Duymuşsunuzdur; Hakkari Üniversitesi’nde 3 ırz düşmanı, ahlak yoksunu, utanma yoksunu öğretim görevlisi “not verme” karşılığında kız öğrencileriyle ilişki kurmuş, üçü ortak ev bile tutmuşlar. Tecavüzcüye ceza yerine teşvik veren mahkemelerle gelinen rezalet nokta bu işte, öğretim görevlileri öğrencilere tecavüz düşünüyor ve özel ev tutuyor.Telefon konuşmaları açıklandı, iğrenç ötesi.. Derhal cezalandırılmaları, bir daha da ders vermelerine izin verilmemesi gerekir ama biri (İ.Y ) tutuklanıyor, H.Y ile R.Y ise “kefaletle serbest” bırakılıyor. Bu serbest bırakılanların yaptığı konuşmalara bakınca bırakılmaları en az olayın kendisi kadar büyük skandal .. (Tecavüzcülerin ismi medyada neden gizleniyor, yazın şu isimleri millet yüzlerine tükürsün.)Bu mahkeme derhal ne hakla ve hangi hukuka dayanarak “suçluları” serbest bıraktığını açıklamalı, bekliyoruz! “Kadın örgütleri neyle meşguller ki sesleri çıkmıyor” sorusunu tekrarlamayı da unutmayalım.Özkök açıklama göndermiş!Balyoz darbe planı iddialarının orduda “yapılan bir seminer”e bağlandığı dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök iki gün devam eden ve Aytaç Yalman’la kendisinin basına yaptıkları konuşmalardaki soru işaretlerini gösteren yazımla ilgili “kendi yazdığı” bir açıklamayı göndermiş.Yazıdaki hiçbir konuda itirazı yok, sadece tek bir noktada “öyle söylemedim, böyle söyledim” diyor ve bunun düzeltilmesini istiyor ki onun söylediği ile benim yazdığım da aynı kapıya çıkıyor zaten.Bugün yerim kalmadığı için düzeltmeyi yapmıyorum ama bir ara yazacağım. Düşündüm de “bunlar hiç olmadı, ben böyle bir şey yapmadım, söylemedim” diyen yüzlerce insan, kendi silah arkadaşları yıllarca bekleyebildiklerine, kendisi de o yıllar içinde konuşmakta hiç acele etmediğine göre beklemeyi ve bekletmeyi seviyor olmalı..Sanıyorum bu durumu da anlayışla karşılayacak ve sabırla bekleyecektir! Açıklamasına teşekkürler.Cihat diye diye..El Kaide birçok ülkeden gelerek çatışma yaşayan Müslüman ülkelere sızıyor, çok güçlü olduğu için de sonra kendi adına o ülkeyi il il işgale başlıyor, kanlı eylemlerle korkutup sindirerek yayılıyor. Bunu da Allah yolunda “cihat” için yaptığına inandırıyor. Suriye’de olan da bu, şimdi çok sayıda militanlarının Türkiye’ye girmiş ve özellikle Güneydoğu’ya yayılmış olmaları da bu açıdan çok ürkütücü..Yabancı TV ve gazeteler durumu anlatıyor ve endişelerini belirtiyorlar.. CNN International’dan sonra İngiliz The Guardian gazetesi “Ankara’nın El Kaide’ci grupların geçişini kolaylaştırdığını, Antakya, Kilis, Reyhanlı gibi kentlerin açıkça üs olarak kullanıldığını, son 1 yılda İstanbul’dan Türkiye’nin güneyine giden uçakların Suriye’deki cihada katılacak erkeklerle dolu olduğunu” yazdı. Oysa bu örgütlerle bir kez ilişki kuruldu mu sonra kuranın kurtulması mümkün olmuyor, ileriyi gören hiçbir devlet böyle bir tehlikeye atılmaz.‘Allah affeder’miş..Halep’te El Kaide’ye bağlı ISIS militanları “Suriye askeri” zannederek kendi savaşçılarından birinin kafasını halkın önünde kesmiş. Sonra yanlışlarını anlayınca “Allah bir inananı yanlışlıkla öldüreni affeder” buyurmuşlar. Bu hesapça Kenya’da AVM’de öldürdükleri ve aralarında hamile Elif’in de olduğu 62 kişiden “yanlışlıkla” öldürdükleri herkes için de affedileceklerini sanıyorlar.Görüldüğü gibi “din, inanç istismarı”nın da kendini Allah yerine koyup, onun adına karar verenler için sonu yok, istismar başladı mı .. İslam “barış ve insanlık dini” olduğuna göre kafa kesmek, vahşet yapmak neden affedilsin, aklı olan “Allah’ın bu büyük günahı affedeceğini” nasıl söyler? Umalım da dini vahşetle karıştıran azılı terör örgütlerinin yanında yer aldığımız doğru olmasın! Su ve arabalar!Kış geldi, yine kedi yavrucukları ısınmak için araba motorlarına girmeye başladılar. Bir kez daha hatırlatmak istiyorum; lütfen arabalarınızı çalıştırmadan kapağı açıp motora göz atın, o sevimli bebekler parçalanmasınlar. Bir de lütfen kapınıza “bir kap su ile yemek artıklarını” koyun. Restorana gittiğinizde tabaklarda artan yemekleri bir paket yaptırıp bir köşeye bırakın.Aman steril yaşayalım, yanımıza, çevremize kedi köpek yaklaşmasın dediğinizde onlar yapayalnız ve şiddete de açık hale geliyor. Site yönetimleri, belediyeler hayvanları toplayıp en kolay yoldan ormanlara atıyor. Bazı belediye veterinerleri topluca zehirliyor, yapmayın bu kötülüğü!
