Her ne kadar ucu “terör örgütü kız-erkek ilişkilerini ve kaldıkları yerleri eleman bulmak için kaynak olarak kullanıyor” gibi bir komediye kadar uzatıldıysa da söz “öğrenci yurtları ve kaldıkları evlerle ilgili” gibi söylendi.. Ama “meşru var gayrimeşru var” da dendi.. Peki mesele “meşru-gayrimeşru” ise öğrencilerle sınırlı mı kalacak? 23-25-30 yaşlarında yetişkin insanlar birlikte zaman geçirmek, belki sadece sohbet edip eğlenmek, film izlemek istiyorlarsa “muta nikahı” kıymaları ya da evlilik cüzdanı mı istenecek? Öğrenciler, örneğin ders çalışmak için geceleri bir araya geliyorlarsa komşulara hesap mı verecekler?Yılmaz Özdil’in Perşembe yazısı gibi gerçekten “çalışmak” veya “gezmek” deyince ülkeyi yönetenlerin aklına “sevişmek” mi geliyor acaba? Yoksa bunlar “türban üzerinden gerilim” çıkmadı, bari hem gerilimi böyle yaratalım, hem de muhalif düşünenleri seçmenimiz karşısında “biz muhafazakarız, gençleri koruyoruz, onlar değil” durumuna düşürelim projesi midir?Bir okurumuz, Murat Dağlı diyor ki: “Ben konutlarımı kiraya vermekle geçiniyorum ve bugüne kadar kimseye evlilik cüzdanı gibi abes bir belge sormadım. Hep öğrenciler ve 18 yaştan söz ediliyor, peki ‘öğrenci olmayanlar’ ne olacak? Yan dairede beraber yaşayan 22 yaşlarında kız-erkek ‘öğrenci olmayan’ 2 genç, üstte 52 yaşında tüccar ve 28 yaşındaki sevgilisi, altta müteahhit Aziz beyin kadın arkadaşı, daha üstte eşcinsel 3 öğrencinin yaşadığı bir apartmanda beraber oturan (sevgili veya değil) Ali ile Filiz ‘sırf öğrenci oldukları için’ mi polis tarafından alıkonacak yoksa o binadaki herkes mi?”Güzel soru, mesela “Ben talimat bilir, gereğini yaparım” diyerek coşan Adana Valisi Coş bunu cevaplasın değil mi?Etme bulma dünyası!(Bu yazıyı haber çıktığı gün yazdım ama sıra gelmedi, konu önemli olduğu için geç de olsa paylaşalım.)AKP Milletvekili Mehmet Metiner’in öne atılmaları gelenekselleşiyor gibi, daha önce de Meclis’te aceleyle MHP Milletvekili Yusuf Halaçoğlu’na “Onları Silivri’ye tıktığımızda da kızıyorsunuz” benzeri bir söz söylemiş, “Silivri’ye kimin gireceğine onlar karar veriyor” havası yaratarak partisini zor duruma sokmuştu.Genelde kendisiyle aynı görüşleri paylaşan, her konuda iktidar partisi ve Başbakan’ı destekleyen Nazlı Ilıcak “kız ve erkek öğrencilerin kaldığı evlere ihbar üzerine müdahale” konusunda tepki gösterip “oy verdiğim için utanıyorum” deyince yine bir gafla öne atılmış: “Şayet Ilıcak sahiden Başbakan ve AKP’den utanıyorsa Sayın Erdoğan vasıtasıyla ve ona yakınlık üzerinden elde ettiği köşe ve imkanları elinin tersiyle itsin”..Karşı taraftan da cevap gelmiş ama Metiner’in; bazı gazetecilerin “Başbakan’a yakınlıkla köşe ve başka imkanlar aldığını” söylemesini unutturacak söz bulmak oldukça zor.. Bu arada, muhatabı olan kadın yazar da başkalarını kötüleme konusunda hiçbir fırsatı kaçırmadığı için “etme bulma dünyası” demek mi lazım bilmem!Meğer garanti vermiş!!Okuduğunuz yazının ikinci perdesi Nazlı Ilıcak’ın da konuşmacı olduğu TV programında oynandı.. Ilıcak’ın “utandım” lafına yönetim düzeltme yapmasını istemiş olmalı ki (artık böyle tabii) “neden utanıyorum”u açıklamam lazım diyerek söze başladı ve yakın fikirdaşı, destekçisi, izlenmeme rekoru kıran rekortmen arkadaşı ile paslaşarak, birlikte lafını “temize çıkarmaya” çalıştı.. Aslında o Başbakan için söylememiş, “bugüne kadar ‘özgürlüklere dokunulmayacak’ diye teminat verdiği için kendini sorumlu hissediyormuş” ondan söylemiş..Kim kendilerini “Türkiye’de olacaklar için garantör” tayin ettiyse, kim onlara “biz sizi hayal kırıklığına uğratmayız” dediyse bu insanlar ülkede yapılan siyasi yanlışları devamlı “olumlu” empoze ederek, kılıflar uydurarak bu noktalara varılmasına yardımcı oluyor, sonra da dönüp ya “utanıyorum” veya “buna biz bile bahane bulamayız” diyorlar. Açıkçası “kılıf bulamamak” yani, kılıflar tükendi..Geleceğe boş verip, ne toplumlarını, ne görev ilkelerini düşünmeden sadece “bugün popüler olayım, işimi yürüteyim de gerisini boşver” diyenler sürprizle karşılaşınca böyle kilitlenir kalırlar, olan budur! Asıl mesele o sürprizleri “önceden tahmin etmek”tir çünkü!Atatürk için mevlüt!Üsküdar ve Beyoğlu eski Müftüsü, CHP İstanbul Milletvekili İlhan Özkes müftülük yıllarında yaptığı gibi 10 Kasım Pazar günü Fatih ilçesi Eminönü Yeni Camii’nde “Atatürk ve silah arkadaşları ile aziz şehitlerimiz” için mevlüt okutacakmış.Özkes “Atatürk’ün radyodan naklen ilk defa mevlüt okutturmasını” ve her yıl “Çanakkale şehitleri için mevlüd-ü şerif okutmasını” dikkate alarak 10 Kasım’da mevlütle ruhunu şad etmek istedim. 85 yıldır camilerde rahmetle anılan Atatürk son yıllarda anılmaz hale geldi, onun camide anılmasına ve unutulmamasına katkıda bulunmak istedim” diyor.“Bugün camilerimizde ezan okunuyorsa ve özgürce ibadetlerimizi yapabiliyorsak bunu önce Allah’a sonra Atatürk’e borçluyuz. Bu nedenle tüm İstanbulluları, partili partisiz herkesi 10 Kasım’da Yeni Cami’de okunacak mevlüde bekliyorum” diyor. Herkes davetliymiş, unutmayın!
