Önce İstanbul’un önde gelen siyasetçisi, yazarı, gazetecisi, iş adamı, bürokratı toplandı. Sonra bir milyondan fazla insan ölüme gönderildi.Doksan dokuz yıl önce 24 Nisan’da “tehcir” başladı. Osmanlı’nın Ermeni tebaası, çoluk çocuk ölüme gönderildi.Biz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, o günleri yaşmış olanlar dışında, ne olduğunu uzun süre bilmedik. Öğrenmemiz istenmedi. Sadece Birinci Dünya Savaşı öncesinde milliyetçi Ermeni çetelerinin icraatları anlatıldı.Çok sonra öğrendik, o sırada Anadolu’da yaşayan yaklaşık 10 milyon nüfusun 1 buçuk milyonunun Ermeni olduğunu.Anadolu’da yaşayan 10 milyon insanın 1.5 milyonunun ölüme gönderilmesi gibi korkunç bir olay gizlendi.Gizleyerek, yokmuş gibi yaparak, “büyük felaket”in insanlık hafızasından silineceğini sananların son icraatı da Hrant Dink cinayeti oldu.“Devlet”; Osmanlı değil Türkiye Cumhuriyeti “devlet”i, bir taraftan gerçekleri gizlemeye çalışırken diğer taraftan da “Ermeniler daha çok Müslüman öldürdü” söylemini yaymaya, tehcirde hayatını kaybedenlerin sayısı üzerinden pazarlık yapmaya çalışarak hem battılar hem de kendilerini “suç ortağı” durumuna getirdiler. Suç ortaklığı da, son halka olan Hrant Dink cinayetiyle tehcirden doksan yıl sonra tam kanıtlanmış oldu.‘Tarihi barışma’Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, dün ilk kez “resmen” büyük felaketi ve bu felakete yol açanların insanlık suçu işlemiş olduklarını kabul etti.“Soykırım” kelimesiyle ilgili “hukuki” tartışma olabilir, ama “büyük felaketin” açıkça, devletin alışılmış bahane ve çarpıtmaları kullanılmadan kabul edilmesi de önemli bir aşamadır.Yüzüncü yıla bir kala, insanlığın hafıza ve vicdanında, 1915 Ermeni tehciri “soykırım” olarak kaydedilmiştir. Hem de Yahudi soykırımıyla birlikte Yirminci Yüzyıl’ın ikinci büyük soykırımı olarak kaydedilmiştir.İnkâr ve yalan politikalarıyla, baskılarla ve cinayetlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine bulaştırılmış suç ortaklığından kurtulması için “tarihi barışma”yı gerçekleştirecek olan da yine Türkiye Cumhuriyeti’dir.Barışma Türkiye Cumhuriyeti’ni tam olarak aklayabilir, Türk halkı da, dünyanın duyarlı insanları da bu barışmayı gerçekleştirenleri sadece alkışlar.
Siyasetin bütün tarafları tek bir endeksle yaşıyor. Herkes Tayyip Erdoğan’ın siyasi geleceği üzerine hesap yapıyor.Halkın en az yarısının desteğine sahip bir siyasi liderin kendi geleceğiyle ilgili kararı bütün yapıyı etkileyecektir.Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasıyla ortaya çıkacak değişikliklerin yaratacağı yeni siyasi dengelerde hem Erdoğan’ın hem AKP’nin zayıflayacağı hesabı da kuvvetli görünüyor.Erdoğan, partili ve halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıktığı zaman “lider” konumunu koruyacaktır.Erdoğan’ın siyaset tarzı Çankaya’da da devam ettiğinde, halkla olan iletişimini de sürdürecek ve halk üzerinden partisi üzerindeki etkinliğini de koruyabilecektir.Erdoğan Çankaya’ya çıktığında, AKP’nin ve hükümetin yönetimi için bir “eş başkanlık” fikri de ortaya çıktı.Buna göre AKP’nin eş başkanlarından biri partiyi diğeri hükümeti yönetecek, üstte Erdoğan, hemen altında iki “yardımcısı” çalışıyor olacak.Halk desteği oldukçaBöyle bir yol Türkiye’de ilk kez deneneceği için, siyaset yapma alışkanlıklarımız dolayısıyla ilk anda çok fazla yetki çatışması ihtimalini akla getiriyor.Bu ihtimaller, bugüne kadar yaşadığımız olumsuz siyasi örneklere, siyasi başarıların yarattığı yüksek egoların yol açtığı sayısız yanlışlara dayanıyor.Güçlü bir konum elde eden siyasilerin o gücü paylaşmakta aşırı cimri davranmalarına dair örnekleri biliyoruz. Kuvvetli olanın bir alttakini mümkün olduğu kadar kuvvetsiz kılma reflekslerinin örneklerini de çok gördük.AKP’nin eş başkanlık sistemini düşünmesi, böyle bir fikrin ortaya atılması da yine kişi ve kişiler üzerinden olsa da önemli bir tartışmadır.Halk tarafından seçilmiş siyasi gücü belli bir cumhurbaşkanı, sonuçta yine seçimle gelmiş bir başbakanla çatışabilir mi? Çatışabilir, önemli konularda görüş ayrılığına düşebilir. Siyasette bütün bunlar olabilir. Partinin başındaki eş başkan ise her ikisinden de farklı düşünebilir. Sonuçta siyaset bir noktada uzlaşma sanatıdır ve ana siyasi hattın açık ve halk desteğine sahip olması siyasete kuvvet katar.