Türkiye’de artık öyle çelişkilere, öyle inanılmaz olaylara şahit olunuyor ki şaşırma duygusu bile yitirildi.. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani PKK’yı hep destekledi, Türkiye’yi kaç kez tehdit etti, bizim Hükümet’in üyeleri sırayla ona hakaretler yağdırdılar ve bugün aynı Barzani krallar gibi karşılanıyor, onun Türkiye’ye gelmesi Hükümet için bir başarıymış gibi sunuluyor. “Barzani’nin tartışılmasını istemiyoruz” diyen yazarlar var. Neden tartışılmayacakmış, çok özel, çok makbul biri midir? Suriye’de PKK’nın uzantısı olan PYD’nin Kuzey Irak’taki gibi “özerk bir Kürt bölgesi” kuracağı ve bunu Barzani ’nin desteklediği biliniyor ki zaten PYD’yi Kuzey Irak’tan militan göndererek güçlendiren de kendisi.. PYD şimdi “özerklik ilanına” hazırlanıyormuş.Sahnede oyunlar!Bu arada “PKK ile PYD” arasında sürtüşme olduğu, Barzani ile PYD arasında güç çekişmesi olduğu gibi haberler çıkıyor, Barzani PYD’ye kızıyor “muş gibi” yapıyor vs. vs.. Ama sonuçta hepsinin “çıkarları ve hedefleri ortak” olduğuna göre bu tür haberlere ancak saflar inanır. Zamanı gelince bir bakıyorsunuz anlaşıvermişler.. Burada da Irak ve Suriye’deki özerk bölgeler birleşmiş, sıra gelmiş Türkiye ile İran’a.. ABD destekliyor, AB yıllardır Diyarbakır’a ayrı bir devlet gibi ziyaretler yapıyor, kime anlatacaksınız derdinizi?ABD istiyor çünkü..Gözden kaçırdığımız veya unuttuğumuz önemli bir nokta var. ABD; Irak-Suriye-Türkiye ve İran topraklarında bir Kürt devleti kurulmasını aslında “İsrail’in güvenliği” açısından destekliyor, uzun yıllardır PKK’ya gizli gizli destek vermesinin, “Türkiye’ye istihbarat vereceğiz” derken onlara silah vermesinin, ikili oyununu sürdürmesinin nedeni de buydu. Öte yanda Barzani ’nin ailesinde Yahudi Kürtler’in olduğu, aslında PKK’nın içinde de çok sayıda olduğu söyleniyor.Peki eğer gerçekten Barzani “İsrail için ABD ile birlikte” plan yapıyorsa, Suriye’de özerklik ilan edecek olan PYD böylece “Türkiye’nin geleceği” için de “özerk bölge” tehlikesi yaratıyorsa, PYD’nin özerklik ilan etmesi de Barzani’nin isteği ise.. Bizim ona “şeref konuğu” itibarı vermemiz ne anlama geliyor dersiniz?Bir hatırlatma daha.. Suriye’de PYD “Esad’ın yanında” savaşıyor, biz “Esad’ın karşısında” olan terör örgütlerine bile destek verdik.. Esad bu politikamız nedeniyle PYD’ye Kuzey illerini bırakıp çekildi ve böylece tüm Güney ve Güneydoğu sınırımız PKK-PYD oldu.. Yani bir yanda “Esad’la olanların” yanındayız, diğer yanda “karşısında olanların”.. Hepsini birleştirin, çıkan bulmacayı çözmeyi size bırakıyorum!Bu canilere idam lazım!Bazen gerçekten idam cezasının olması gerektiğini düşünüyor insan ve bunun “medeniyet” le ilgisi olduğunu da sanmıyorum. Kasıtlı olarak can alan veya çocuklar başta olmak üzere masum insanlara tecavüz eden, öldürenlerin cezası idam olmayınca cezaevlerinde bedavadan yiyip içip, sohbet ederek bir de üstüne ödüllendirilmiş oluyor, sonra da nasılsa siyasi çıkar için çıkarılacak “bir afla kurtulup” aynı vahşeti başkalarına yapıyorlar.Ağrı’da 16 yaşındaki kızlarını evlendiren ve kocası ile onun anasından aşırı şiddet gördüğünde tekrar eve almayan aileyi, bebeğini karlar içinde ölü doğurarak aklını kaybeden, sonra da aylarca tuvalette bir sandalyeye bağlanarak aç bırakıldığı için ölen zavallı Melek ’i ve ona bunları yapanları hala unutamıyorum. Bu caniler ömür boyu hapis cezası almalıydılar ama belki de şu anda serbest dolaşıyorlar.Bebeğe tecavüz!Antalya ’da ortaya çıkarılan “Kazım K olayı” da bir başka vahşeti anlatıyor. Soyadını neden vermiyorlar bu canilerin o da ayrı saçmalık, verin ki toplum kendini korusun.. Bir ailenin yanında kalırken 3 çocuğun anneleriyle ilişki kuruyor. Babayı da korkutmuş olmalı ki adam herşeye susuyor. Ve bu Kazım K. En küçüğü 2 yaşındaki 3 çocuğa akla gelmedik işkenceler yapıyor, duvarlara çarpıyor, dillerini kesiyor ve eve getirdiği bir arkadaşı da 2 yaşındaki çocuğa “birden fazla kez” tecavüz ediyor.Bu korkunç yaratıklar yakalanmışlar ama bakın mahkeme onlara ne kadar hafif cezalar verecektir. Ne Adalet Bakanlığı takip ediyor, ne Kadın ve Aile Bakanlığı, ne bir milletvekili , ne de kadın örgütleri.. O kadın milletvekilleri bu olayları okumazlar mı, üzülmez ve çözüm aramazlar mı, neden hiç sesleri çıkmaz anlamıyorum. Ama bu ve benzeyen davaların sonuçlarını halka bildirmek en azından ilgili bakanlıkların görevi olmalıdır. Batı ülkelerinde 10 yıl sonra bile “müebbet hapis” veriyorlar bu suçlara.. Aslında idam da verseler kimse üzülmez.. ADALET İSTİYORUZ VE SONUCU BEKLİYORUZ!