Dün CNN International’ın “Başta El Kaide olmak üzere Türkiye’ye kamyonlar, uçaklar, otobüsler dolusu Fas, Cezayir, Libya, Tunus gibi ülkelerden gelen cihatçı örgütlerin görüntülerlerini verdiğini, onlarla yaptığı röportajlarda ‘Şehit olmaya geldik’ dediklerini, Türk Hükümeti reddediyor ama işte görüntüleri diyerek Hatay’a gelen cihatçıları gösterdiğini” yazmış, arkasından da Suriye’de bir Türkmen muhalifle CNN Türkçe muhabirinin yaptığı röportajdan söz etmiştim.O Türkmen Esad muhalifi de “Başka kimse olmadığı için El Nusra’nın (El Kaide bağlantılı) safındayım ama bu cihatçılar başarılı olursa Türkiye de, Suriye de biter” diyor, o arada Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) da kadınlara tecavüz edip evleri soyduğunu da anlatıyordu.Bu noktada, kısa süre önce El Kaide’nin Türk Hükümetine “kapalı olan iki sınır kapısını açıp bizi almazsanız illerinizde bombalar patlar” dediklerini, bunun haber olarak açıklandığını hatırlamak gerekiyor. O günden sonra da bu örgütlerin “Güneydoğu illeri başta olmak üzere” Türkiye’ye dağıldıkları, Suriye’deki savaşı buradan yönettikleri haberleri çıktı.Adana’da cephanelik..Dün Adana’da “Konya plakalı bir TIR dolusu roket atar (1200 adet roket başlığı), füze, bomba ve silah” ele geçirildi. Uyuşturucu getirildiği ihbarı üzerine “tesadüfen” yakalandılar. Adeta bir cephanelik kadar savaş silahı..Bu kadar silah neden ve nasıl oluyor da Konya’dan geliyor? Kim gönderiyor? 9 gözaltı olmuş bu şahıslar ceza alacaklar mı, yoksa bu ülkenin gazetecisi, rektörü, askeri “kullanılmayacak durumdaki silahlar yer altından, denizden çıktı” denerek ömür boyu hapis cezaları almışken onlar serbest mi bırakılacak bu soruların cevabı yok. Kimler, nerede kullanacaklardı belli değil.Cihatçılar yok mu?Son tablo bu ve CNN International’ın da “Türkiye’ye giren cihatçılar Avrupa için de tehlike” dediği bu durum Finlandiya’dan sonra İsveç’e giden Başbakan Erdoğan’a İsveçli gazeteciler tarafından doğal olarak “Türkiye’de cihatçı grupların artması konusunda ne düşündüğü” şeklinde sorulmuş. Başbakan endişeyi paylaşmıyor olmalı ki sert bir cevapla “Böyle bir örgüt mü var, ellerindeki belge nedir” demiş ve eklemiş; “Bizim ülkemizde El Nusra gibi örgütlerin barınmaları söz konusu değil, biz Suriye ile ilişkili El Kaide’yle değil, ÖSO ile görüşüyoruz”..Ellerindeki belge Hatay’da çekilip CNN’de gösterilen kapı gibi “El Kaide Türkiye’de” görüntüleri.. Başka ne gibi bir belge bekleniyor bilinmez ama şu anda Türkiye’nin en önemli sorunu budur ve seçimden de, seyahatten de, yıllardır bitmek bilmeyen türban tartışmalarından da önde gelir. Söz konusu olan milyonlarca vatandaşın can güvenliği, Hükümet hemen bu konuda gerçekleri gizlemeden “doğru açıklamayı” yapmalı, halkı koruyacak önlemleri almalıdır! Avrupa neden bizim gibi sınırlarını açmıyor onu da düşünsünler.İnsan hakları ihlali!Şimdi artık valiler de “emir kabul eder, gerekeni yaparız” filan diye ortaya çıkıveriyorlar ya Avukat Sedat Vural “gençlerin yaşadıkları evlere devlet müdahalesi”-nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre “İnsan hakları ihlali” sayıldığını gösteren belgeler göndermiş. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “18 yaşını doldurmuş insanların özel evlerine müdahale edebileceklerini” söylerken Anayasa’nın 58’inci maddesini dayanak gösteriyor. Peki Anayasa’nın 20’nci maddesine bakmış mı? O madde “Herkes özel ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” diyor.Mesaj gitti bile..İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 12’nci maddesi ise “Hiç kimse özel hayatı, ailesi, konutu ve yazışmaları hususlarında ‘KEYFİ KARIŞMALARA’ maruz kalamaz” diyor. AİHM kararları arasında “koruma altına alınmış bulunan haklara özel kişilerden gelecek müdahalenin önlenmesi, bu haklara saygıyı sağlayacak tedbirlerin alınması da devletin görev ve sorumluluğudur” kararı da var.AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli “Komşulardan şikayet gelirse yok sayılamaz” demiş. Hemen yukardaki evrensel ve Türkiye’nin uyacağına dair imza atılmış olan maddeleri okuması gerekiyor. Ama bundan sonra ne söylense zaten insanların bilinç altına “gençlerin evlerini gözetleyin, olay çıkarın” mesajı gitmiş durumda ve zaten işgüzar yönetici ve daireler başladılar bile.Çocukları kurtarın!Ülkenin yüz karası olan ve zirve yapan “kadın cinayetleri, kadın ve çocuk tecavüzleri”ni ağzına bile almayanlar 21’inci yüzyılda yetişkin gençlerle uğraşacaklarına o konuya eğilip çocukları-kadınları kurtarsınlar!Trajikomedi!Okuyunca çok güldüm. Mehmet Barlas “kız-erkek beraberliği, ev-yurt konusu” hakkında “Şimdi bu neden gündeme geliyor? Bu kadar zırvaya ben bile bahane bulamam” demiş. Bu da Mehmet Metiner’in “ağzından kaçırdıkları”na, örneğin Ilıcak’a “Başbakan sayesinde aldığın köşeyi elinin tersiyle it” demesine benziyor.Gazetecinin görevleri arasında iktidarların icraatlarına “bahane bulmak” vardı da biz mi hatırlamıyoruz acaba? Medyanın ne hale geldiğini artık kendi tepkilerine bakarak bile anlayabilirler. Özellikle bu konuda başrol oynayanlar.. Esprili insandır Mehmet Barlas, güldürmeyi bilir. Ama bu kez olay “trajikomedi”!!
