demirören’den gelen uyarı, “İçeride çektiğin fotoğrafları herhangi bir yerde yayınlama lütfen” şeklinde oldu.

Oysa tam aksine, o fotoğraflar ile camiaya mesaj vermek isteyebilirdi bir başkası.

5 yıl önceki işte o fotoğrafı bugün yayınlıyorum.

Yıldırım Demirören’in kızmayacağını umuyorum. İzin almadım kendisinden çünkü.

Süleyman Ağabey’in anısına...

‘Beşiktaşlı duruşu, Beşiktaşlılık duruşu’ ile...

Nur içinde yat Ağabey.

Hakkını helâl et.

Yazının devamı...

Gül gelecek ama nasıl ve ne zaman?

“Abdullah Bey ‘Ben geliyorum’ desin, Tayyip Bey de buna ‘Tamam’ desin, gerisi kolay. Formül bulunur. Mesela bir ‘Bayburt formülü’ neden olmasın?”

Önceki akşam, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucunun belli olmasının hemen ardından, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’nde duydum bu cümleyi önemli bir ismin ağzından. Bahsedilen ‘Bayburt formülü’; Meclis’te tek milletvekili ile temsil edilen bu ilin vekilinin istifa etmesi ve Anayasa’nın 78’inci maddesinin ek hükmüne göre yapılacak ara seçim ile Abdullah Gül’ün milletvekili seçilmesi.

***

Ancak dün itibariyle iktidar partisinin iç gündemi başka bir noktaya taşındı.

Abdullah Gül mesajını, üstelik de en açık şekilde; parti genel merkezinde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında MKYK toplantısı sürerken verdi.

Cumhurbaşkanı, “Görevim fiilen bitti” dedi ve ekledi, “Partime geliyorum.”

Seçilmiş Cumhurbaşkanı, parti sözcüsü vasıtasıyla yanıt verdi: “Buyurun gelin, başımızın üstünde yeriniz var... Ama hemen şimdi değil.”

***

İktidar partisinin yeni genel başkanı ve dolayısıyla ülkenin başbakanı, 27 Ağustos günü belirlenecek. Hatta, birkaç gün öncesinden belli olacak çünkü tek adaylı bir randevu olağanüstü kongre.

Erdoğan’ın belirleyeceği halefinin 3 dönem sınırlamasına takılan bir isim olup olmayacağı bu noktada ayrı bir önem kazanıyor çünkü 3 döneme takılan biri olursa, bu tercih, “2015 genel seçimleri sonrası Gül’e zemin hazırlandı” şeklinde yorumlanabilecek.

3 dönem sorunu olmayan bir ismin seçilmesi ise aksine yorumları beraberinde getirecek.

Diğer taraftan, her şekilde, yeni genel başkan ve başbakanın üzerinde, görev yaptığı süre boyunca, hep bir ‘Gül’ (baskısı demeyelim ama) etkisi olacak. Abdullah Gül bu yönde hiçbir tavır sergilemeyecek olsa da...

Nitekim Çankaya Köşkü’nden dün gelen açıklama da bu durumun ilk işareti olarak görüldü. Ak Parti’deki ilk algı, “Abdullah Bey, seçilecek olan arkadaşımıza, 2015’te geleceği mesajını verdi” şeklinde oluştu.

***

Bu noktada, 2 hafta kadar önce bu köşede yer alan bilgiyi hatırlamakta fayda var.

(http://www.gazetevatan.com/murat-celik-662490-yazar-yazisi-gul-un-yolu-dikensiz-degil/ )

O yazıda, Erdoğan’ın kurmaylarından birinin şu sözlerini aktarmıştım:

“(...) seçilecek olan yeni genel başkan ve başbakanın performansı da çok önemli olacak gelecek açısından. Belki de bu göreve seçilecek olan arkadaşımız bu işi öyle iyi yürütecek, öyle başarılı götürecek ki, genel seçimlerde kimse yeni bir arayışa yönelmeyecek. Bunları bugünden hiçbirimizin bilmesi, öngörmesi mümkün değil. Dolayısıyla bir kurgulama içine girmek doğru değil. O yüzden, Anadolu’daki tabir ile, kervan yolda düzülecek.”