Dün Balyoz davasında mahkeme tarafından her nasılsa “tanık olarak çağrılmayan” ve kendileri de “dinlenseydik sonuç değişmezdi” veya “mahkeme böyle uygun gördü” diyerek özel yetkili mahkeme kararlarına tepki vermeyen, yıllarca susan dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın yaptıkları basın açıklamalarındaki soru işaretlerini yazmaya başlamıştım, devam ediyorum. Yalman ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök “başında oldukları karargahta”, hem de deniz-hava-kara kuvvetlerinin üçünün de suçlandığı büyük çaplı bir darbe hazırlığı iddiasında adeta ordunun başında kendileri yokmuş, başka bir ülkenin ordusunun başında imişler gibi olayların dışında kaldılar ve ne hikmetse en alakasız isimleri kolayca sorgulayan bu “özel” kurulmuş mahkemeler onlarla ilgilenmedi..Haberim yok!! Özkök ne zaman sıkışsa ya “bir şeyler biliyor ama anlatmıyor”muş havasında imalı konuşmalar yaptı veya sık sık “benim haberim yok, benim bilgim dışında” benzeri sözler söyledi. İkisi de “Balyoz diye bir şeyden habersiz” iseler, koskoca orduda bu kadar büyük çapta bir hazırlık nasıl yapılabildi, bu ordu “Yolgeçen Hanı” mıdır?Özkök neyi sakladı?Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman “Eğer ses kaydı elime geçseydi karargahımla paylaşır, gerekli incelemeyi yapardım” diyor. Böylesine önemli, “ülke için en tehlikeli senaryoların yer aldığı” bir seminerin ses kaydını bile dinlememeleri, hatta görüntü kaydı yaptırmamaları (ki Karargah’ta bir TV stüdyosu kadar kamera ve yönetmen olduğunu orada çekim yaparken biz gördük) ve bunları mahkemede izletmemeleri, dinletmemeleri nasıl açıklanabilir? Kim dinledi, Yalman Milliyet’e yaptığı açıklamada “ses kayıtlarını Genelkurmay Başkanı’ndan öğrendiğini” söylediğine göre ne zaman öğrendi, neden o gün gereğini yapmadı?Bu yalan atlanamazÖzkök “Ses kaydının ‘bilmediği kişilerce’ kendisine ulaştırıldığını, seminerin icrasını sağlayan Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman’a incelemesi için emir verdiğini” söylüyor. Bir Genelkurmay başkanı , “kendi emriyle yapılan” önemli bir seminerin ses kaydını “bilmediği kişiler”den mi alır? Daha sonra Aytaç Yalman’ın “Özkök’ün yaptığı açıklama üzerine yorum yapmak istemiyorum”dedikten sonra (Milliyet röportajı) “Ses kayıtlarını görmediğimi, bu konuda hiç kimseden araştırma yapmam istenmediğini özellikle belirtmek isterim. Görseydim karargahımla paylaşırdım” sözleri ortada bir yalan olduğunu ve bunların sorgulanması gerektiğini göstermez mi?Çelişkiler ve görev!Hilmi Özkök “Ben görevdeyken ve sonrasında hiç kimseyi şikayet etmedim, dava açılmadı, tutuklanan olmadı. Dava açılınca bana iftira atanlar hakkında dahi aleyhte bir şey söylemedim. Hepsinin pırıl pırıl olduğunu düşündüğümü söyledim” diyor ki bu ima ile “hepsinin pırıl pırıl olduğu” çelişkisi ilk anda dikkat çekiyor.. Bu cümleler onun zamanında “bir hata gördüğünü ama görevini yapmadığını” anlatmıyor mu? (Bunu ilk konuşmaları sırasında çok önceden de fark etmiş ve yazmıştım, şimdi daha da netleşti).. Bildiklerini Aytaç Yalman ve diğer komutanlarla paylaşmamış, Karargah’ta tartışmamış, zamanında inceleme yapmamış” ama bu hala açıkça söylenmiyor. Yalman’ın kitabını beklemek gerekiyor, inanılır gibi değil.Mahkeme nasıl dinlemez?Bir de özel yetkili mahkemelerin “kendilerine özel tanık seçmeleri” konusu var. 15-20 yıl ceza kestikleri davalarda “tanık ve bilirkişi dinlemeyi” sevmiyorlar, sadece canlarının istediği kişileri dinliyor, istediklerine inanıyorlar. Aytaç Yalman “geçen 3 yılda ifade vermek için çok gayret sarf ettim ama kabul edilmedi. Bunun nedenini bazıları ‘benim ifadem alınsaydı davanın çökeceği’ şeklinde ifade ettiler” dedi, bu ne demektir? Aynı şekilde Hilmi Özkök “Işık Koşaner ve Kuvvet Komutanları topluca sanıklar için tanıklık yapmaya gittiler, mahkeme kabul etmedi. Ben de gitseydim dinlenmezdim” demişti. Bu mahkeme normal mahkeme değil, “hukuka aykırı bulunarak kaldırılmış” buna rağmen sadece bu davalara bakmalarına göz yumulmuş “özel yetkili mahkeme”.. Bu hukukta olamayacak şey konusunda toplum ve medya rahatsız iken ve bu dava dünyanın gözünde TSK’ya “21’inci yüzyılda bile darbe planlıyor” imajı vermiş iken “Siz bizi nasıl dinlemezsiniz, biz bu ordunun başındaydık, orada (kendi ifadeleriyle) suçsuz ve pırıl pırıl insanların, bizim komuta ettiğimiz askerlerin hayatı bitiriliyor” diyerek tepki vermek akıllarına gelmez miydi? Ki yıllar süren davalara Fransız kalarak hiçbir şey olmuyor gibi yaşamlarına devam ettiler.Vicdanlar sızlıyor!Bu yazıyı yazmak için bekledim, araştırdım, düşündüm, bir yüreğe sahip herkes gibi benim vicdanım da yapılanları kabul etmiyor.. Yüzlerce asker “işlemedikleri suçlardan” mahkum edildiler (ki buna Ergenekon’la dünyanın bile güldüğü komik bir bağlantı kuruluveren İlker Başbuğ da dahildir) ve bu davalar aklı olan kimseyi inandıramadı. Örneğin hayatı birinciliklerle geçmiş genç Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin 16.5 yıla mahkum edilmesi, nikahının bile Hasdal Cezaevi’nde kıyılması, çok sayıda genç ve “emekliliğini kazanmamış” askere verilen ve ailelerini de maddi sıkıntılara mahkum eden uzun hapis cezaları tüm vicdanları sızlattı. O zaman, ortada bu kadar “soru işaretinin, yalanın, çelişkinin, birbirini yalanlayan ifadelerin, sahte belge ve CD’lerin, sözüm ona ‘sehven’ polis tarafından eklenmiş uydurma bilgilerin” olduğu davalara, başta Balyoz olmak üzere yeniden bakılması gerekir. Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök’ün ifadeleri çelişkilidir, açıklanamayan çok nokta mevcuttur.Bu kadar büyük çaplı bir adaletsizlikle yaşanamaz ve buna susulamaz!