Bildiğiniz gibi haftalardır “Suriye’den gelerek Türkiye sınırından geçip Güneydoğu illerine yerleşen El Kaide ve diğer aşırı İslamcı terör örgütleri”nin yaratacağı tehlikelere, Afganistan, Pakistan’dan başlayarak yayıldıkları hiçbir ülkeden çıkmadıklarına ve neden bunlardan hiç söz edilmediğine dikkat çekmeye çalışıyorum.Türkiye’de sık sık ve durup dururken birden gündeme paraşütle iniveren en alakasız konular ve onlar üzerine uzayıp giden tartışmalarla günler geçip giderken ülke için en önemli konular geri plana itiliyor, nedenini anlamak imkansız.. Uçaklar dolusu..Dış siyasetle ve dış yayınlarla yakından ilgili bir meslektaşım önceki akşam endişe içinde “CNN International kanalında Suriye ve Türkiye’deki İslamcı teröristlerle ilgili programı izledin mi” diye sordu ve anlatmaya başladı: “CNN verdi bu haberi.. El Kaide üyeleri Hatay’a Tunus, Fas, Cezayir, Libya gibi ülkelerden ve Suriye’den uçaklar, kamyonlar, arabalar dolusu geliyorlar.. Yüzleri sarılı, bir tek gözleri görünüyor, orada kendilerini bekleyen arabalara doluşup Türkiye illerine gidiyorlar. CNN röportaj yapmış, El Kaideli ‘cihatçıyım, cennete gideceğim’ diye gülüyor. Türk Hükümeti’nin onların gelişini yalanladığı, sınırlardan geçirmediğini söylediği belirtilirken diğer yanda görüntülerle kamyonlar dolusu gelen militanları gösterdiler ve ‘onların Avrupa için de tehlike olduklarını’ vurguladılar”.. Türkiye de biter!Ve dün VATAN sitesinde Suriye’deki bir Türkmen muhalifin “El Kaide bağlantılı El Nusra” ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile ilgili anlattıkları vardı. “İstanbul ve Türkiye’nin diğer illerinden El Nusra’ya katılanların olduğunu hatta onlara Türkçe öğrettiklerini..ÖSO’nun evleri soyup kadınlara tecavüz ettiğini.. Önce El Nusra diye bir şey olmadığını, Suriye’ye tek tek gelmeye başladıklarını, başlarının olmadığını, sonra belki ABD’nin onları birleştirdiğini.. Önce El Kaide’nin de olmadığını, bu örgütlerin Cezayir, Tunus, Afganistan gibi ülkelerden gelip “ellerinde dolar dolu çantalarla Türkiye sınırından Suriye’ye girdiklerini”, başları olan Ali Beşir isimli birinin Antep’te oturduğunu..”“Yerle bir olmuş, su ve elektriğin, yiyeceğin olmadığı ülkede kendilerini destekleyen başka kimse olmadığı için El Nusra’nın yanında yer aldıklarını”, El Nusracılar’ın kafa kesip idam da ettiklerini de söyledikten sonra ekliyor; “Onların kuracağı devlette kimse yaşayamaz. Başa geçerlerse Türkiye de biter, Suriye de”.. Röportajı yapan (BBC Türkçe’den Rengin Aslan) muhabirin spor ayakkabı ve montu için ise “Mesela sen böyle dolaşamazsın, seni keserler” diyor.. “Sigara haram, içmeyeceksin” dediklerini söylüyor.. Kafa karışıklığı, yalnızlık ve bunalımdan olmalı arkasından “Bunlar namazlı, abdestli, nur yüzlü insanlar” diye ekliyor. Silah alıp vermenin su almaktan kolay olduğunu, ÖSO’nun Antep sınırından alıp verdiğini, meyve kamyonlarında bile silah taşındığını da.. Yoruma gerek yok, “Türkiye’deki SON gelişmeleri” bu bilgiler ışığında bir kez daha düşünün. CNN Int Türkiye’deki El Kaide tehlikesini (tek tek de değil, topluca geldiklerini), Suriye’deki Türkmen muhalif ise Suriye’deki El Kaide’yi anlatmış, ikisini birleştirelim ne görüyoruz?‘Faiz lobisi’ olayından farksız!Başbakan Erdoğan daha önce de kız ve erkek üniversite öğrencilerinin aynı yurtta veya evde kalmaları konusunda “bizim muhafazakar görüşümüze uymaz, kalmayacaklar” demişti, Finlandiya’da bu konuyu soran gazeteciye kızarak “Meşru ve gayrimeşru hayat vardır, üzerimize düşün görevler vardır” demiş.. Yani konunun “kadın ve erkeğin birbirine yakın olması halinde mutlaka bir ‘gayrimeşru hayat şüphesi yaratması” olduğu açıkça görülüyor.Ama işe bakın ki İçişleri Bakanı Muammer Güler “Bizim olaya bakışımız terörle mücadele boyutuyla ilgili.. Terör örgütü üniversite öğrencilerinin kaldığı yurt ve evleri, kız-erkek ilişkilerini eleman kazanmak için kaynak olarak kullanıyor” demiş. Vallahi Sayın Güler kusura bakmasın ama o kadar komik kaçmış ki bu açıklama, Gezi olaylarının “faiz lobisi”ne yüklenmesi ve bankacıların bile “acaba ne demek istediler” diye günlerce düşünmesinin komikliği ile yarışır.***Bu arada.. Üniversitede birbirine yakın olmaması gereken kız ve erkek öğrencilerin; doktor, avukat, mühendis, gazeteci, milletvekili olarak her an beraber olmalarına nasıl çözüm bulunacak acaba, ilerde “kadınları çalıştırmayarak” mı? İster istemez adil düzengünlerinde bir soruma karşılık aynı kişilerin “biz kadınları çalıştırmayız, onlar evde oturacak” lafını hatırlıyorum da!Diyanet’ten açıklama!Yazımın çıktığı gün Diyanet İşleri Basın Müşaviri Abdülkadir Özkan arayarak “Diyanet’in dövme ve erkek küpesi ile ilgili açıklama yapmadığını, bu konuda yazılanların ALO 190 hattına gelen sorulardan çıkarıldığını, bu hat için cevapları görevli bir memurun verdiğini” anlattı. Şu sıralarda Kurum’a zarar veren bu durum için önlem üzerinde çalışma yapılıyormuş.Açıklama için kendim ve okurlarım adına teşekkür ediyorum ama eğer bu hat “Diyanet’e bağlı, onu temsil eden” bir hat ise (ki öyle) bu durumda telefonla verilen cevap için “o biz değiliz, görevli memur” gibi bir açıklama pek geçerli sayılamaz. Aynen “hadisleri, hele de binlercesinin uydurma olduğu Diyanet Başkanı tarafından söylenmişken, din kuralı gibi göstererek günah üretilemeyeceği” gibi.. Yanılıyor muyum?