10 Ağustos 2014 saat 22.20. Yer Ak Parti Genel Merkezi.

Tayyip Erdoğan neşeli, rahatlamış ve gururlu bir ifadeyle geldi yanımıza. Başbakan olarak son, seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak ilk karşılaşmamızda “Hayırlı olsun” dedim. Cevabı, “Hepimize, Türkiye’ye hayırlı olsun. Allah utandırmasın” oldu.

En önemli gecede torunu da oradaydı

Önceki gece AK Parti Genel Merkezi’nde Erdoğan ailesinin en küçük üyesi Ali Tahir de vardı. 9 aylık Ali Tahir, babası Bilal Erdoğan’ın kucağındaydı. Erdoğan’ın “Toplumsal uzlaşma dönemini başlatalım” çağrısını dinleyenlerden biri de Ali Tahir’di.

Erdoğan’ın hedefi

Recep Tayyip Erdoğan, seçilmiş Cumhurbaşkanı sıfatı ile yaptığı balkon konuşmasında iki noktaya özel vurgu yaptı.

1.) ‘Yeni bir toplumsal uzlaşı’ çağrısını, ‘gönülden isteği’ olarak seslendirdi.

2.) Yeni Anayasa isteğini yineledi.

Erdoğan, partisini ve başbakanlığı emanet edeceği halefini de işte bu iki temel nokta doğrultusunda belirleyecek.

Yani parti içinde göreceği kabulden de öte, bahsettiği o ‘yeni toplumsal uzlaşı’yı hayata geçirebilecek bir isim...

Yani, muhalefet ile (en azından bir kısmı ile) diyalog kurabilecek ve böylece Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek ya da en azından 330’u bulup Anayasa değişikliğini referanduma götürebilecek bir isim.

***

Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bağımsızlıklarını ve birbirlerini denetlemelerini garanti altına alan bir başkanlık sistemini de içeren sivil Anayasa’yı 2015 haziranından önce hayata geçirmek Erdoğan’ın öncelikli hedefi olarak görünüyor.

En kötü ihtimalle, iki sandıklı bir 2015 seçimi... Yani hem Anayasa değişikliği konusunda referandum hem genel seçim.

Tekrar edelim...

Adalet ve Kalkınma Partisi’nde 27 Ağustos 2014 tarihinde seçilecek yeni genel başkan ve dolayısıyla yeni başbakanın öncelikli misyonunun, toplumsal uzlaşıyı tesis etmenin en önemli unsuru olan yeni Anayasa’yı hayata geçirmek olacağını söyleyebiliriz. Tabii yeni Cumhurbaşkanı ile birlikte.

Yazının devamı...

Ali Tahir de oradaydı

“Türkiye için, hepimiz için hayırlı olsun.”

Dün saat 22.20.

Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’nin protokol kapısında, ‘Başbakan Erdoğan’ ile son; ‘seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ ile ilk tokalaşmamızdaki cümle bu oldu.

Yeni Cumhurbaşkanı, yorgun ama rahatlamış görünüyordu. Yüzü gülüyordu.

Kendisine eşlik edenler arasında

Erdoğan ailesinin en küçük üyesi Ali Tahir de vardı.

Tayyip Erdoğan’ın 4’üncü torunu

9 aylık Ali Tahir, babası Bilal Erdoğan’ın kucağındaydı.

Erdoğan, balkon konuşmasında yaptığı “Yeni bir toplumsal uzlaşma dönemini birlikte başlatalım” çağrısını dinleyenler arasında o minik bebek de vardı.

Duyduklarını anlayacak yaşta olmasa da, dedesinin balkondan yaptığı bu çağrı, onun da geleceğini doğrudan ilgilendiriyordu.

Sandıktan çıkan sorular

Sandıktan sadece ülkenin yeni Cumhurbaşkanı’nın ismi çıkmadı dün.