Bu yazı uzun sürecek ama söz konusu olan yüzlerce insanın ve ailelerinin hayatıdır, dikkatle okumak ve DÜŞÜNMEK gerekiyor.“Balyoz sanıkları söz konusu dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın basına yaptığı açıklamadan ümitlenmişler” gazetede çıkan haber böyleydi.. Yalman’ın “duruşmada dinlenmediğini” ifade eden hükümlü komutanlar yazılı cevaplarında “Yalman’ın Balyoz darbe planından haberi olmadığını, seminerdeki konuşmaların ‘sadece disiplin suçu’ oluşturduğunu’, seminere katılmamış olan 134 denizci ve 41 havacı subayın 16-20 yıl hapis cezası almasına sebep olan sahte CD’lerin kimler tarafından oluşturulduğunun araştırılması gerektiğini ifade etmesinden ve ‘bildiği tüm gerçekleri’ yayımlayacağı kitabında açıklayacağını belirtmesinden son derece umutlandık” demişler.Hükümlüler bu sözlerin “yeniden yargılama” için kuvvetli delil olduğunu da belirtmişler. Aytaç Yalman açıklamasını oldukça öfkeli bir şekilde yaptı ve kendisine uzun süredir verilen tepkilerden, hatta eşinin bile hakarete uğradığından söz ettiği için de “asıl mağdur kendisiymiş gibi” göründü.. Belki de öyledir, hatta belki de ikisi birden mağdur ama “içerde” olan diğer mağdurlar adına Yalman ve Özkök ifadelerinin “birlikte ve dikkatle” incelenmesi gerekiyor. Çok fazla soru işareti var, özellikle de “15-20 yıllık hapis cezaları” verilmesi için!Asıl haksızlık!Mesela.. Aytaç Yalman’ın bizzat bana telefonda “TSK şu anda araştırma yapıyor, onun bitmesini bekliyorum, eğer bir darbe hazırlığı iddiası varsa bunu sadece 4 kişi bilir ve konuşabilir. Ben, Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ” demesinin üzerinden en az dört yıl geçti (ve ben defalarca televizyondan ve köşemden kendilerine çağrı yaptım). Bugün hâlâ “Suçsuz olduğuna inandığım arkadaşlarıma haksızlık yapmamak için susuyorum” diyen Yalman’ın bu uzun süre içinde tutuklu vaziyette hapsedilen, şimdi de mahkum edilenler arasında olan “suçsuz arkadaşları” adına, yine kendi ifadesiyle “TSK’nın dava ile ilgisi olmadığına inandığı fedakar ve cefakar personelinin bir an önce masum olduklarının anlaşılması” adına susması mı, “kitabımı bekleyin” demesi mi yoksa zaten 4-5 yılı içerde geçirmişlerken bir an önce bildiklerini anlatarak “suçsuzlar” kim ise onların kurtarılmasını sağlaması mı gerekirdi. “Askerlik mesleği itaate dayanır, alt rütbeliler ile emri verenler bir düşünülmemeli” sözünü en başta söylemeleri ve alt rütbelerin ağır cezalar almalarını engellemeleri gerekmez miydi?Ayrıca, örneğin Büyükanıt “en iyi bilecek olanlar” arasında gösterilmesine rağmen ne anlatmıştır? Özkök ve Yalman’ın Seminer’den mesul, “en sorumlu 2 isim” olmalarına rağmen bu kadar önemli bir semineri sonradan duymaları nasıl açıklanabilir, mesela “ben o günlerde çok meşguldüm” demek nasıl bir sorumluluktur? Ayrıca ikisi de bu seminerin “sadece bir gününde, en tehlikeli senaryoda maksat aşıldı, gerçek isimler kullanılmamalıydı” dediklerine göre en tehlikeli senaryoyu izlememiş, ses kaydını bile dinlememiş olmaları nasıl açıklanabilir? Seminerdeki bir senaryoda “gerçek isim kullanıldı diye” ömür boyu hapis cezaları konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yok muydu? Şimdi Aytaç Yalman’ın söylediği “Seminerdeki konuşmaların sadece disiplin suçu oluşturduğunu”, sahteliği defalarca kanıtlanmasına rağmen “delil kabul edilen CD’lerdeki bilgilerin uydurulmuş olduğunu” da mı belirtemezlerdi?Seminer ve Balyoz..Seminer ile “Balyoz iddiası”nın farklı şeyler olduğu, Balyoz’da “seminerden alınmış ses kayıtları kullanılarak ve ikisi birbiriyle bağlantılı havası verilerek sahte CD’ler hazırlanmış olması” bilinirken bugüne kadar; CD’lerin sahte olduğunun asker gözüyle de açık olduğu, belgelerde imza olmadığı, seminer sırasında “öğrenci” veya “dünyanın öbür ucunda görevli” askerlerin bile ceza aldığı bilinirken, “birbirini tanımayan ve örneğin denizde olanların” nasıl darbe hazırlığı yapacağı, CD’lerde kullanılan fontların Microsoft firması tarafından “o yıllarda mevcut olmadığının açıklanması”, bilirkişi raporlarıyla da ortaya konan tarih ve mekanlarda yapılmış yanlışlar onları hiç mi ilgilendirmedi ki sustular ve örneğin Özkök “yargılamayı adil bulduğunu” bildirdi?Devam edecek
