Bu, bir iktidar mücadelesi, siyaset meselesi olmaktan çıkmış, bir mide meselesi hâline gelmiştir. Siyasetin, iktidar mücadelelerinin, ne kadar tartışılırsa tartışılsın bir adabı vardır, raconu vardır. Bu durumuysa sağlıklı midelerin kaldırması zordur.Akıl, mantık, vicdan, hakkaniyet, ilke, etik kelimeleri iyice yok olmuştur, sadece öldürme, yok etme savaşı vardır ve bu savaşı verenlerin sözlüğünde o kelimelerin hiçbiri yoktur.25 Mart’ta bir kaset çıkacak, Tayyip Erdoğan siyasetten silinecek diye yürüyen bir savaşı kabul etmek, bu seviyesizliğe göz yummak, siyasi kavramlarla açıklanamaz, ruhi tahlillerle açıklanabilir.Bu savaşın yürütücülerinin, onların payandaları ve işbirlikçilerinin bir siyasi hedefi de aslında yoktur. Siyasi hedefi olanların bir siyasi programı olur, bir iktidar planı ve önerisi olur, bunlar halka anlatılır ve yapmak için yetki istenir.Nasıl noktalanacak?Ortaya sürülen onlarca kayıttan istenen sonuçlar alınamayınca belden aşağı vuruşlara geçilmesi bir siyasi mücadeleyi anlatmıyor.Bu pislik üç gün daha devam edecektir. Sonra sandıkta halkın neyi nasıl gördüğü ortaya çıkacak.Bu savaşı böyle yürütenler, şimdiden sandık sonuçları için kuşku yaratma faaliyetine de başladılar.CHP-MHP’nin Ankara adayının, “yüz silahlı adam geldi” demesi bir hazırlığa işaret ediyor. Bu bir uyarı değil bir tehdittir.Bu yüksek gerilim sandıktan çıkana saygı gösterilmesiyle noktalanacağa benzemiyor. Savaşı yürütenlerin, 30 Mart akşamı ne sonuç çıkarsa çıksın, cumhurbaşkanı seçimi sürecinde de savaşı aynı tempoda yürütecekleri anlaşılmıştır.Bu savaş türünü sağlıklı midelerin kaldırması gerçekten zordur. Midem kaldırmıyor, ama ne olursa olsun yeter ki Erdoğan gitsin, mantığının mideden çok fazla şeyleri kirlettiğini göremeyecek kadar sürüklenmiş olanların sesi de yüksek perdeden çıkmaya devam ediyor.Son Baykal’la ilgili kaset olayı da midenizi bozmadıysa, bozmuyorsa, size söylenecek bir şey kalmamıştır.
Bir noktada en katı pozisyonları alanlar bile, “buraya nasıl geldik” diye düşünebiliyorsa siyaset alanı açıktır. Siyaset de çözüm ve uzlaşma üretebilir.Oysa bugün vardığımız noktada siyaset alanı her gün her dakika biraz daha daralıyor, kapanıyor.Şu anda tek endeksli bir siyasi mücadelenin içine herkes sıkışmış durumda, buraya nasıl gelindiğini düşünmedikçe ve çıkış politikaları üretilmedikçe de, köşeye sıkışmış vahşi hayvanlar misali bir savaş esas hâline geliyor.Tek endeks Tayyip Erdoğan’dır, her gün biraz daha kuvvetli olarak tek endeks olarak kalmaya devam ediyor.Siyasetin ihtiyacı olan “aydın” veya “entelektüel” duruşların tümünün yerini “Erdoğan nefreti” veya “Erdoğan’ı koruma” refleksi almıştır.Erdoğan nefreti, tümüyle kişiselleşmiş bir ruh hâli olarak başka hiçbir soru ve siyaset tanımıyor.Buraya nasıl gelindiği düşünülmedikçe, olayın bir kişisel mesele olmadığı, kişisel nefret meselesi hiç olmadığı görülmedikçe de bugünkü hastalıklı dalganın içinden çıkmak daha da zorlaşacaktır.2011 Oslo...Baştan başlar, “bu noktaya nasıl gelindiğini” hatırlarsak şu andaki endeks sıkışmasının dışına çıkmanın, siyasetin yolu açılabilir.2011‘de barış sürecinin bir parçası olarak Oslo’da MİT yetkilileri ile PKK temsilcileri görüştü. Bu gizli görüşmelerin zabıtları “meçhul“ bir kaynak tarafından açıklandı. Buna rağmen barış sürecinde ilerleme sağlanırken 2012 başında MİT Müsteşarı bu görüşmeler dolayısıyla tutuklanmak istendi. Bu hamleyi yapan “meçhul” odağın bir hedefinin Başbakan’ı “terörle işbirliği” suçlamasıyla bertaraf etmek olduğu da çok net olarak görüldü. Aynı dönemde çok yoğun bir gizli dinleme faaliyetinin başladığı da ortaya çıktı. İnanılmaz bir gizli dinleme sistemi kurulduğu; Başbakan’ın, yakın çevresinin, bakanların ve ilgili ilgisiz on binlerce kişinin dinlendiği kanıtlandı.Yine bir “meçhul” odak...17 Aralık 2013’te, bir çoğu 2011’de başlamış 30 kadar ayrı soruşturma dosyası aynı anda, birlikte işleme konularak halkta “çok büyük yolsuzluklar var ve Başbakan da bunların içinde” kanaati yaratılmaya çalışıldı.Evet, 2011’de Oslo’da başladık, bugüne kadar geldik. Bu süreci görmeden, Tayyip Erdoğan’ın şahsına endeksli ego savaşları içinde tıkılıp kalanlar da ileride herhâlde bazı açıklamalar yapacaklardır.