Son günlerde, özellikle AKP’li kadın milletvekilleri Meclis’e türbanla girdikten sonra “türbanın din emri olduğu” (Başbakan) veya “takmamanın günah olduğu” benzeri sözler ki (Sevde Beyazıt Kaçar) arka arkaya söylenmeye başlandı. Hani şu “onlar Nur Suresi’ni böyle yorumluyorlar size ne”, “onlar dinen emir olduğuna inanıyorlar size ne”, “siz de kendi inandığınızı yapın, kendi inancınıza göre giyinin, herkes özgür olsun” diye tekrarlayıp duranlar var ya onların daha dikkatle izlemesi gerekiyor “hızlanan” gelişmeleri..Demokrasi bu değil!Demokrasi “isteyenin dilediği her şeyi yaptığı, sınırsız özgürlük içeren” bir rejim değildir, tam aksine “insan haklarına saygı gösteren ama ülkelerin şartlarına göre sınırlamalar getirilebilen” bir rejimdir ve “içinde ‘LAİKLİK’ barındırmayan bir demokrasinin mümkün olmadığı” da sayısız örnekle görülmüştür. Devlet “bir din veya mezhebe taraf” olduğu takdirde bu din ve mezhebe bağlı yasaklamaların arkasının kesilmeyeceği, o din ve mezhep kurallarına göre “tüm vatandaşların hayatının istenen şekle sokulacağı” kesindir. İşte biz yıllardır “sadece bir din ve inanca değil, hepsine aynı şartlar sağlanmalı, devlet hepsine karşı tarafsız olmalı” derken bugün gelinmeye başlanan noktayı kastediyorduk.‘Din emri’ baskısı!Daha Meclis’te türban serbest bırakılırken Başbakan Erdoğan “Başörtüsü dinimizin emridir, bunu bilmeyecek kadar cahiller” dedi.. Oysa “özel yaşamda, sosyal yaşamın her alanında zaten serbest” olan başörtüsüne “devlet alanlarında” kısıtlamanın kalkması konusu tartışılırken yıllarca “herkes dini, Kur’anı istediği gibi yorumlayabilir, din açısından şart olduğuna inanlar takar, kimse karışamaz” deniyordu. “Türbanın bir DİN EMRİ olduğunu” Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu da ısrarlı sorulara rağmen söylememiş, “1400 yıllık gelenektir” demişti.Aradan yıllar geçip bu konu iyice siyaset malzemesi yapıldıktan sonra ise “Dinin ön şartı değildir, isteyen uyar ama takmayan kadın daha az dindardır” benzeri bir açıklama yapmıştı ki bunu söylemeye de din açısından Diyanet Başkanları dahil kimse dinen yetkili değildir. Tavsiye niteliğinde ve “başörtüsü ile saç” kelimeleri kullanılmadan yazılmış bir ayeti kendine göre yorumlayıp sunma hakkı ona da ait değildir. Şimdi Başbakan’ın (üstelik laik bir ülkede) başı açık tüm Müslüman kadınları din emrine karşı geliyor durumuna düşürecek şekilde bunu “bir emir” olarak söylemesi son derece önemli bir durumdur, önemli bir hatadır ve üstelik bilerek yapılmış, “milyonlarca insanın şuur altına girecek” bir yanlıştır.Söylüyor, düzeltiyorlar!Siyasi getirisi düşünülerek yapılan bu baskılar başladığı takdirde arkasının gelmeyeceğini tartışmıştık ve öyle oluyor. “Kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kaldığı, bunun muhafazakar görüşlerine ters olduğunu” söyleyen Başbakan’ı hemen başdanışmanı Yalçın Akdoğan “Ev, otel, yurt statüsünde olmayan yerler için söyledi” diyerek düzeltti. Ki “ev” statüsünde olmayan yer nasıl olur da kiralanır belli değil, arkadan Bülent Arınç “Bizim üniversite çağına gelmiş insanların yaşantısına müdahale hakkımız yok” dedi. Ama sonuç; söylenenin yanlış olduğu düzeltmelerden belli bu tartışma beyinlere kazınmış, evini kiraya verecek insanlara mesaj gitmiş oldu.Bu vurgulardan da önce “üniversite bahçesinde oturan kızlı erkekli gruplar” için söylenen sözleri hatırlayalım.. Bir süre sonra üniversite bahçelerine, arkasından “kız-erkek karışık sınıflar”a hatta “maça giden kadınlar”a, dansa, eğlenceye, kadının yalnız dolaşmasına “muhafazakar görüşlere ters” denerek yeni düzenlemeler gelemez mi acaba? Gelen ülke örnekleri önümüzde değil mi? İnsanların sezaryenle doğum kararına bile geliyorsa neden olmasın?Suriye’deki savaş bahanesiyle özgürce Türkiye’ye girip Güneydoğu illerinden başlayarak yerleşmiş olan “cihatçı” örgütler “tesettürün din emri olduğunu söylediniz, hadi bakalım tüm kadınları bu emre uydurun” diye ortaya çıkarlarsa ne olacak? Din “devlet işleri”ne tamamen karışmış, insanların özel alanlarına direkt müdahaleler maalesef açıkça başlamıştır, Türkiye’yi zor günler bekliyor!