Keşke, keşke “bazı konuşmalar” sırasında ağızlardan akan ballar gerçek olsaydı.. Keşke Türkiye sorunlarını halletmiş, toplumunu rahat ve huzur içinde yaşatan; dostluğun, hukukun, adaletin ve doğru siyasetin sağlandığı medeni ülkeler gibi olsaydı.. Olmasına izin verilseydi..Başbakan Erdoğan bazen konuşmalarında o öfkeli havasından çıkıyor ve insanı şaşırtan, duygulu, güzel şeyler söylüyor. Türkiye Uzlaşma ve Toplumsal Kalkınma Vakfı’nda yaptığı konuşmada Hacı Bektaş Veli’den sözler okumuş. Alalım:“Sevgi muhabbet kaynar yanan ocağımızdaBülbüller şevke gelir, gül açar bağrımızdaHırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızdaAslanlar, ceylanlar dosttur kucağımızda”..Dinleyenlere “bugünün Türkiye’sini veya yönetim tarzını” birazcık bile olsa anımsatıyor mu bu dizeler? Maalesef “evet” diyecek, hatta “yetmez ama evet” diyecek kimse çıkamaz. Ocakta “sevgi-muhabbet” değil, “kavga-şiddet” kaynıyor.. Bağırlarda “gül” değil, “dikenler” açıyor.. Nereye baksak “hırs ve kin” görüyoruz, şiddet görüyoruz ve bunu hiçbir aşk gideremiyor.“Aslanlarla ceylanların dostluğu”na gelince.. Bırakın bunu, sadece ceylanlar; ülkenin gençleri bile kutuplara bölünmüş, “sokaktaki yüzde 50-evdeki yüzde 50” diye birbirlerine düşman gibi söz edilir olmuş. Ne demiştik, keşke bu sözler gerçek olsaydı, “Ayrıştırıcı siyasetin diliyle konuşmayacağız” derken tüm siyaset “ayrıştırma” üstüne konuşlanmış olmasaydı.. Kim istemezdi ki?Demokrasi paketi ve Sarıgül!Başbakan Erdoğan’ın grup konuşmasında da yorumlanacak önemli vurgular var ama şimdilik sadece üç noktaya hemen dikkat çekmek mümkün. Birincisi; “Demokrasi paketiyle ilgili olarak muhalefeti suçlaması.. Tamam her taşın altından muhalefete bir suç çıkarılıyor velakin burada açıkça yok..“Gelin 48 maddede mutabık kalındı, hiç olmazsa bunu Meclis’ten geçirelim dedim, kabul etmediler” diyor Erdoğan.. Oysa o demokrasi paketinde “seçim barajını düşürmek, parti içi demokrasiyi sağlayacak seçim sistemi getirmek, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığının mutlak olması” gibi demokrasinin olmazsa olmazı şartlar bulunmadığı gibi “vatandaşın gösteri ve seyahat hakkının hükümetler tarafından kısıtlanmasını” sağlayacak değişiklikler vardı ve muhalefet içinden de hukukçular bunlara itiraz ettiler.Büyük ilgi!!Kaldı ki arkasından gelen “özel alana bile müdahale girişimleri” de bu paketin samimi olmadığını gösterdi. Anayasa, yasalar oyuncak değil, “bugün böyle yapalım da yarın değişir” denecek bir mesele değil, o zaman da aceleye gelemez, bunu takdir ederler herhalde.Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye geçmesi konusu ise iktidar partisini önce Gökçek’ten başlamak üzere çok rahatsız etti nedense.. Oysa AKP’ye geçenlerle diğer partiler hiç böyle ilgilenmiyorlar. Başbakan bu konuda Sarıgül için “bir taraftan yolsuzluk dosyasıyla ihraç edeceksin, şimdi can simidi gibi ona yapışacaksın, böyle mantık olur mu” dedi.. Eğer “yolsuzluk dosyaları” söz konusu edilecekse Meclis’te bekleyen “milletvekillerine ait” kaç yolsuzluk dosyası olduğunu hatırlamak lazım.Dosyalar çıkar..Elbette “kötü örnek” örnek olamaz ama Sarıgül defalarca “Varsa dosya çıkarsınlar” da dedi.. Eh, bu durumda “eşit haklar” adına diğer siyasetçi dosyaları da hemen açılır, onun da varsa dosyası çıkar, herşey şeffaf olur, doğrusu budur, vur-kaç metoduyla, karşılıklı laf atmalarla halk kime inanacağını bilmiyor.Bülent Arınç’la anlaşmazlık konusunda ise Başbakan “Biz dava ortaklığı yapmış, kenetlenmiş bir partiyiz” diyor ama (gerçek) demokrasilerde milletvekilleri “farklı görüşler” açıklayabilmelidir.. Ayrıca partisinin kurucuları olan bazı isimlerin sık sık ve samimiyetle “yapılanları eleştirdiği” de duyuluyor. Bu nedenle Arınç’ın eleştirisiyle doğal olarak ilgilenenlere de hemen “parti bölünsün istiyorlar” demek yanlıştır, kendisine dışarıdan “birilerinin” yaptığı provokasyonlara aldanmamak gerekir. Diyeceğim bundan ibaret!Zavallı leopar!Diyarbakır’da iki çobana saldıran genç (ve az rastlanan bir cins) leopar saldırdığı çobanın amcaoğlu tarafından öldürülmüştü biliyorsunuz. Tabii bu durumda insanı kurtarmak için vahşi hayvanın vurulmasından başka çare yoktu.Diyarbakır’a 4 kişilik bir bilim adamları ve doğaseverler ekibi gelerek leoparın saldırısına uğrayan Kasım Kaplan’la görüşmüş. O da “Keşke o gün oradan geçmeseydik ama biz bu olayı yaşamasak bile kim görse onu öldürürdü” demiş. Okuyunca düşündüm; zavallı kedi, ve köpeklere her türlü acımasızlığın reva görüldüğü bir ülkede “doğadaki vahşi cinsler”in korunması mümkün mü? Birçok ülkede bu tür hayvanlar için özel milli parklar yapılıyor, koruma altına alınıyorlar, bizde devlet “çocuklar ve kadınlar”ın korunmasına özen göstermezken onları mı koruyacak..Ceza Kanunu’na alınmalı!HAYTAP Yönetim Kurulu Başkanı Avukat Ahmet Kemal Şenpolat “Hayvanları Koruma Yasası’nın hayvanları korumadığını, onlara gösterilen şiddete (Kabahatler Kanunu yerine) Ceza Kanunu içinde yer verilmesi gerektiğini” ısrarla söylüyor. Bu nedenle bir grup sanatçı ile birlikte Başbakan Erdoğan’la görüşme yaptılar.Bu değişikliğin en kısa zamanda yapılması gerekiyor, tabii “medeni bir ülke” isek.. Sadece inşaata ağırlık vermek medeniyete yetmiyor, bunlar da şart!