Bizim siyasette neredeyse gelenekselleşmiş hâllerden biri, bedel ödememektir. Başarısızlığın da yanlışın da bedeli olmayınca yerine kazık çakmış bir siyaset esnafı alıştığı yöntemlerle hayata devam eder.Bedeli olması gereken bir çıkışı CHP’li Umut Oran yaptı. Oran siyasete başladığında, düzey getirmesi beklenen siyasetçiler arasında görülüyordu. CHP’nin gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşmesine katkıda bulunması, bu partinin modernleşmesi ve demokratlaşmasında etkili olması da bekleniyordu.Umut Oran dedi ki: Tayyip Erdoğan, 30 Mart’tan önce siyaseti terk edecek...Bundan ne anlaşılır? Oran’ın bildiği acayip bir şey var, müthiş bir olay olacağını biliyor ve o olay neyse, ardından Erdoğan siyaseti bırakmak zorunda kalacak.Eğer seçimin hemen öncesinde, 17 Aralık operasyonunun son perdesi sahneye koyulacaksa ve o son perdenin içeriğini CHP’li Oran biliyorsa bundan çok varsayım çıkar. Ve o varsayımların birincisi, bu operasyonun içinde olmaktır.Ya boş çıkarsa?Oran eğer kirli bir tezgâhın haberini almış ve sevinerek gerçekleşmesini bekliyorsa bile, bunu “etik” olarak savunması gerçekten mümkün değildir.Peki şöyle olursa; son hafta operasyonları boşa çıkar da Türkiye 30 Mart’ta normal bir seçim yaşarsa, o gün Umut Oran’ın yapacağı tek bir şey vardır. Siyaseti bırakır, kendini unutturmaya çalışır.Bu kampanyada birçok çirkinlik olduğunu, Oran’ın tek fail olmadığını söyleyen olacaktır. Ama Oran’ın davranışı, düzeysizliğin geldiği son noktadır, bunun iyi anlaşılması gerekir.CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun 30 Mart akşamında eğer Ankara’da seçimi CHP’nin MHP’li adayı alamamışsa yapması gereken, Oran’la birlikte eve gitmektir.Sosyal demokrat, solcu partinin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun yaptığı ülkücü selamını, seçimi kazanmak için her şey mübahtır diye düşünenler sindirmiş olabilirler.Ama bu selamı verip, seçimi almak için MHP’ye teslim olduğunu ilan eden solcu parti genel başkanı yine de bu seçimi alamazsa hızla evine gitmek zorundadır.