Aynı zamanda çok sayıda soru çıktı seçim sandığından.

İşte, 10 Ağustos 2014 saat 20.00 itibariyle Türkiye’de siyasetin gündemini belirleyecek olan soruların bir kısmı:

1.) Bu seçim sonuçlarının ardından Türkiye’de 2014 yılı sona ermeden bir erken genel seçim olur mu? Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı oy, böyle bir adımı beraberinde getirecek seviyede midir?

2.) Eğer böyle, baskın bir genel seçim olursa, Adalet ve Kalkınma Partisi, Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa ulaşabilir mi ve Türkiye parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçer mi?

3.) Erdoğan’ın Çankaya performansı, Başbakanlık kariyerinden farklı olur mu? Olursa hangi konularda ve ne ölçüde?

4.) Bizzat Tayyip Erdoğan tarafından belirlenecek olan halefi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin genel başkanlık ve başbakanlık koltuğunda ne denli güçlü olur?

5.) Yeni genel başkan ve başbakanın kim olacağına göre, iktidar partisi içinde Erdoğan döneminden farklı bir yapı, farklı bir ortam oluşur mu?

6.) Sandıktan çıkan rakamlar üzerine, Abdullah Gül, görevini Recep Tayyip Erdoğan’a devredeceği 28 Ağustos 2014 itibariyle ne yapar?

7.) Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aldığı oy oranı, CHP ve MHP’nin içine nasıl yansır?

8.) İhsanoğlu tercihi, ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’nde Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığını tartışmaya açar mı?

9.) CHP’nin aksine, Milliyetçi Hareket Partisi’nde Devlet Bahçeli’nin koltuğu ile ilgili bir sorun yaşamayacağı öngörüsü ne derece haklıdır?

10.) Dünkü seçimde karşımıza çıkan % 74,1’lik katılım oranı daha yüksek, % 1,8’lik geçersiz oy oranı da daha düşük olsaydı, seçim yine ilk turda biter miydi?

11.) Selahattin Demirtaş’ın ulaştığı oy oranı, Kürt siyasi hareketi açısından gerçekten bir başarı mıdır?

12.) Türkiye’de her 10 kişiden birinin, cezaevindeki bir terör örgütü liderinin vekaleti ile oy isteyen bir siyasetçiye “Evet” demiş olması, hem sosyo-psikolojik boyutuyla hem de ‘çözüm süreci’ bağlamında nasıl okunmalıdır?

13.) Demirtaş’ın tercih ettiği söylem ve bireysel performansı ile ulaştığı oy oranı, HDP’nin bundan sonrası için politikalarını gözden geçirmesi gibi bir sonuç doğurur mu?

14.) 30 Mart yerel seçim sonuçlarının ardından gelen Cumhurbaşkanlığı seçiminin neticesi, Gülen Cemaati açısından ne ifade eder ve nasıl sonuçlar doğurur?

15.) Cumhurbaşkanlığı seçimini, adayların da belirleyici olduğu 30 Mart yerel seçimi ile mi kıyaslamak doğrudur, yoksa bir önceki (2011) genel seçimle mi?

16.) Türkiye yakın gelecekte, bütün

bu sorularla örülecek iç siyasi gündem ile

meşgulken;

a.) Çevresini sarmış ateş çemberinden kendisini korumakta ne derece başarılı

olacak?

b.) Ekonomide işler ne ölçüde rayında gidecek?

Yazının devamı...