CHP’nin son seçimde aldığı kötü sonuçların üzerine bir “sanal” işgal hareketi başlatıldı. İşgalciler birçok şey söylüyor, asıl söylemek istedikleri “bir şeyler yapılsın, bu parti iktidar alternatifi olsun.”Seçim öncesi, AKP’ye karşı CHP’yi destekleyenler; gazetelerde, TV kanallarında ve sosyal medyada faal olanlar CHP’ye oy verenleri de yanılttı.Bazen açıkça söyledikleri, bazen daha mahcup ifade ettikleri, CHP oylarının yüzde 40’a yaklaşacağı, AKP’nin oy desteğinin yüzde 40’ın altına ineceği ve CHP’nin iktidara yürüme yolunun açıldığıydı.Belki kendileri buna inanmıyorlardı, ama CHP’ye oy verenleri buna inandırdılar, MHP seçmeninin bir kısmını da inandırdılar.CHP’ye oy verenlerdeki hayal kırıklığı ve öfke bu yüzden yükseldi ve CHP seçmeni tekrar düşünmeye mecbur kaldı.İşgalciler partiyi yönetenlerden de bunu düşünmelerini, haklı olarak istiyor ve siyasileri zorlamaya çalışıyorlar.İşgalcilerin bir kısmı hâlâ CHP’nin bir sol, sosyal demokrat parti olduğuna inanıyor. Oysa başlamaları gereken esas nokta, CHP’nin bir sol parti olmadığı, devletçi muhafazakâr bir parti olduğu noktasıdır...CHP sol mudur?Müesses nizamın partisi olarak, üst sınıfın ve orta sınıfın bir kesiminin “değişime “direnme” örgütü olarak CHP’nin bütün politikaları sadece “karşı koyma” noktasında sıkışmış durumdadır. Bu sıkışmanın doğal sonucu MHP ile kendiliğinden bir ittifak hâlidir.CHP ile MHP, barış süreci başta olmak üzere, değişimin her alanına karşı çıkma duruşunda tam bir uyum hâlinde.Uyum hâli, önümüzdeki siyasi gelişmelerde de devam edecektir. Cumhurbaşkanı seçiminde ortak aday ya da iki parti seçmeninin de oy verebileceği bir aday arayışı bu siyasi ittifakı daha ileri noktalara taşımaya adaydır.İşgalciler, neden işgal ettiklerini tartışırken işe bu sorularla başlarlarsa daha gerçekçi bir yolda ilerleyebilirler.Hedef CHP ile MHP’nin tek siyasi güç ve tek parti olma yolunda bir siyasi güce dönüşmesiyse, AKP’nin orta ve alt sınıflara dayanan halk desteği zaten onları bu yola itmektedir.Ama “CHP sol mudur” diye sorarak başladıkları zaman “bugün Türkiye’de solcu olmak nedir” diye devam etmek zorunda kalacaklardır.