Silahların sustuğu, bir yıl önce o meydanda ilan edilmişti. Dün yine aynı meydanda silahların susmaya devam edeceği ilan edildi.Nevruz iki yıldır, barış bayramı oldu, Kürtlerin barış bayramı oldu.Bir yıl içinde, “birinden biri tutar” umuduyla yapılan süreci durdurma hamlelerinden hiçbiri tutmadı ve barış iradesi teyit edildi. Öcalan’ın ilan ettiği sürece, Kürt siyasetinin bütün unsurları bağlı kaldı. “Yol haritası”na da uydular.Yol haritasında bugün varılan noktada açık olarak siyasi iktidarın, siyasi iradenin hamleleri bekleniyor.Bir yıl içinde yapılan hamlelerde, demokratik nitelikte bazı adımlar atıldı, bunların en önemlisi de Kürtçeyle ilgili bütün kısıtlamaların kalkmış olmasıdır.Kürtler, Tayyip Erdoğan’ın daha hızlı hareket etmesini isterken net siyasi pozisyonlarını da değiştirmiyorlar. Bu pozisyon, barış sürecini yürütme ihtimali olan tek siyasi kuvvetin Erdoğan olduğu kanaatine dayanıyor.Hem de radikal demokrasi17 Aralık’la başlayan operasyonların ucunda ortaya çıkabilecek bir hükümet değişikliği ihtimalinde, seçenekler ne olursa olsun, ilk sonucun barış sürecinin sona ermesi olacağını Kürtler de iyi biliyor, diğerleri de iyi biliyor.Kürtler bu yaklaşımla son siyasi çatışmalarda belli bir mesafeyi korumuş, sokağa çıkarmaya yönelik provokasyonların hiçbirine de düşmemişlerdir.Abdullah Öcalan mektubunda iki Türkiye ihtimalini gösteriyor. Biri, darbelerin ve sürekli çatışmaların, şiddetin ülkesi olmaktır. Diğeri, demokrasinin, hem de radikal demokrasinin ülkesi olmaktır. Masanın üzerindeki iki opsiyon hâlen bunlardır ve tercih bu ikisi arasında yapılacaktır.Demokrasi opsiyonunun daha kuvvetlenmesi için demokratik sivil anayasa en önemli dayanaktır, ikincisi de barış sürecinin selametle ilerlemesidir.Öcalan’ın siyasi bakış açısının netliği, şu anda barış iradesinin olduğu kadar bütün toplumun demokrasi iradesinin de önemli bir gücü hâline geliyor.Son günlerin yorucu çatışma ve gerilim ortamında açık bir siyasi perspektifle demokrasi ve barış iradesinin tazelenmesi gerçekten iyi geldi.
Son ağır ahkâmlardan biri şöyle: Yüzde 49 alsa da, karşısında yüzde 51 olduğu için çoğunluk AKP’de olmaz. Onlarca siyasi partinin katıldığı bir seçimde, yüzde 50’nin üzerinde oy almadan birinci olmak, seçimi kazanmak, demokratik hak ve yetkilerini kullanma ehliyetini mi azaltacak?Demokrasinin ne olduğunu anlamamış ve içine sindiremeyen bu devletçi-seçkinci mantığına göre, eğer AKP yüzde 50’nin üzerinde oy alırsa her şeye hakkı mı olacak?Devletçi, seçkinci, muhafazakâr sınıf çok partili sisteme geçildiğinden beri seçimleri hiç sevmedi, çünkü seçimlerde bir türlü istediği sonucu alamıyor.Açıklama önceleri şöyleydi: Halk cahil olduğu için kandırılıyor, din iman vesaire kullanılıyor ve halkın bu şekilde oy vermesi sağlanıyor.Sonra kömür, makarna devri geldi. Bu zevata göre, onların istemediği yönde oy kullanan halk bir tencere makarnaya satılıyordu.‘Seçimde hile’ söylentileriİstenen sonucun alınamayacağı her belli olduğunda bu zevatın yaymaya çalıştığı bir kuşku da ‘seçimde hile’ ihtimalleri üzerinedir. Bol yalanlarla kendilerini ve başkalarını buna inandırmaya çalışırlar, son çare olarak.Evet, bir seçimde sonucu değiştirecek hile yapıldığı kesindir, o seçim 1946 seçimidir, hileyi yapan da CHP’dir. Halk kandırılıyor, satılıyor ve seçim sonuçları istedikleri gibi çıkmıyorsa yapılacak olan siyasi iktidarı seçim dışı yollarla değiştirmekti. Defalarca böyle yapıldı.Bu kez yine, daha seçim olmadan bir “meşruiyet” tartışması açılmak isteniyor. “AKP yüzde 49 alsa da yüzde 51 ondan büyüktür” diye şimdiden kıvrananların aslında söylemeye çalıştıkları, seçim sonucunu tanımamaktan başka bir şey değildir.Sandık sonucuna saygı demokrasinin birinci ve olmazsa olmaz kuralıdır. Sandığı tanımama yollarını erkenden açmaya çalışma girişiminin doğal cevabı da “bunlar mı demokrasi istiyor” sorusundan başka bir şey değildir.Önümüzdeki seçime doğru da, demokrasi dersinden sürekli kırık notlar alarak ilerliyoruz. Devletçi seçkinci muhafazakârlar kendilerini demokrasiye bağlı hissetmedikleri, oyunu bu ilkelerle oynamadıkları için herkesi aynı düzleme çekmeye de devam ediyorlar.