Diyanet İşleri (nereden akıllarına geldiyse!!) birden dövmenin dinen caiz olmadığını, erkeklerin küpe takmasının ise mekruh olduğunu açıkladı.. Enteresan, zira bu tür bir açıklama “yıllardır sorulmasına ve TV’de tartışılmasına rağmen” Diyanet tarafından yapılmamıştı.Ben bundan en az 5 yıl önce kendi programımda defalarca (aynen türban, hadisler gibi konuları tartıştırdığım gibi) ülkenin en önde gelen din bilimcilerine sormuş ve “bu konularda bir şey söylenemez” benzeri cevaplar almıştım, hatta çoğu bu soruları dinden çok “magazin sorusu” kıvamında bulup cevaplamaktan kaçınmışlardı.Şimdi bunların söyleniyor olması önemli zira “alkol servisi yapılmayan bir sergi kokteylinde kapıda durup meyve suyu içenlere” bile saldırının yaşandığı bir ülkede, Ramazan’da su içenlere tepki gösterilmeye başlanmış bir ülkede bu açıklamalar gayet “provokasyona açık” ortam yaratır. Bu bir..Diş, saç boyama, ağda, makyaj?İkincisi.. “Dövme sağlık için kötü, dinen de yasak” denmiş.. Sağlık herkesinkendi bileceği şey, Diyanet’in işi değil..Dinen dediği açıklamada bir “Nisa Suresi” geçiyor, o Sure’de böyle bir konu yok. Açıklamada “Hz. Peygamber’in süslenmek maksadıyla vücuda dövme yapmak, dişleri incelterek seyrekleştirmek gibi ameliyeleri ‘yaratılışı değiştirmek, fıtratı bozmak’ olarak değerlendirmiş ve yaptıranların Allah’ın rahmetinden uzak olacağını bildirmiştir. Dolayısıyla dövme caiz değildir” deniyor. Yani bir “HADİS” e dayandırılarak din yasağı icad ediliyor.Bu tarife göre; Porselen diş yaptıran hatta takma diş takan kadın-erkek herkes.. Saçını boyatan, manikür-pedikür yaptıran, oje süren, ağda yaptıran, jiletle tüy alan, kaş-bıyık aldıran, makyaj yapan, estetik yaptıran, botoks yaptıran (bunları yapan çok erkek de var) herkes yaratılışı değiştirip fıtratı bozduğu için dini bir yasağa karşı gelmiş oluyor.Görmez hadisleri ayıkladı mı?Erkeklerin küpe takması da aynı şekilde “bir HADİS”e dayandırılmış. “Peygamberimiz ‘kadınlara benzemeye çalışan erkekler ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlar Allah’ın rahmetinden uzak olsun buyurmuştur (Buhari).. Bu ve benzeri uyarılar sebebiyle İslam alimleri erkeklerin ‘küpe gibi kadınlara özgü takıları’ takmasını mekruh (dinen doğru değil) saymıştır” deniyor.Şimdi söyleyeceğim şeyi sadece ben hatırlayabilirim, bir de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ile o programı izleyenler..Mehmet Görmez o günlerde Diyanet Başkan Yardımcısı’ydı ve kendisiyle “Hadisler” hakkında uzun bir program yaptık. “Binlerce hadis uydurulduğunu, aralarında pek az güvenilir hadis olduğunu, bu nedenle mevcut durumda hangisine güvenileceğinin bilinmeyeceğini, uydurma hadisleri bir ekiple ayıklayacaklarını” anlatmıştı.Geçen zaman içinde bu ayıklama işlemi yapılmadı ve Buhari dahil hepsinde uydurma hadisler olduğu (Hz. Peygamber’e ait olmadığı halde öyleymiş gibi yazılmış olanlar) biliniyor. Şimdi nasıl oluyor da kendisi “hadislere dayanarak” bu açıklamalara inanılmasını bekliyor? Umarım bu soruyu cevaplarlar. Zira bunlara öylece susulursa Hz. Peygamber’in muhtemelen bu nedenle “sağlığında yazılmasına izin vermediği” ama hayatını kaybettikten uzun yıllar sonra “isteyenin yazıverdiği HADİSler” sanki Kur’an’dan alınmış gibi onlara dayandırılarak kimbilir neler çıkar!Din emri mi, yorum mu anlaşılmalı!Kılıçdaroğlu’na bravo!Mustafa Sarıgül’le beraber yaptıkları kahvaltının fotoğrafları, ona samimi bir ifadeyle söyledikleri, tüm tablo bugüne kadarki çekişme havasını bir anda sona erdirip dostça bir hava yarattı.CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu aylar boyu süren “Sarıgül CHP adayı olacak mı, olmayacak mı” sorularına noktayı koydu ve bunu yaparken de “Halk Ana Muhalefet Partisi’nden anlaşmış, sorunsuz, çalışkan, dinamik bir alternatif görüntüsü bekliyor, artık parti içi çekişmeler bitmeli. Mustafa Sarıgül konusu da netleşmeli” şeklindeki eleştiri ve önerilere kulak verdiğini, kendisi ve çevresinin görüşü dışındakileri de dikkate aldığını gösterdi.Demokratik, özgüveni tam bir lider görüntüsü bu. Kutlanmayı hak ediyor.