Cumhurbaşkanı adaylarının belirlenmesi için yaklaşık iki aylık bir süre var. Seçimin birinci turu 10 Ağustos’ta yapılacak, seçim takvimi de 20 Haziran’da işlemeye başlayacak.Herhangi bir anayasal düzenleme için zaman olmadığından yeni cumhurbaşkanı mevcut yetkilerle görev yapacak.AKP tarafında da soru netleşmiş oluyor. AKP’nin lideri, yüzde ellinin üzerinde bir halk desteğine sahip Tayyip Erdoğan, mevcut yetkilerle Çankaya’ya çıkarak bir anlamda liderliğini de terk mi etsin?Başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanı olmak isterse AKP’den itiraz gelmez, ama görünen o ki AKP, liderin yerinde kalmasını tercih ediyor.Erdoğan başbakan olarak devam etmeyi seçtiği takdirde de beklenecek olan Abdullah Gül’ün Erdoğan’ın ve AKP’nin adayı olarak seçilmesidir.Erdoğan’a yönelik operasyonların başarısızlığının 30 Mart’ta tesciliyle “karşı cephe”nin beklentisi artık, Erdoğan’ın bugünkü yetkilerle Çankaya’ya çıkması ve tepede, cumhurbaşkanı ile başbakan arasında yetki krizleri yaşanmasıdır. Böyle krizlerin doğal sonuçlarından biri de AKP’de bölünme eğilimlerinin belirmesi olur.Kılıçdaroğlu “cumhurbaşkanı adayı olursa halk Erdoğan’a oy vermez” derken, Bahçeli “Erdoğan aday olamaz” derken bu umudu ifade etmiş oluyorlar.Muhalefette durum...AKP ve Hükümet tarafında her şeyi belirleyecek olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağıdır. Siyasetin diğer kanatlarında ise sıkıntı çok daha büyüktür. Son seçimde belediye başkan adayları bulmakta bile zorlanan, İstanbul ve Ankara’yı kazanmayı MHP desteğine bağlayan CHP’nin aday tespitinde büyük sıkıntılar yaşayacağı şimdiden bellidir.Bazı çevreler, eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’u ileriye çıkarmak için yoğun faaliyette bulunuyor.CHP, MHP’nin de destekleyeceği varsayımıyla Başbuğ’a yönelirse en büyük seçim hüsranını yaşar ama CHP ile MHP’nin tek bir parti olarak milliyetçi-devletçi bir hatta birleşmeleri sürecini hızlandırmış olur.İlk turda kendi adayını çıkaracağını şu anda ifade eden HDP-BDP de CHP-MHP adayına göre bu kararını değiştirebilir.Önümüzdeki süreci, bütün tarafların konumunu ve seçim kampanyasının üslubunu belirleyecek olan Erdoğan’ın kararıdır.
Anayasa Mahkemesi’nden üst üste çıkan kararların neredeyse tümü, siyasi iktidarın bazı önemli düzenlemelerinin aleyhine oldu.Bu durum, yüksek yargıyla ilgili yeni bir çatışma alanı yaratmıştır.Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısına ilişkin son düzenlemedeki Adalet Bakanı yetkilerini Anayasa Mahkemesi’nin iptal etmesi “siyasi” bir karar olarak görülmüştür.Aynı şekilde Anayasa Mahkemesi’nin parçası olan, bireysel başvuruları karara bağlayan kurulun da, iç hukuk yolları tüketilmeden “Twitter” kararı vermesi de siyasi iktidarın tasarruflarına karşı tavır olarak alınmıştır.Anayasa Mahkemesi’nin kendi görev ve sorumluluğuyla ilgili olarak son getirdiği doğrudan ve dolaylı yorumlar, bu kurumun siyasi bir “karşı ağırlık” olarak çalışmakta sakınca görmediğini gösteriyor.Sistem meselesiAnayasa Mahkemesi’nin, son aldığı pozisyonların tümüne bakıldığında yeniden bir “jüristokrasi” tartışmasının çıkması da kaçınılmazdır.Yüksek yargının birbirini seçerek oluşturduğu