Valilerin, okul müdürlerinin “tak” diye söylenince “şak” diye işgüzarlık eylemine geçmesi iyice komediye dönüştü.. “İnsanların evlerinin içine bile müdahale, konut dokunulmazlığına saldırı” konusunda valilerin işgüzarlıkları görüldü, şimdi de Antalya’da Gazi Anadolu Lisesi Müdürü Hayri Bahşi herhalde “okuldan alınırım” korkusuyla olmalı “Andımız” konusunda öğrencileri tehdit etmiş.İstiklal Marşı töreninde marştan sonra topluca Andımız’ı söyleyen öğrencileri önce mikrofondan azarlamış, sonra da öncülük eden öğrenciler hakkında SORUŞTURMA başlatacağını, DİSİPLİN CEZASI alacaklarını söylemiş. Nedir bu, aileler çocuklarını Gestapo’ya mı emanet ettiler, onların gururu, onuru nasıl böyle sorumsuzca kırılabiliyor ve korkutularak, sindirilerek psikolojileri bizzat okul yönetimi tarafından bozuluyor?Suçları Türk’üm demek mi?Bu gençler sizin ve devleti yönetenlerin Andımız’a olan tepkilerini, kaldırılma kararını filan anlamamış olabilirler ki milyonlarca vatandaş da anlamadı zaten.. Soruşturma açılacak olan ne? Öğrenciler “Türk’üm, doğruyum” dediler diye mi disipline gidecekler? E saçmalığın bu kadarı fazla artık, milleti kışkırtmak için aransa daha kısa ve etkili bir yol bulunamazdı. Bu ülkenin gençlerini rahat bırakın, bir yandan “din-gelenek” bahanesiyle yapılan Arabistan benzeri baskılar, diğer yanda “milli duygularına” yapılan baskılarla daha hayata atılmadan bu ülkede, bu zamanda doğduklarına pişman olmasınlar!Vatandaşa “gavat” diyebilen, protesto edenler için “yakalayın, getirin onu” diye Gestapo benzeri emirler yağdıran vali yetmedi, okul müdürlerinin hakaretine geldi sıra.. Balık baştan ayağa böyle kokuyor işte!Bravo Türkiye!Ne muhteşem fotoğraflardı 10 Kasım’da saat 9’u beş geçe çekilen ve VATAN’ın ilk sayfasında çıkanlar.. Tokat’ta bir evi boyamakta olan işçiler, fırçalarını bırakmış saygı duruşunda.. Bodrum’da bacaklarının engelli olduğu görülen, gayet şık giyinmiş bir genç tekerlekli sandalyesinden kalkmış saygı duruşunda..Büyük gazetelerin manşetlerinde ellerinde bayraklarla Anıtkabir’e koşmuş olan milyonlarca vatandaşın oluşturduğu mahşeri kalabalık.. Türkiye Ata’sına en içten saygı ve sevgisini, bağlılığını her geçen yıl daha da fazla gösteriyor, her geçen yıl onun değerini daha da fazla takdir ediyor. Onun döneminde baskı olduğunu iddia edenler, 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde giderek “en özel alanlarda, en ağır baskıların” geldiğini gördükçe söyleyecek söz bulamıyorlar.Adı budur!“Atatürk” onun adı.. Bu ülkede yaşayan kadirşinas her vatandaşın, “onun kazandığı topraklar, onun kurduğu Cumhuriyet ve sağladığı özgürlük sayesinde bugünlere gelindiğini takdir eden” herkesin ATA’sı O.. Israrla söyledikleri gibi yalnızca “Gazi” değil, yalnızca “Mustafa” değil, sadece “Mustafa Kemal” değil, Gazi Mustafa Kemal “Atatürk”..Ve hep yaşayacak!Sandığa gitmeyenler!Şimdi anlatacağım vatandaş tepkisi bana göre “haklılık payı olmasına rağmen” yanlış.. Bana göre tam aksine bundan sonraki seçimlerde “daha önce o veya bu nedenle sandığa gitmeyen herkes, özellikle de ‘şuna gücendim gitmem, buna kızdım gitmem’ diyenler mutlaka oy vermeli” ve böylece ülkenin kaderini değiştirebileceğini bilmeli.Zira bu anlayış şimdiye kadar zarardan başka bir şey getirmedi, cezalanan partiler değil, toplum oldu.Bir okurumuz; “Ben niye gözümü kaybettim Gezi’de? Neden sürüklendim adliyede yerlerde? Neden onca dayak yedim nezarethanelerde?.. Muhalefet partileri alacakları fazladan 2-3 belde/belediyenin hesabını yapıyor.. UCUZ MUHALEFET yapıyorlar çünkü!! Peki benim günahım ne? Oylarım bölünecek yine, kime oy versem nafile.. Ölümden korkup niye sıtmaya razı oluyorum.Ortak aday, seçim anlaşması, birleşme veya bir başka yol ile yerel seçimlerde muhalefet partileri “TEK BİR ADAY” etrafında birleşmediği takdirde hiçbirine oy vermeyeceğim, çünkü oy kullansam da hiçbir şey değişmiyor. Madem benim istediğim olmuyor, sizinki de olmayacak” diye yazmış. Haklı ve böyle düşünen çok fazla insanla karşılaşıyorum ama.. Eğer muhalefet partileri inatla bunu yapmazlarsa ki yapmayacaklar yine de sandığa mutlaka gidin.Böyle düşünen herkes sandığa gider ve “sadece barajı geçeceği kesin görünen” partilere oy verirse çok farklı bir sonuç çıkabilir. Asıl önemli olan o “barajın düşürülmesi”.. Yine unutturuldu ama inanın asıl önemli olan o!