‘Engelleri aşar menzile ulaşırız’

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Konya’nın Meram ilçesindeki evinde bir grup gazeteciyi kahvaltı masasında ağırladı. Eşi, iki çocuğu ve torunlarının da olduğu masaya bir süre sonra AK Parti Ankara Milletvekili ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan da katıldı. Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıkması durumunda ‘başbakan’ adaylarından biri olarak adı anılan Davutoğlu, IŞİD’in elindeki rehinelerden, 10 Ağustos sonrasına kadar gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu:

‘Bu ihanet olurdu’

30 Mart’tan sonra hemen bir Cumhurbaşkanlığı tartışması başlatıldı. Cumhurbaşkanı Başbakan mı olacak, Cumhurbaşkanı mı kalacak? 30 Mart’ın hezimeti unutturuldu. Ne oldu? Ak Parti içinde hiçbir dalgalanmaya sebebiyet vermeden Başbakanımız cumhurbaşkanı adayı oldu. Bu sefer ‘Ak Parti Erdoğan’dan sonra nasıl bir şekil alacak?’ tartışması başladı. Bu fraksiyonlaşma doğdu mu? Doğmadı. Zihnimde, ‘Adım çok ortalıkta dolaşıyor’ diye bir an odağımı kaybetsem, Gazze’yle Irak’la Türkmenler’le uğraşmak yerine Ankara’da oturup kulis yapmaya başlasaydım, vazifeme ve partime ihanet etmiş olurdum. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlanıncaya kadar böyle bir şeyin şehvetine kapılmamak lazım. ‘Sonrasında ne olacak?’ sorusu zihinleri dağıtır.

‘Menzile ulaşırız’

10 Ağustos’tan sonra yeni engel, Ak Parti içinde ve hükümetle ilgili görev dağılımıdır. O da, o engeli aşmaya öncülük yapan kimse onun düşüneceği bir şeydir. Başbakanımızın yeni Cumhurbaşkanı olarak kapsamıyla ele alacağı bir konudur. Gezi’den bu yana, ‘Acaba Erdoğan’ı şöyle bir kenara koyabilir miyiz?..’ Hedef bu. O, kenara çekildiğinde, öbür tarafta kavga veya ganimet kavgası olur mu?.. Olmaz. Ne vefa duygusuna sahip Ak Parti kadroları Sayın Erdoğan’ın kenara itilmesine izin verir, ne de 2023 ideali gibi bir dava varken tutup da gereksiz bir tartışmanın içine girerler. Engelleri biz birer birer aşarız, sonunda menzile ulaşırız.”

Partiyi teamüller korur

Ak Parti muhalefet tecrübesi yaşamadan iktidara gelmiş olmasına rağmen o kadar ciddi sınavlardan geçti ki, oluşan o teammüller Ak Parti’yi korur. Başbakanımızın derin siyasi tecrübesi var. 2007 öncesini düşünün, nisan ile temmuz arası şimdikinden daha zor bir dönemdi. Genel seçime gidiliyor, etrafta e-muhtıralar, darbe senaryalorı dolaşıyor. Ak Parti’de beklentileri fazla, korkuları derin olanların koptuğu bir süreç yaşandı. Oradan sarsıntı yaşamadan geçmiş ve iki seçim daha kazanmış bir parti bunu daha rahat atlatır. Hiçbir sıkıntı olacağını düşünmüyorum.

‘O acaba bizi yıkardı’

Bir sporcu engelli bir yarışta koşuyor, tam yaklaşırken, ‘Acaba sonra ne olur’ dediği anda takılır düşer. 30 Mart seçimlerinden önce parti içinde birileri ‘Acaba yüzde 40’ın altına düşer miyiz’ diye düşünseydi, bizim için dışarıda kumpas kuranlardan daha tehlikeli olurdu. Kilitlenmek lazım. Başbakan’ın liderliği de orada. 30 Mart bir engeldi ve aşıldı. O engelden 3 gün önce bizim bakanlıktaki dinleme olayı oldu. Zihnimizde, ‘Yahu sonrası ne olacak?’, ‘Bu kadar da sızmış, acaba ne olacak’ diye bir soru olsa, o sızma değil, o ‘acaba’ bizi yıkardı.