Dört bakan 17 Aralık operasyonunun hedefiydi. Üç yıla yakın süren izleme, dinleme, araştırmalarda “zayıf halkalar” olarak ortaya çıkmışlardı.17 Aralık’ta bunlar, başka konuların da eklenmesiyle bir “buket” hâline getirildi ve Hükümet’in geniş, yaygın ve en tepesine kadar yolsuzluklara bulaşmış olduğu algısını yaratmayı amaçlayan bir operasyon hâline sokuldu.Operasyon devam ediyor. Gizli dinlemelerle elde edilmiş veriler, montajlı, montajsız, eklemeli, çıkarmalı servis edilmeye devam ediyor.Bunların hepsinin gerçek olduğuna inandırma faaliyeti de aynı kuvvetle devam ediyor. Oysa sorulacak çok soru ortada duruyor.Üç yıldan fazla bir süredir, Başbakan’ın, bakanların, yakınlarının gizli dinlenmesinin büyük, kapsamlı, ustaca bir planlama, örgütleme faaliyeti olduğu ortadadır.17 Aralıktan itibaren, kasetlerin, tapelerin, belli bir düzen ve sistematik içinde servis edilmesi de bunun ciddi bir planlama ve örgüt ürünü olduğunun tartışılmaz kanıtıdır. Bazı eski tarihli kayıtlar da bekletilmiş ve planlamaya uygun olarak servise konulmuştur.Bütün bunların bir grup vatansever ve ahlaklı yargı ve emniyet mensubunun halisane faaliyeti olduğuna inanmak için algıda bayağı seçici olmak ya da öfkeden kendi beynini karartmış olmak gerekiyor.Bir de “karşı dalga” olacakDört bakanla ilgili fezlekeler dün Meclis’in, bütün muhalefet partilerinin ortak girişimiyle yapılan olağanüstü toplantısının gündemiydi. Fezlekelerle ilgili hukuki süreç bu aşamada işlemeyecek, iktidar partisi engelleyecek.Ancak bu arada gizli ve yayını yasak olan fezlekelerin bir hafta önce internette yayıldığını ve ilgili herkesin aslında üç yüz sayfalık bir metni okuduğunu hatırlatalım. Bunun da operasyonu yürütenlerin bir hamlesi olduğuna kuşkuyla bakan var mıdır?Operasyon belli, devam ediyor, 30 Mart’a kadar da kuşkusuz devam edecek.Ama bir de 30 Mart sonrası var. “Sonra”nın içinde operasyonu planlayan, yürüten mihraklara yönelik kuvvetli bir karşı dalga olması kaçınılmazdır.Buraya bir “ama” daha eklemek gerekiyor. O da ağır suçlamalara hedef olan dört bakanla ilgili yargı süreçlerinin “doğal” yollarla ilerlemesi ve halkın bu hassas konuda açık bir şekilde aydınlanmasının sağlanmasıdır.Bir operasyon var, ama “zayıf halkalar” da var. Bu operasyonun açığa çıkarılması, zayıf halkaların soruşturulmamasını gerektirmez. Tam tersine, iddiaların açık şekilde araştırılması operasyonu boşa çıkaracak siyasi iradeye daha da kuvvet kazandırır.