AKP’nin Kurucu Genel Sekreteri ve Başbakan eski Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır giderek tepkilerin arttığı “öğrenci evleri” konusunda “hiç kimsenin temel hak ve özgürlükleri kısıtlama” yetkisi olmadığını, bunun “düşünce açıklaması olmanın ötesinde bir baskı olduğunu” söylemiş.Yalçınbayır açıklamasında “Biz AK Parti’yi ‘muhafazakar demokrat’ olarak kurmadık, kuruluşunda ve sonrasında hiçbir yazılı metinde muhafazakar demokrat olarak yazmaz. Muhafazakar demokrat derseniz, muhafazakarlığı bir baskı unsuru haline getirirsiniz” diyor ve bu konunun Abdüllatif Şener ile Tayyip Erdoğan arasında tartışma konusu olduğunu, Şener’in bu nedenle ayrılıp ayrı parti kurduğunu anlatıyor. Şimdi tabii “muhafazakar” dediğinizde hem eski geleneklere sıkı sıkıya bağlı ve gelişmelere-değişime tümüyle kapalı insanları etkilemeniz, baskılara sebep olarak kullanmanız, inandırmanız ve bunun üzerinden çağdaş insan ve partileri kötülemeniz mümkündür, hem de “dindar” anlamında kullanarak din üzerinden etkilemeniz ve dini sahiplenmeniz mümkündür. Bunların hepsi yapılıyor da “demokrat” sözcüğü yapılanların neresinde yer alıyor o belli değil. ‘Muhafazakar-demokrat’ın ikinci kısmını “BASKININ OLMADIĞI” hangi kurum ve eylemlerden anlamalıyız mesela? Hatırlayabilen var mı?Özgürlükler meselesi!Yukarıdaki yazının devamı olarak Cumhurbaşkanı Gül’ün 10 Kasım Atatürk’ün “ölümsüzleşme tarihi”nde yaptığı konuşmadan bazı vurgulara dikkat çekmek mümkün..“Türkiye Atatürk’ün hayalini gördüğü ülke olma yolundadır” ..“Öncülük ettiği reformların ve özgürlüklerin önünü açmıştır..“Demokrasinin ülkenin önüne bir ideal olarak konulması başlı başına tarihi adımlardır” diyor Cumhurbaşkanı.. Oysa artık Türkiye’de bırakın sokakta insanların baskı altına alınmasını, en temel insan hakkı olan “konut dokunulmazlığı, özel alan özgürlüğü” gibi konular bile devlet baskısıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Bunlara bile “Biz uygun görüyorsak kimseyi dinlemeyiz” diyerek dokunuluyorsa, dokunulacak ve insanlar evlerinde bile “komşuları tarafından gözetlenip, özel hayatları hakkında hesap vermek zorunda bırakılacak”sa, bunun yanında toplum keyfi şekilde “şunlar dindar, bunlar değil” diye bölünüp kutuplaştırılıyorsa ne özgürlükten, ne demokrasiden söz etmek artık mümkün değildir. Tabii “bilirkişi raporları, avukatlar bile dinlenmeden verilen özel yetkili mahkeme kararları” ile insanların 15-20 yıl hapis cezalarına mahkum edildiği ülkede hukuktan da söz edilemeyeceği gibi.. Bu nedenle “Atatürk’ün özlemini çektiği ülke, reformlar ve özgürlükler, demokrasi ideali” gibi ideal tanımlar günümüze pek uymuyor. Küçük bir hatırlatma yapayım dedim.‘Kemalist’ değil, ‘laik’ rejim!Daha önce de yazdım, aynen bir yana sanki “devletin din ve inançlara karşı tarafsız olması, bir din-inanç ve mezhepten yana taraf olmaması”nın doğruluğuna inanan insanları” yani “Laikleri” diğer tarafa sanki onun karşıtı imiş gibi “Müslümanları” koymak yanlışı gibi bu.. Büyük bir yanlış.“Kemalist dönemde devlet alanlarında başörtüsü yasağı” demek.. Kemalist dönem ne demek, “laik rejim”den söz ediliyor ve bu rejimde sadece “başörtüsü”ne devlet alanlarında kısıtlama var demek doğru değil, laiklik kamusal alanlarda; devlet okulları ve kurumlarında “tüm dini simge, kıyafet ve uygulamalar”ın olmaması gerektiğini söylüyor.. Örneğin AİH Komisyonu o nedenle Türkiye ile ilgili olarak “bir üniversitenin giyim konusunda düzenleme yaparak dini simge yasağı koymasını” dini inanç özgürlüğüne aykırı bir davranış saymamıştır.Komisyonun kararı..“Avrupa ve ABD’de üniversitede başörtüsü ile okunuyor” diyebilirsiniz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesinde din ve inançları açıklama özgürlüğünün sınırsız olmadığı belirtilmiş, AİH Komisyonu da kararını “özellikle ‘nüfusun büyük çoğunluğunun aynı din ve inançtan olduğu’ ülkelerde dini baskıların ortaya çıkmaması için laiklik kurallarının daha sıkı uygulanabileceği” gerekçesine dayandırmıştır. Komisyon aynı kararda, “bir öğretim üyesinin kendi ibadet saatlerinde-çalışmaya mecbur edilmesinin AİH Sözleşmesi’nde öngörülen “din-inanç özgürlüğüne aykırı olmadığı”nı da belirtmiştir. Bugüne kadar hep yanlış anlatıldı, siyasi propaganda aracı yapıldığı için hiç değinilmedi, yazarların-akademisyenlerin çoğu da popülist kolaycılığa kaçarak göz ardı etmeyi tercih ettiler ama İnsan Hakları Sözleşmesi bu şekilde ve mesele “sadece başörtüsü veya namaz” değil, genel olarak “tüm dini kıyafet ve ibadetler” konusudur..O nedenle de, kıtaları kapsayan insan hakları sözleşmeleri, komisyon kararları sadece bir ülkeye özgü olmadığı için “Kemalist dönemde kamusal alanda örtünme denirdi” benzeri vurgular doğru değildir.Niyet kötü olunca..Benim bazı yazılarımdan paragrafların kötü niyetle ve kasıtlı şekilde çıkarılarak “anlam değiştirtildiğine” rastlıyorum. Bugüne kadar sadece “laikliğin gerçek uygulaması” çizgisinde kaldım ve sadece “devlet alanlarında kısıtlama olmasını” İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde değerlendirdim. O cımbızla çekilen paragrafların devamında mutlaka bu açıklamalar yer almıştır, bunu da bilgilerinize sunuyorum!