Güç birliği ve sinerji

(Cumhurbaşkanı - Başbakan ilişkilerinde çatışma çıkar mı? sorusuna karşılık) Esas teminat kişiler arası iletişim, güven, sadakat, ortak vizyon, ortak bir siyasi mücadele, ortak bir kavgaya girme duygusudur. Bu olmazsa, anayasal, yasal ne önlem alırsanız alın, kristal çatlar. İkincisi yapısal tarafı... Bunun da başında anayasa reformu geliyor. Cumhurbaşkanı ile aynı siyasi tercihlerle oy almış bir başbakanın varlığı, çatışmayı önler, bilakis bir güç birliği ve sinerji sağlar. Genel başkan ile Başbakan ayrı isimler olmamalı. Aksi takdirde güç parçalanması olur, bunu da sistem kaldırmaz.”

‘Savaşın dışında kalıyoruz’

10 Ekim 2013’te biz IŞİD’i terör örgütü ilan edip, Resmi Gazete’de yayınlamışız. IŞİD’le ilgili tutumumuz belli. Böylesine kritik bir dönemde benimle ilgili gensoru veriyorlar. Türkiye’yi savaşa sokmakla suçlanıyorum.

Hem etkin şekilde soydaşlarımızı koruma politikası izliyoruz hem de savaşın dışında kalıyoruz. Bu, önemli bir başarı. Bir yandan ‘Neden Türkmenler’e yeterli koruma sağlamıyorsunuz?’ diye soruyorlar. Bir yandan da ‘Neden bölgeyle ilgileniyorsunuz?‘ diyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, ‘Müdahil olurum ama sadece Türkmenler için’ diyebilir mi? Ezidiler, Hristiyanlar, Araplar insan değil mi? Ama bir yer var ki, o hakkı kuyumcu titizliğiyle kullanırsın. İnsan canı, Türkiye’nin stratejik çıkarları... Bu gensoru alıkonulan vatandaşlarımızın güvenliğine halel getiriyor. Bizi kıskaca almak istiyorlar. Kurtarsak şov yapmış olacağız, Allah muhafaza vatandaşlarımızın başına bir şey gelse, onları kaybetsek üzerimize yüklenecekler. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bizi zora sokmak için kullanacaklar. Tahliyeyi geciktirdiğimiz iddiası da yalan, kadın ve çocukları getirme teklifini reddettiğimiz de yalan. Vatandaşlarımız açısından bir tehlike yok.

Yazının devamı...

Dünyanın Gazze gündemi!

Avrupa Birliği Gazze konusunda devrede.

Peki Gazze ile ilgili hangi konuda devrede AB?

Yardımların sağlıklı dağıtımı ve daha da önemlisi, İsrail’in bombalarla yerle bir ettiği Gazze’nin yeniden imarı.

Bir de, ateşkesin sürekli hâle gelmesinin ardından Gazze ekonomisinin normalleşmesi ve sağlıklı işler hale gelmesi.

***

Bu ilk değil.

AB, 2009 ve 2012’de de aynı dönemde devreye girmişti. Yani İsrail bombardımanlarının ardından. Yine yardım dağıtımlarının koordinasyonu ve yine bölgenin yeniden imarı konularında.

Avrupa’nın Gazze’ye elini uzatması iyi elbette.

İyi de; yıkılan Gazze’yi yeniden imar etme aşamasında başrole soyunan AB, o Gazze’nin hiç yıkılmamasını sağlamak için ne yaptı?

Sorulması gereken asıl soru bu değil mi?

Sadece AB de değil. ABD ne yaptı, Birleşmiş Milletler ne yaptı? Arap dünyası ne yaptı? Dünyanın diğer devleri; mesela Rusya, mesela Çin ne yaptı?

***

Dünya, İsrail’i kınamaktan, bildik açıklamalarla üzüntü beyan etmekten başka ne yaptı?

Bugüne kadar benzer dönemlerde hep olduğu gibi yani.

Şimdi ‘yeniden imar’ mesaisinde AB.

Ve İsrail yönetimi şu anda bile, “Gazze’nin yeniden imarı, bölgenin silahsızlandırılmasına bağlı olmalı” diyor.

Yani İsrail, enkazların kaldırılmasını, binaların yeniden inşa edilmesini ‘silahsız Gazze’ şartına bağlıyor.