İki acılı babanın, aynı çığlığı paylaşarak “durun” demesini herkes duymuş gibi yapıyor. Ama bu ikili çığlığı duyanlar, Berkin‘in ve Burak Can’ın ölümünün hiçbir gerekçesi olmayacağını yüreğinde hissettiğini de gösteriyor.Berkin’i polisin biber gazı, Burak Can’ı radikal bir gizli örgütün mermisi öldürdü. Biber gazını insanların yüzü hizasına sıkanla, kendisine solcu diyen ve farklı görüşten bir genç insanı öldüren arasında büyük bir fark olmadığını da bu vesile görmüş olmalıyız.Ölümler, genç ölümler üzerinden siyasi fayda, siyasi güç sağlama çabaları hayatımızda hiç eksik olmamıştır. Ölüm üzerinden siyaset toprağıdır, toprağımız.Ve bunu hayatımızdan çıkaramıyoruz. Çünkü hâlâ bir ölüme ağlarken, bir başka ölüme gerekçe arayan bir ruh ve vicdan karmaşasının içinden çıkamıyoruz.Bir ölümün arkasından ağlarken bir başka ölümün arkasından ağzımızdan bir “ama” kaçıveriyor. Kaçıyor çünkü hep öyle görmüşüz, öyle yaşamışız.Berkin Aleviydi, Burak Can değildi. Berkin kendini “sol”a yakın hissediyordu, Burak Can “sağ”a yakın hissediyordu.İkisi de bir gün arayla hayatlarını kaybettiler ve ikisinin babaları herkese gerçek bir insaniyet dersi verdi.‘Sokak hesabı!’İki babanın çığlığı duyuldu mu, duyulmuş gibi mi yapıldı? Duyan duydu ama duymamakta ısrar edenler, hâlâ sokak üzerinden hesap yapıyorlar.Bu hesapları yapanlar, her ölümde gerilim biraz daha artacağı için kendisini başarılı görecek, ölümlerin ardından daha çok insanın sokağa çıkmasının tertibini yapacaktır. Tertip sahipleri, güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanması için dua edecekler, uğraşacaklar; her yaralıyı, her gözaltını başarı hanesine yazacaklardır.“Sokak hesabı” sonuçta her ölümün karşı tarafın üzerine yıkılması, her ölümün karşı tarafta telaş yaratması ve çeşitli yanlışlar yapılmasının sağlanması hesabıdır.Bu savaş ruhunu bertaraf edecek koşulların henüz uzağında olduğumuzu kabul etmeliyiz. İki acılı babanın çığlığının bir şeye yarayacağını düşünmenin koşulları da görünmüyor. Keşke yarasa, şu anda kaybolmuş görünen “akıl gücü”nün geri dönmesine katkıda bulunsa.
Bir yıl önce, Nevruz’da Abdullah Öcalan’ın mektubu okundu, silahların sustuğu ilan edildi.Geçen bir yıl içinde, Öcalan’ın ilan ettiği yol haritasına uyulmadığını söylemek büyük haksızlık olur.Bu süre içinde, silahların susmasını istemeyen kuvvetler çeşitli provokasyonlar denedi.Kökeni oldukça karışık güdülerle hareket edenler, Kürtlere sürekli olarak “kandırıldınız, Erdoğan sizi kandıracak” dediler.Öcalan’ın geçen Nevruz’da açıkladığı “demokratik siyaset dönemi”ne uygun olarak bir başka adım daha atıldı. Kürtler, “etnik” sıkışmanın ötesine geçecek, ülke genelinde siyaset yapacak bir girişimi de gerçekleştirdiler.Şu anda ülkede başka hesaplarla siyaset yapanlar Kürtleri de tekrar gerilim ve çatışma alanına sokmak için çok çaba harcıyor. Bu çabanın içindeki kuvvetlerin barış sürecinin tamamen karşısında olduğu, bunların barış sürecinin yürümesinden rahatsız oldukları kimsenin gizlisi değildir.30 Mart sonrası içinGeçen bir yılda Hükümet’e dönük açık eleştiri, barış sürecini hızlandıracak hamlelerde bulunmaması ve bazı soru işaretlerine yol açmasıydı.“Demokrasi paketleri”nin bu sürede daha hızlı gelmesi, bu demokratik adımların atılmasıyla insanların güven duygularının ve barış sürecine bağlılıklarının kuvvetlenmesi bekleniyordu.Geçen Nevruz’un arkasından gelen Gezi, amaçlarından birinde başarılı oldu, barış sürecinin gündemin gerilerine düşmesine büyük katkıda bulundu.Nevruz’a günler kala, Abdullah Öcalan’ın bir “hazırlık” içinde olduğunu, bu yıl da bir mektupla son pozisyonları açıklayacağını öğrendik.Mektubun içeriğinde, farklı yorumlara yol açabilecek unsurlar bulunabilir, ama esas unsurun barış sürecinin devam etmesini sağlamak olacağı kuşkusuzdur.Başbakan Erdoğan da, birkaç gün önce, Nevruz’da bazı gelişmeler olabileceğinin işaretini verdi. Aynı konuşmada Başbakan, barış süreci dâhil bütün meseleler için 30 Mart seçimi sonrasını gösteriyordu.Bu Nevruz’un da barış iradesinin tekrarlandığı bir Nevruz olması, bugünkü gerilimlerin yarattığı birçok zihinsel karmaşanın giderilmesine faydalı olacaktır. Siyasetin doğal ve demokratik mecrada yürümesi iradesine teyidin bu Nevruz’da verilmesinin önemi iyice artmıştır.