Bir meslektaşımız Meclis’te başörtüsü konusunda “Başörtülü bir insana devlet zoruyla başını açtırmak o insanın kendini değersiz, kendine saygısını yitirmiş ve hatta kirlenmiş hissetmesine yol açar. Tıpkı... Başı açık bir insana devlet zoru ve baskısıyla baş örttürmenin, o insanın kendini değersiz ve kirlenmiş hissedeceği gibi...” diye yazdı. Her ne kadar Meclis’te başörtüsü takan kadın milletvekilleri daha önce takmayan , Hac’ca gittikten sonra takmaya karar veren kişiler ise de, daha önce takıyor olsalardı bile aslında; eğer girdikleri devlet kurumunda ve özellikle Meclis’te böyle bir kural olduğunu bilerek, kabul ederek girmişlerse “kendilerini kirlenmiş, değersiz hissetmemeleri” gerekirdi. Başörtüsüyle geldikleri güne kadar da böyle bir şikayet hiç duyulmamıştı.Sanki düşman gibi..Tıpkı.. Başörtüsü takmayan kadınların devlet zoruyla takmaya mecbur edilmeleri halinde kendilerini “değersiz ve kirlenmiş” hissetmeyecekleri” gibi.. Başörtüsü takmayan kadınlar “başörtüsüne düşman” filan değiller, aksine namaz kılarken (Allah’ın huzurunda hissederek), bir mevlitte veya camide onların da çoğu başörtüsü takıyor. Ama eğer İslam rejimlerindeki gibi baskıyla “yaşamın her anında tesettür”e zorlanırlarsa zaten artık o ana gelene kadar “kadının toplumdaki rolü ve yaşam sınırlamaları” tümüyle değiştirilmiş olacağından olsa olsa “demokrasi” adına, “kadın ve insan hakları” adına, sonuçta “ülkeleri” adına derin bir üzüntü ve “haksızlığa uğramışlık duygusu” hissedeceklerdir.Bu nedenle “başörtüsü” nü kendini değersiz ve kirlenmiş hissedecek kadar hayati bir mesele haline getirmek yanlıştır. Hiç başörtüsü takmayan erkeklerin bu şekilde ahkam kesmeleri de ayrı bir gariplik bence.. Bu mesele “azınlık değiliz diye azınlık haklarında konuşmayalım mı” sorusuyla da benzemez.. Yazan arkadaşlar hala cevap istiyorlarsa İran’da reformcu yeni yönetim sayesinde biraz rahatlayarak “hiç değilse araba kullanırken başımızı açalım” diyen kadınlara sorup alsınlar cevabı.Mesele rejim kurallarıAynı şekilde Meclis’te başörtüsü konusunda tartışma yaratmayan Ana Muhalefet Partisi için söylenen “Başörtüsü düşmanlığı mı yapsaydı, başörtüsü özgürlüğünü savundu” benzeri sözler için geçerli. Burada da konu “düşmanlık ve özgürlük” karşılaştırması değil. Ki bu aynen “dindarlar-laikler” , “Müslümanlar-laikler” benzeri son derece yanlış tanımlara benziyor.Bu ülkede günlük yaşamında, sadece “Meclis, devlet alanları, devlet okulları, iş yerleri” dışında isteyen kadın her zaman istediği gibi giyinmiş ve hiçbir baskıyla karşılaşmamıştır. Meclis’te veya diğer devlet alanlarında laik rejimin gereği olan “devletin her dine-inanca eşit durması” şartı nedeniyle “dini kıyafetlerin tümü”ne kısıtlama getirilmiş olması ve bu kuralın kalmasının istenmesi hiçbir zaman “başörtüsü düşmanlığı” tanımı altına alınamaz. Tabii eğer siyasi nedenlerle “anti propaganda” malzemesi yapılmıyorsa..Örneğin; daha önce de sorduğum gibi “inancı gereği çarşafla veya sarıkla Meclis’e girmek isteyen milletvekili” ne de bu durumda kısıtlama yapılamaz. Onların da özgürlük hakkı olacaktır değil mi? Ben de buna cevap bekliyorum.Aytunç Altındal Türkiye’de!Ağır bir hastalığa yakalanan ve uzunca bir süredir Paris ve İsviçre’de tedavi görmekte olan ünlü araştırmacı yazar ve tarih uzmanı Aytunç Altındal dün Sağlık Bakanlığı’nın sağladığı özel bir uçakla Türkiye’ye döndü. Biz de bir grup arkadaşı olarak onu hastanede ziyarete gittik.. Hayatı boyunca yazdığı kitaplarla Avrupa ve ABD’de liste başı olan ve Türkiye’nin adını duyuran, ayaklı bir ansiklopedi denecek kadar birikimli bu ünlü yazarı ve dostu yatakta hasta görmek gerçekten çok üzücüydü.Aytunç Altındal’a bir kez daha acil şifalar diliyorum, sevenlerine de duyurayım dedim, dualarınıza ihtiyacı var.