yapının değişmesine yapının tümü direniyor. Birbirini seçerek oluşturulan büyük “kast” sistemi, bu hususun adına “bağımsızlık” diyerek kendisini korumuştur.Gerçekte sonuna kadar bağımlı olan bu yapı, daha önce de kendisini rahatsız eden siyasi iktidarlarla çatışmış ve onları geriletmiştir. Daha önce başarıya ulaşmış “yüklenme” yöntemi bir kez daha bu siyasi iktidarı geriletmek için deneniyor.Türk yargısı, yüksek yargı da dâhil ve başta, hiçbir zaman tarafsız ve bağımsız olmamıştır. Devletçi ve siyaset karşıtı geleneğiyle her zaman taraf ve bağımlı olmuştur.Sistemin tümünün değişim ve dönüşümüne karşı yargı en kuvvetli direnci gösterirken, tekrar müesses nizamın kalesi olmaya çalışmaktadır.Mesele bir karar, bir yasa değildir, sistemin tümünün işleyiş tarzının ve yapısının bu topluma, toplumdaki değişime ve taleplerine iyice dar gelmesi meselesidir.Hiç bir zaman gerçek olmamış bir “yargı bağımsızdır” efsanesi, değişimin her aşamasında biraz daha çökmektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği değerlerine bağlılığından kuşku duyduklarını söyleyen, AB’nin önemli yetkililerinden Stefan Füle.Füle, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Yüksek Komiseri olarak Türkiye ile yakın teması olan bir siyasetçi-bürokrat. Türkiye’yi iyi izlediğine de kuşku yok.Bu ifadeyi kullandığına göre, sadece kendisinin değil “yapı”nın da görüşünü yansıttığı belli.Batı’daki yaygın algının da, özellikle Gezi olayları ve Suriye meselesiyle bağlantılı olarak 2004-2011 arasındaki algıdan epeyce farklı olduğunu söyleyebiliriz.Gezi olaylarının tartışılma tarzının da yargıdan kaynaklanan sorunların tartışılma tarzının da Batı’nın alıştığı tarzın dışında olduğunu kabul etmek gerekir.Bu iki olaydaki tartışma tarzı ve çatışma üslubu Batı’nın yerleşik demokrasi geleneklerinin içine oturmamıştır. Bunları Batı “otoriterleşme eğilimleri” olarak algılamıştır.Gerçekte olanların daha yakın izlenmesi sağlanmadığı, tek boyutlu bir etkilenmeye kapının tam açıldığı dönemlerde algı kaymaları olması mümkündür, son dönemde de olan aslında budur.Algı değişecektirÇökmüş bir yargı sisteminin toparlanma sürecine bakılmadan, yargının mevcut durumu dikkate alınmadan, çatışmanın ucundan yaklaşıldığı zaman ortaya çıkacak bakış açısı daralmasına Batı’nın bir kısım siyasetçisi de mahkûm olmuştur.Twitter ve YouTube olaylarıyla ilgili; ciddi bir siyasi kalkışmayı, demokratik sistemi zorlayan bir kalkışmayı dikkate almayan bir bakış açısıyla oluşan algı, kestirme ve kolay yoldan oluşmuş bir algı bir olur.Kimse Türkiye’nin iletişim yasaklarıyla anılan bir ülke olmasından hoşlanmıyor, insanlar “yetmez ama evet” dâhil, yasaksız bir ülke taleplerini her fırsatta ortaya koyuyor.Ama demokrasi dışı yollarla siyasi iktidarı değiştirme operasyonuna karşı koyma çabalarında yaşanan bazı sallantıların da doğru teşhis edilmesini bekliyorlar.Bu Twitter, YouTube işleri de kısa sürede yoluna girecektir, girmek zorundadır.KCK davalarında tahliyeler devam ediyor, yakında gazeteci kimlikli olanlar dâhil, bu anlamsız davanın da tutuklusu kalmayacaktır.Kendi içimizi daraltan sıkıntıları attıkça Batı’nın algısını değiştirmek de kolay olacaktır. Hem de çok kolay.