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek ‘twitter’ın da yardımıyla tam bir polemik kurdu oldu çıktı. Öyle kurnazca kışkırtmalar yapıyor ve en açık-net olayları bile başarıyla ters yüz ediyor ki yetişmek zor. Mesela devamlı olarak Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili olumsuz ve onu kışkırtacak oltalar atıyor, balık oltaya gelirse umuduyla.. Balık gelmiyor, o da cin, bu kez daha da provokatif bir laf giriyor devreye.. Son olarak “Mustafa Sarıgül’ün CHP Genel Başkanı olacağı yemi”ni çok sevdi, daha İstanbul belediye başkan adayı olmadan başladı “Baronlar onu istiyor, Baykal’ı da onlar gönderdi, bugünden itibaren Sarıgül genel başkandır” vs, vs..Baykal eğer özel hayatına dikkat etseydi gider miydi, kimse kurultaysız gönderebilir miydi, tamamen kendi hatası oldu.. CHP Meclis’te türban konusunda uyumlu davrandı, olay yok.. Sarıgül barış havası içinde Kılıçdaroğlu’nun elinden “üyelik kartını” aldı, olay yok.. E olay lazım.. Gökçek de bunu görev biliyor.Gökçek’e cevap..Geçen Cuma akşamı Samanyolu TV’de Kılıçdaroğlu ile röportaj vardı, orada da Gökçek benzeri bir Sarıgül sorusu sordular. Milletin özlediği “demokratik lider cevabını” verdi; “Genel başkan olmak isteyen herkese yol açık. Kurultaya gidilir, kim seçilirse o başkan olur. Siyaset özgüven işidir, ben sonsuza kadar kalmaya gelmedim”.. Bu Gökçek’in sözlerine de cevap gibi değil mi?Birileri ise “yağ çekeceğim” diye AKP’ye “Tayyip Erdoğan giderse parti biter” sözleriyle saygısızlık yapıyor, partiler “aynı genel başkanın varlığı ile var oluyor” ise onun dışındakiler yok sayılıyor demektir ve aynı zamanda mevcut genel başkan iyi bir sistem kuramamış demektir. Yağcılık da, kışkırtmacılık da yaramıyor!Canlı bomba!!Uzun zamandır ‘en önemli konumuz bu’ diyerek El Kaide tehlikesine dikkat çekmeye çalışıyorum, Cuma ve Cumartesi yazılarım da aynı konudaydı; El Kaide ve diğer radikal İslamcı, cihatçı terör örgütleri Türkiye’ye girdiler ve “bombalı eylem yapabileceklerini” de daha önce “sınır kapılarını bize açmazsanız” diyerek bildirmişlerdi, Hükümet hemen diğer konuları bırakıp önlem almalı diyordum.Dün “Almanya’da ve Türkiye’de polisin alarma geçtiği, intihar bombacısı Alman repçinin Türkiye’de eylem yapacağı” açıklandı. Bu konu maalesef tamamen “Hükümetin Suriye’de izlediği politika ve Türkiye sınırlarını yolgeçen hanından farksız olması” ile ilgilidir, bu örgütler desteklenmiş, yüzlercesinin Türkiye’ye girmelerine de izin verilmiştir. Acaba Hükümet hala herşeyi bir yana bırakıp halkın güvenliğini sağlamayı düşünmüyor mu?Bütün ülkelerin verdiğinin toplamından fazla paramızı mültecilere akıttık, en olmayacak bir hatayı daha yapıp “sınavsız-parasız üniversite veririz” de dedik. Hiç değilse ihmal yapmayalım!Ata’ya saygı zinciri!Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ü ölümünün 75’inci yılında sevgi, saygı ve minnet duygularıyla anıyoruz, nurlar içinde yatsın.. Kadıköylüler de Ata’mızı 6.5 kilometrelik sahil yolu boyunca el ele oluşturulacak “Ata’ya saygı zinciri” ile anacaklarmış. Katılımcılar, bugün Kadıköy Belediyesi gönüllülerinin öncülüğünde Fenerbahçe(Kayıkhane)-Bostancı (Çatalçeşme) arasında yan yana ellerinde Türk bayraklarıyla zincir oluşturarak saat 9’u 5 geçe saygı duruşunda bulunacaklar, teknelerde sahile yanaşarak sirenleriyle katılacak.Haydi İstanbul, haydi Türkiye; Ata’nı unutma, unutturma!