***

Bu kadar mı?

Dış dünyanın gündeminde, Gazze ekonomisinin canlandırılması da var.

İsrail’in yıllardır uyguladığı ambargo yerinde duruyor.

Bu gerçek ortadayken, düne göre ne değişecek de Gazze ekonomisi sağlıklı işler hâle getirilecek? Mümkün mü bu, mevcut koşullarda?

***

İsrail - Filistin meselesinde ve Gazze’de yaşananlarla ilgili bu köşede 2 hafta kadar önce (22 Temmuz 2014) yer alan yazıyı hatırlıyor musunuz?

Başlığı, “Böyle gelmiş, böyle gidecek korkarım” dı.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-660779-yazar-yazisi-boyle-gelmis-boyle-gidecek-korkarim-/ )

O yazının bir parçasını tekrar edeyim:

“(...) Tahminim ve aynı zamanda endişem o ki, şu son günlerde akan kan daha da artacak. Hemen ardından, yine bir ateşkes ilan edilecek. Kerhen... ABD’nin başını çektiği uluslararası girişimler sonucu barış görüşmeleri için zemin yoklanacak, belki de yeni bir sürece girildiği açıklanacak.

Sonra...

Sonrası, daha önce defalarca yaşananla aynı olacak maalesef.

Yine bir roket, yine bir intihar saldırısı...

Ardından yine bombardıman, yine İsrail ablukası, yine ölümler, yine acı...

Bunca yıldır sahnelenen senaryoda sadece birkaç aktör değişecek, oyun aynı kalacak (...)”

***

Maalesef aynen böyle oldu.

Ve korkarım, devamı da aynı şekilde gelecek.

Yazının devamı...

Selahattin Demirtaş

Milliyet’te dün, Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan’ın Selahattin Demirtaş ile yaptığı röportaj vardı.

Çevikcan soruyor:

“Kampanyanızda rol yaptığınızı düşünenler olamaz mı? Bunlar aslında Öcalan için uğraşıyor, ülkeyi bölmek istiyor diye düşünenler yok mudur?”

Demirtaş cevap veriyor: “Böyle yazıp çizenler var tabii ama rol yapmıyorum.”

***

Yaklaşık 3 yıl evvel...

Tarih 3 Ekim 2011.

Dönemin BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile konuşup, bu köşeden aktarmıştım sözlerini.

Hiç yorum yapmadan...

O yazıyı ( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-403299-yazar-yazisi-demirtas-bdp-nin-durdugu-noktayi-anlatti/ ) yani 3 sene önceki sözlerini hatırlamak gerekiyor çünkü Demirtaş bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’na aday.

***

Kimse yanlış algılamasın. Kesinlikle, Demirtaş bugün geçmişten farklı konuşuyor demiyorum. Sadece, yakın geçmişte bunları da söylemişti diyorum. Üstelik de, açıkça, dürüstçe.

İşte Demirtaş’ın Ekim 2011’deki sözleri... Yine yorumsuz, yine tümünü ve yine herhangi bir kısmına vurgu yapmadan aktarıyorum:

- Evet PKK’nın tabanı ile bizim tabanımız örtüşüyor. Bizim tabanımız PKK’yı büyük ölçüde destekliyor. BDP, PKK’nın ne uzantısıdır, ne siyasi kanadı. PKK ile bir organik bağımız yok ama bize oy verenlerin PKK’ya bir sempatizanlığı, bir duygusal bağı, bir manevi bağı vardır.

- Bize “PKK ile aranıza mesafe koyun, kendinizi PKK’dan ayrıştırın” diyorlar. Yani aslında bize, “Türkiye’yi aldatın, kandırın” diyorlar. Bunun tek yolu vardır. “PKK’ya sempati duyanlar bize oy vermesin” deriz, oyumuzun yüzde 90’ını kaybederiz, herkes rahat eder! Bu mudur yani?