TBMM’de türban konusunda uzlaşılması elbette ülke çapında bir huzursuzluğun doğmaması açısından yararlı oldu ancak eğer bir Ortadoğu ülkesi olmasaydık ve “laiklik” dediğimiz, bugün birçoklarının burun kıvırıverdiği oysa bizi bugüne kadar din-mezhep kavgalarından ve demokratik rejimin yok olmasından korumuş olan rejim “Batı ülkelerinden çok daha fazla gerekli” olmasaydı buna siyasi açıdan sevinmek mümkün olurdu.. Ortadoğu ülkelerinde ve Malezya, Endonezya gibi Asya’daki Müslüman çoğunluklu ülkelerde ise o laikliğin veya demokrasinin bir anda kalkıverdiği ve bölge bölge başlayarak (üstelik tek mezhebe taraf olan) baskıcı dini rejimlerle yer değiştirdiğinin örnekleri önümüzdedir. Ve hepsinde de bu dönüşüm önce kadının kıyafeti, örtünmesiyle başlıyor, yaygınlaştırılıyor, baskılar arttırılırken aşırı İslamcı terör örgütleri de ortaya çıkarak “başörtüsü”nün yetersiz sayıldığı noktaya geliniyor.Kafaları kuma gömmek!Bu örnekler varken tümüyle yok farz ederek ve sanki Türkiye uzaydaymış da bir tek burada hiçbir dönüşüm olamazmış gibi “aman canım laiklik de neymiş, dinle devlet karışırsa ne olurmuş” demek, endişe duyanları da karalayıvermek kafaları kuma gömmekten farklı mıdır acaba? Diğerini söylemek çok kolay, üç cümlede işin içinden sıyrılıveriyorsunuz da biraz daha “geleceği ve ihtimalleri, yaşanmış örnekleri göz önüne alarak” değerlendirme yapmak gerekmez mi?Mesela bugün devlet okulları ve dairelerinden sonra Meclis’te de türban (aslında “tüm dini kıyafetler” denmeliydi, hem eşitlik hem laik devlet şartları açısından) serbest bırakıldığında “helal olsun” çekenler, buna “özgürlükler konusunda uzlaşma” diyorlar. Oysa bırakın bugüne kadar “engelli bir milletvekiline dahi pantolon izni verilmemesini”, söz ettikleri özgürlüğün çok kısa süre içinde “3-4 yaşındaki bebek yaşta çocuklara inmesi, türbanlı bebeklerin belediye reklam afişlerinde kullanılması” konusunda ne diyorlar, o da “bebeklerin özgürlüğü” mü acaba?Camilerde imamların cemaate “kızlarınızı, kardeşlerinizi, karılarınızı tesettüre sokmazsanız günahı size olur” baskıları bu özgürlüğün neresinde yer alacak? Kısacası.. Meclis’te türban tartışmasının bitmesi iyidir ama diğer Müslüman çoğunluklu ülkelerde görüldüğü gibi türban-tesettür konusu Türkiye’de de burada kalmayacaktır. Merve Kavakçı’nın gazetelerde çıkan sözleri gibi sıranın “yargı, TSK ve emniyet” ile ilkokul ve yuvalara geleceği bellidir.‘Müslüman kadın örtülüdür’Diyelim ki onlar da “özgürleşti”, “Müslüman kadın başörtülüdür” denmeye çoktan başlandığına göre “başörtüsüz” kadınlar yakın gelecekte neyle karşılaşacak?Devlet alanları dışında herkes istediğini yapabilir ama “devletin bir dine-mezhebe taraf olması”nın sonunda gelinecek nokta geriye kalanların “özgürlükleri” açısından da tartışılmalıdır. Bizim dışımızda dünyadaki tüm Müslüman çoğunluklu ülkelerde bu endişeler sonunda mutlaka gerçeğe dönüyor çünkü..Bir şey daha var; türban konusunda kadın haklarını cansiperane savunanların, her gün haberlerden eksik olmayan “kadın ve çocuk tecavüzleri, dedeleri yaşında adamlarla evlendirilen ve hatta ilk gecede bu nedenle ölen kız çocuklar” hakkında tek kelime ettiğini neden duymuyoruz? Hemen başlasınlar kadın ve çocuk haklarını savunmaya!Marmaray’da duaya kim karşı çıktı?Başbakan Erdoğan Marmaray’ın dua ile açılmasına sanki toplu bir karşı çıkma olmuş gibi konuştu ve “İstiklal Marşı’nda da dua var, bilmiyorlar” dedi.. Şimdi yine “laiklik” ilkesinin Anayasa’da olmasından, rejimden söz etmek gerekiyor. Atatürk de 1920’de TBMM’yi dualar okutarak, okuyarak açmıştı, Marmaray’ın da aynı şekilde açılması güzel bir şey ama “dinle devlet işlerinin ayrılması” da demek olan laik rejim açısından eleştirenler nadiren de olsa çıkabilir, bunları da beklemek ve saygılı olmak gerekir demokrasilerde..Laiklik ilkesi 1937’de Anayasa’ya girdiğine göre kim bilir belki o tarihten sonra olsa Meclis’in açılmasındaki dua merasimini bile eleştiren birileri çıkabilirdi. Bu bir yana Marmaray açılışında duaya kim karşı çıktı, bir veya birkaç kişi eleştirdiyse veya sosyal medyada birileri yazdıysa bunu kitlelere ya da rakip partilere, görüşlere mal etmek ve bunu bile “kutuplaşma, ayrışma, siyaset nedeni” yapmak doğru mudur? Seçim yaklaşırken yine her konu çekişme malzemesi olmamalı, kimsede dayanacak sinir kalmadı çünkü!
Bu ülkede yapılmayan saygısızlık, insafsızlık, duyulmadık rezalet, şaşırtacak bir haber kalmadı orası malum ama buna rağmen insanın takkesini düşüren olaylar hala çıkıyor.. Öncelikle söyleyeyim, annesi meslektaşım Ayşe Önal ’ı yıllardır tanırım, Şafak Pavey ’i çok genç yaşta Zürih’te geçirdiği feci kazadan sonra tanıdım ve o kadar genç olmasına rağmen gösterdiği iradeye, cesarete, hayata gülerek bakmaktan asla vazgeçmemesine her zaman hayranlık duydum (o günlerde Sabah gazetesindeki yazılarımda aynen bu şekilde yer almıştır). Çok iyi yetişmiş, zeki, akıllı ve sakin bir genç kadındı, hala öyle..Raylara itildi..Elbette öne çıkan bir milletvekili olarak çok eleştiri de alacaktır, hepsi alabilir ama eleştiri ile saygısızlık, insafsızlık arasında fark var. Sabah yazarı Sevilay Yükselir Pavey’in geçirdiği kaza konusunda twittera “Bu Pavey’in ilk yalanı değil. İsviçre’de bir çocuğu kurtarmak için mi, kocası kendisini terk