Önemli bir siyasi kişiye yumruklu bir saldırıda doğal olarak ilk akla gelen, saldırının bir meczubun işi olmasıdır. Ama bu toprakta öyle şeyler yaşandı ki, akıllar sürekli soru üretiyor, komplolar zihinleri dolduruyor.CHP Genel Başkanı’na yumruk atan şahsın, Alperen Ocakları’ndan olduğunu söylemesi, birçok suikastta kullanılmış olan tetikçilerin kafa karıştırma tarzlarını hatırlattı.İlk beyan üzerine varsayımlar yapılır, teoriler kurulur; sonra başka bir bilgi çıkar, izler biraz daha birbirine karışmış olur.Saldırgan BBP adresini gösterdi, ardından AKP üyesi olduğu ortaya çıktı, BDP odasının önünde mevzilendiği için de başka türetmeler yapılıyor.Böylece uzman işi gibi duran bir durum daha gerçekleşmiş, ortaya üç farklı “iz” bırakılmış oluyor.Meclis’e ilk kez gelen bir kişinin içeride yolunu bu kadar kolay bulması, mevzileneceği noktayı bilmesi tabii ki kafalarda çok soru işareti yaratıyor.Hâlâ mevcut maalesefBu saldırıyı birilerinin düzenlediğini düşündüğümüz zaman, bir “amaç“ da tespit edilmesi gerekir.Bir hafta önceki seçimden oldukça yaralı çıkmış bir siyasi parti genel başkanına yumruklu saldırı, bütün benzerleri gibi bütün toplumda ciddi bir rahatsızlık yaratır. Önemli siyasilerin güvenliğinden Meclis binasının güvenliğine kadar çok şey konuşulur. Bütün konuşulanlar da, bu tarz saldırıların, bu siyaset türünün devam edeceği kanaatini yaygınlaştırır.“Birileri“, hâlâ tetikçi bulup, ona yol yordam öğretip en tepedeki siyasi kişilere yumruk attırıyorsa, hâlâ vardırlar ve başka şeyler de yapabilirler, yaptırabilirler sonucuna varmak da doğaldır, kolaydır.Önümüzdeki günlerde çok teori, çok komplo teorisi dinleyeceğiz ve bunların her biri o “birileri”nin bu faaliyetlerini sürdüreceklerini kanaatini biraz daha kuvvetlendirecek.Bu siyaset değil, sadece pislik, kepazelik. Ve bu pislikle bir takım amaçlara ulaşmaya çalışanlar ne yazık ki hâlâ var. Bu pisliklerden toplum ve siyaset bir gün temizlenecek, ancak o zaman böyle bir çirkin olay olduğunda rahatça “meczuptur” diyebileceğiz.
Cumhurbaşkanı Türkiye’de ikinci kez halkın oyuyla seçilecek. Bugüne kadar Evren dışında cumhurbaşkanlarını hep Meclis seçti.Meclis’in seçtiği cumhurbaşkanlarının sonuçta halkın iradesini yansıttığı varsayıldı. Varsayıldı da inananı pek fazla olmadı.Celal Bayar‘dan sonra Meclis üç kez üst üste asker cumhurbaşkanı seçti. Sonra darbenin devlet başkanı emekli orgeneral Kenan Evren, 1982 Anayasası oylamasıyla birlikte halk tarafından seçildi. Karşı propaganda değil, karşı görüş söylemenin yasak olduğu bir seçimle yine bir asker cumhurbaşkanımız oldu.Bayar’dan Gül’eÖzal‘ın cumhurbaşkanlığını “müesses nizam“ hiç hoş karşılamadı. Çankaya’da rejimin güvencesi olması gereken “devlet adamı“ tipine pek uymuyordu. Açık bir karşı çıkış olmadı; müesses nizam, geleneksel yıpratma politikasını sürdürdü.Demirel ise müesses nizam ile herhangi bir çatışmaya girmediği gibi, açıkça gördüklerine bile göz yumarak müesses nizamla barışık bir cumhurbaşkanı oldu.Sezer de devletin en seçkin memurlarından biri olarak, Ecevit’e bile tahammülsüz has CHP’li kimliğiyle görevini ifa etti.Abdullah Gül, devletin, müesses nizamın, muhafazakâr üst sınıfın açıkça karşı çıkmasına rağmen Çankaya’ya çıkan ilk cumhurbaşkanıdır. Celal Bayar’ı sayarsak ikinci de diyebiliriz.Sadece rüzgârı mı farklı?Evren’i halk zorla seçtiği için şimdi ilk kez cumhurbaşkanını gerçekten halk seçecek. Bunun için de seçilecek kişinin “rüzgâr”ı kendisinden önceki bütün cumhurbaşkanlarından farklı olacak.Bu durum, seçilecek kişiye daha kuvvetli bir siyasi güç getirir mi, yoksa eninde sonunda anayasada yazılı yetkilerle yöneteceği için sadece “rüzgâr” farkı mı getirir?Bunun cevabı açıktır: Eğer halkın seçtiği cumhurbaşkanı ile, onu halkın seçmesini sağlayan siyasi partinin lideri olan-olacak başbakan uyum hâlinde çalışırlarsa ortaya çıkacak siyasi kuvvet ikisinin toplamından daha büyük bir kuvveti işaret eder; hem de sadece içerisi için değil, dışarısı için de...Bundan sonraki bütün yetki tartışmaları teferruatla iştigalden öteye gitmez.