- Yeni bir tartışma başlatmak için söylemiyorum, aynı şey olmadığını da biliyorum ama konunun doğru algılanması için bir örnek vereceğim. Şimdi ben de çıkıp, “AKP, cemaatlerle arasına mesafe koysun, kendisini cemaatlerden ayrıştırsın bakalım” desem... Bu mümkün mü? Tekrar ediyorum, birbirine benziyor demiyorum ama anlaşılması için bu örneği veriyorum.

- Türkiye kamuoyu PKK’yı bir özgürlük hareketi olarak görmüyor ama Türkiye’nin doğusunda başka bir realite var ve bunun üstü örtülüyor. Bizden de bu realitenin üstünü örtmemiz isteniyor. Türkiye kamuoyu bu realiteyi içine sindirmek zorundadır demiyorum ama bunu kabul etmek zorundadır.

- Bizden beklenen kendimizi, tabanımızı inkar etmekse, böyle bir şey kimse görmeyecek.

- Ölümler, şiddet, kan hepimizi rahatsız ediyor ancak bu şiddetin ortadan kaldırılması için uygulanacak yöntemlerde ayrışıyoruz.

- Çözüm için gereken müzakerelerin sürmesidir. Hem PKK ile, hem İmralı ile, hem BDP ile.

- Bizi yoldan sapmış, kötü düşüncelere sahip insanlar gibi görmek ve birilerinin bize hoşgörülü davranması gerekiyormuş, elimizden tutup kaldırması gerekiyormuş gibi bir yaklaşımı reddediyoruz. Bu yaklaşımdan çok rahatsız olduk ve bunu istemiyoruz.

- Bizim tezkerelere karşı çıkışımız bugüne kadar sanki ‘PKK’yı korumak adına’ gibi algılandı. Hayır. Biz gerçekten de ‘savaşa hayır’ dediğimiz için tezkere oylamalarında ‘ret oyu’ veriyoruz. Bugüne kadar gördük, kara harekatları yapıldı. Biz engel mi olduk? Buyursunlar yine yapsınlar. Ama bunun zararı var, faydası yok. Türkiye kamuoyunun gazını almak için yapıyorlar bunu. Aldatmayın kendi kamuoyunuzu.

- Tarafların pozisyonları değişmedikçe, bir uzlaşı, bir çözüm için doğrusu kısa vadede ben de umutlu değilim. Ama yine de, her şeye rağmen barış istemeye devam edeceğiz.

***

Dün öğleden sonra, ben bu yazıyı bitirmek üzereyken, ekranda Selahattin Demirtaş’ın Ağrı mitingi canlı yayınlanıyordu.

Ve şöyle diyordu Cumhurbaşkanı adayı:

- Kusura bakmasınlar, biz geçmişimizi, kendimizi inkâr ederek bugünlere gelmedik.

Yazının devamı...

Böyle ölüm mü olur!

Böyle bir ölüm ‘kader’ diyerek açıklanabilir mi? Ya da ‘ecel’ diye geçiştirilebilir mi?

Sabah Gazetesi Spor Servisi’nden foto muhabiri Erkan Koyuncu hayatını kaybetti dün.

Takip ettiği Galatasaray’ın Florya’daki tesislerinin kapısına sıkışarak!!!

Kim bilir kaç ton ağırlığındaki raylı demir kapı!

Olayla ilgili soruşturma yapılacak, bu ölümün sorumlu ya da sorumluları cezalandırılacaktır muhakkak. Yani umuyorum.

Ama bu vesile ile bir kez daha görülmesi gereken, ‘insanından korkmak’ gerçeğidir.

‘İnsanından korkmak’ bir sonuçtur. Ve bu sonuç, medeniyet seviyesi ile doğrudan ilintilidir.

Devlet dairelerinden özel şirketlere, spor kulüplerinden konut sitelerine kadar hemen her yerde; bariyerler, kapılar, duvarlar, dikenli teller, güvenlik görevlileri vb var içeri ile dışarıyı ayıran.

İçeridekiler açısından ‘güvenli yaşam’ demek bu tedbirler.