ettiği için mi atladı o trenin önüne sormak lazım” yazmış. Yoğun tepkiler gelince “benim attığım twit ‘gaddarca’ olabilir ama Pavey’in provokasyonu daha da gaddarca. Kışkırtıcılık en fena şey” demiş. Tepkiler daha da büyüyünce “özür dilemiş” ama “geri adım atıyorum demek değil” diyerek..En gaddarca şey bacağını ve kolunu gencecik yaşta kaybetmiş bir insana bile iftira atabilmek, bir kazaya “intihar” süsü vermeye çalışmaktır ki Şafak Pavey ’in kaza geçirdiği günleri hatırlayanlar, yaşadıklarını yakından bilenler, anlattıklarını okuyanlar olayın düşme bile değil, “bir itilme” sonucu olduğunu biliyorlar. Hasta bir arkadaşı tedavi için Zürih’e geldiğinde kapıdan ona doğru uzanırken tren hareket eder, o arada biri gelip çarparak onu hareket halindeki trenin altına düşürür.Pavey olayı; hatta bacağını ve kolunu kaybettiği dakikaları tüm ayrıntılarıyla hatırlayarak daha sonra anlatmıştır, ambulanstaki konuşmalarını bile.. Bunları yaşayan bir erkek dahi onun gösterdiği sabrı ve iradeyi gösteremezdi ve Türkiye’de olayı duyan (Sevilay Yükselir dışında) herkes onun bu azmini ve sabrını takdir etmiştir.Tertemiz ve kirli..Yükselir, Şafak Pavey’in; Hac’ca gidip türban taktıktan sonra burada “türbansız olmanın anlamı” hakkında konuşan kadın milletvekili ile ilgili sözlerini “provokasyon” olarak nitelemiş, oysa onun sözleri “camide içki içtiler, türbanlı kadına saldırdılar” benzeri desteksiz atmalara benzemiyor aslında.. Hac’ca gittikten sonra Meclis’e türbanla giren AKP Milletvekili Sevda Beyazıt Kaçar “bir daha türbansız dolaşıp kirlenmeyeceğim” dememiş tam olarak, ne demiş;“Tekrar başımı açamam. Açarsam kendimi kötü hissederim. Buraya gelip ‘tertemiz’ oluyorsunuz, sonra bile bile günah işlemek gibi” demiş. Yani örneğin parası, imkanı olanlar, hele de çok kolay gidebilenler Hac’ca gidip tertemiz oluyor, gidemeyenler “kirli” kalıyor .. Aynen türbansızların “bile bile günah işlemesi” gibi.. Demek ki Sevda Hanım ancak bu yaşta tertemiz oldu, daha önce değildi . Şimdi türban takınca artık “günahkar” değil ama daha önce günahkardı. Çıkan anlam bu..Dinimizin 5 şartından biri Hac’ca gitmek.. Giden kadınlar arasında o andan itibaren başını örtmek isteyen de olabilir, normaldir ama söylenen sözler normal değil. Müslümanlığın şartlarından birini yerine getiren herkes tüm günahlarından arınabilse hayat çok kolay olurdu herhalde.. Neyse, sonuçta Şafak Pavey’in sözleri “hiç söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi” göstermek sayılmaz ama Sevilay Yükselir’in yazdıkları “hiç olmamış bir olayı yalanla ifade etmek” tir, hem de korkunç bir kaza yaşanmışken.Kaza sırasında evliydi!Dün Şafak Pavey’i arayarak olayı konuştum, yıllar sonra ilk kez sesini duydum. Böyle bir saygısızlığa cevap vermeyeceğini ama İsviçre’deki avukatını aradığını, “tren kazası dosyası” nı açıklayacağını ve belki dava açacağını söyledi. Ona ‘kaza olduğunda eşinden ayrılmış olup olmadığını’ sordum, “Hayır, ayrılmamıştık” dedi.Yani Sevilay Yükselir’in büyük bir “kaza”ya inanılmaz anlamlar yüklemek dışında bir de “ayrılmamış insanları ayrı göstermek” , hele de kadını “terk edilmiş” göstermek gibi başka marifetleri de var. Bu durumda başka “gaddarlık” aramasına da gerek yok, yeterince mevcut zaten! Bakalım kaza dosyası açıklanınca ne bulacak?Kadınların giyeceğine erkekler karışmasın!Tartışmanın “özgürlük” boyutu doğal olarak bu açıdan ele alınıyor; “kadınların ne giyeceğine erkekler karışmasın” .. Tamam, güzel, hepimiz bu konuda aynı fikirdeyiz de kadınların Meclis’te “pantolon giymesine” erkekler çok uzun süredir karıştılar, hala karışıyorlar, o konuda neden tüm kadın ve erkeklerden itiraz olmadı veya bir defada “bütün kıyafetler serbest” bırakılmadı? Sonunda da yine “bir erkek tarafından” izin çıktı ve bu da “eh sırası şimdi geldi” diye kabul edildi?Perşembe günü Tansu Çiller Hükümeti’nin bir kadın milletvekiliyle beraberdim, “Biz yıllarca pantolon giyemedik, kar yağarken bile tayyörlerle gitmek zorundaydık, ne kadar ısrar ettiysek dinletemedik” diyordu, hala da öyle.. Bacağını bir tren kazasında kaybetmiş olan Milletvekili Şafak Pavey TBMM’ye girdiğinde onun pantolonla Meclis’e gelmesi “iç tüzük” bahanesiyle engellenmişti. Şimdi yıllar sonra ve Meclis’te türbana izin verildikten ve bu yönde sorular yoğun şekilde ortaya çıktıktan sonra TBMM Başkanı Cemil Çiçek “Pavey de pantolonla gelebilir” dedi.‘Bu kadar şeyden sonra’Başbakan Erdoğan’a türbanlı kadın milletvekillerinin Meclis’e girdiği günün ertesinde sorulmuş; “Bu kadar şeyden sonra pantolon filan hallolur” cevabını vermiş .. Peki pantolon özgürlüğüne neden onlarca yıl izin verilmedi de ancak türbandan sonra halloluyor, sormaz mısınız? Yani iktidar partisi neyi ne zaman yapmak isterse “özgürlükler” ancak o zaman gündeme gelebilecek ve gerçekleşebilecek, onlar istemeden lafı bile edilmeyecek.. Dillerden düşmeyen “demokrasi” bu demek ki..Pavey kendi durumunu istismar etmeden konuştu ama “Su içmenin bile yasak olduğu, hasta ve yaşlı haklarının bile düşünülmediği bir genel kurulda konuşuyorum. Olmayan bacağımın erkekler tarafından siyaset sohbetine dönüştürüldüğü bir genel kurulda, pantolon giymesi engellenen bir vekil olarak konuşuyorum” da dedi, kadın hakları, insan hakları bu demek ki.. (Devam edecek)