Örneğin spor kulüpleri...

Gelirini taraftarından elde eden, taraftarı olmadan adeta bir hiç olan, taraftarı ile var olan kulüplerin o kale kapısı gibi demir kapıların, o dikenli tellerin, o güvenlik bariyerlerinin ardında ne işi var? Ne işi olduğunu söyleyeyim.

Yenilgiler, başarısızlıklar sonrası ‘tesis basma’ geleneği olan bir ülke burası.

Onu bırakın; sevinçlerde, şampiyonluk kutlamalarında bile, coşku adı altında ‘sınır tanımayan’ların yaşadığı bir ülkedeyiz.

Demokratik tepki, kitlesel eylem kültürü tam manasıyla gelişmemiş bir toplumuz.

Dolayısıyla...

Aslında doğrudan ‘biz’iz bütün o engellerin aramıza konulmasının sebebi. Sporu spor olarak görmeyen, öyle yaşamayı başaramayan ‘biz’ler !

Üzülmeyi de, sevinmeyi de bilmeyen; sadece öfkesiyle değil, sevgisiyle de boğan ‘biz’ler !

Ve tabii, dışarıdakiler ile maalesef aynı eğitim ve medeniyet seviyesine sahip olan ‘yetkili’ler, ‘görevli’ler...

Sorumlusu olduğu ekipmanı, teknik donanımı; sahip olduğu yetkiyi kullanmayı beceremeyenler !

Erkan Koyuncu‘nun ölüm sebebi budur işte.

Ne kader, ne ecel.

‘Biz’e özgü acı gerçek !

Kenan Işık’tan iyi haberler var

Hürriyet’te Vahap Munyar yazdı dün.

( http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/206/Vahap-Munyar/41251/Tekerlekli-sandalyede-saatlerce-oturabiliyor )

Tedavisine Almanya’da devam edilen Kenan Işık‘tan iyi haberler var. Umarım bir an önce sağlığına kavuşur ve aramıza, ekrandaki yerine, sevenlerinin yanına döner.

İşini onun gibi istikrarlı, düzgün, özenli ve başarılı yapan insanların zaten az olduğu bu ülkede, Kenan Işık gibi örneklerin üstüne titrememiz gerekiyor.

Bu kadar basit mi?

Beşiktaş’ta İbrahim Toraman, Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu...

Yeteneklerini sınırlı bulabilirsiniz.

Oynadıkları futbolu beğenmeyebilirsiniz.

Takımlarına verdikleri katkının yetersiz olduğunu düşünebilirsiniz.

Ama ikisi de, bu ülkenin en köklü, en büyük kulüplerinden ikisinin kaptanları.

Beşiktaş gibi, Galatasaray gibi kulüplerde futbol takımının formasını yıllarca giyip, kaptanlık seviyesine ulaşmış oyuncuların bu kadar kolayca defterden silinmesini kabul edemiyorum.

Bir yabancı teknik direktör geliyor, herhangi bir nedenle “Ben bu oyuncuyu istemiyorum” diyor ve güle güle...

Ya da bir futbol direktörünün iki dudağının arasında şekilleniyor kaptanın kariyeri, geleceği...

Veya bir yerli teknik adamın...

Bu kadar basit mi olmalı? Bu kadar kolay, bu kadar ucuz.

‘Kaptan’lık sadece kolunda bir pazı bandı taşımaktan ve sahaya diğer oyuncuların önünde çıkmaktan mı ibarettir?

Misal, İngiliz Liverpool kulübü göreve yeni getirdiği bir menajerin bir cümlesiyle Steven Gerrard‘ı gözden çıkarır mı?

Ya da İtalyan Juventus kulübü ile kaptanı Alessandro Del Piero‘nun arasındaki ilişki örneğin...

Kulüpler, elbette takım kaptanları ile de yollarını ayırabilir. Ama bu, o kulübün adına, şanına yakışır şekilde olur.

Toraman - Beşiktaş ve Sabri - Galatasaray örneklerinde yaşandığı gibi değil.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.