Gezi olaylarından itibaren, her gelişmenin ardından aynı soru soruldu, herkes yine kendi pozisyonuna göre cevap verdi, veriyor.“Halk Gezi olaylarını, 17 Aralık ve sonrasını nasıl algıladı” sorusunun kesin cevabı sadece “sandık”tadır.Sandık sadece yerel yöneticileri seçmeyecek, halkın Türkiye’yi kimin yönetmesini istediğini de söyleyecek.Seçim tahminini gönlünden geçeni söylemek şeklinde yapmıyorsak, elimizdeki veri seçim araştırmalarıdır.Seçim araştırmaları da şu anda önemli bir oy kayması olmadığını söylüyor.İstanbul’da Kadir Topbaş, Ankara’da Melih Gökçek “açık ara” denilebilecek oranlarda önde. İzmir’de Binali Yıldırım ile AKP’de ilerleme görülüyor. Antalya’da AKP öne geçti.Adana‘da AKP önde, Trakya illerinde CHP’deki aday sıkıntılarının ardından belirsizlik durumu var.Türkiye genelinde ise araştırmaların gösterdiği, AKP için en düşük oranın yüzde 45 olduğu, bu oranın seçim yatlaştıkça daha yukarı gitmesi olasılığının bulunduğu şeklinde.Bunlar, kimilerinin gönlünden geçen oranlar olmadığı için, yüksek sesle itirazlar gelecektir, ama rakamlar böyle.Korkutma propagandasıGezi olaylarından başlayarak tırmanan gerilim ortamı, halkın “Türkiye’yi kim yönetmeli” konusundaki kararını değiştirmedi.17 Aralık ve Hükümet’in karşı hamlelerinin yorumları, yankıları çeşitli dalgalanmalara yol açmış olsa da “iktidarı değiştirme iradesi” ortaya çıkmadı.Tayyip Erdoğan, seçim kampanyasını son siyasi çatışmalar ve “paralel yapının tasfiyesi” üzerine kurdu. Bunun için gereken her şeyi yapacağının işaretlerini sürekli olarak veriyor. Kampanya böyle bir siyaset üzerine kurulunca halkın tercih ve kararının “kim yönetsin?” sorusu üzerine yoğunlaşması doğaldır.“Türkiye’yi kim yönetsin?” sorusunun cevabının yine “AKP” olması ihtimali yükselince de karşı propaganda “Erdoğan başta kalırsa neler olur neler” korkutmasına indi.Seçime kadar yeni sıcak malzemelerin servis edilmesi bekleniyor, ama bunları servis edenlerin amaçlarına ulaşması ihtimalleri de fazlasıyla tartışmalı hâle geldi. “Daha büyük bir şey” de bazen tümüyle terse dönen bir silah olabilir.
On yedinci yılı dolayısıyla 28 Şubat postmodern darbesini hatırlamaya çalışıyoruz. Bazı hafıza sorunlarımız dolayısıyla bazen eksik hatırlıyoruz. Bazıları için de 28 Şubat olayı artık bugünün çatışmalarının malzemesi olmaktan ibaret.28 Şubat’ta “devlet” iki büyük “tehlike”nin birlikte tırmandığına karar verdi. “İrtica” bir ayağını siyasi iktidara yerleştirmişti, “bölücülük” de bilinçli veya bilinçsiz “hainler”in desteğiyle tırmanıyordu.Sonraki faaliyetlerin bir ayağı muhafazakâr kesimi püskürtmeye, geriletmeye ve korkutmaya dayanıyordu. İkinci ayak da “terörün çözümü askeri değildir” demeye başlamış olanların, farklı düşünenlerin susturulmasıydı.Fişlemeler, ikna odaları, tankların yürütülmesi, basında ve televizyonlarda sürekli bir korkutma bombardımanı uygulandı.Hükümet üyeleri ve iktidar partisi milletvekilleri açıkça istifaya zorlandı. Ve de faili belli veya meçhul cinayetler o günlerin gündelik vakaları hâline geldi. İtirafçı örgütlerinden tetikçiler oluşturuldu.Algı oluşturmak uğruna...Basın üzerindeki baskılar fevkalade başarılı oldu, bazı gazeteciler can güvenliği kaygısıyla korumalarla dolaşmaya başladı, bazıları yurt dışına gitti. Bugün, kamuoyunda belli bir algı yaratmak için sık sık “28 Şubat’tan beter” lafını tekrarlayanların bazıları kendisinin yurt dışına gittiğini hatırlamıyor.Bu lafı pek sevenlerden bazıları da, böylece 28 Şubat’ta yaptıklarını hafifletmek peşine düştü.“28 Şubat’ta olanlar bugüne göre çok hafif kalır” algısını yerleştirmek için uğraşan kimi zevatın derdi, bu algıyı yaratarak hesap vermekten kurtulmaktır.28 Şubat’ta, operasyonun başında silahlı kuvvetler vardı; yargı ve yüksek yargı bir kez daha “devletin parçası” olarak operasyona gereken desteği veriyordu. Basın üç ayrılmıştı: Operasyonun gönüllü ve heyecanlı destekçileri, korkarak geride duranlar, üçüncü olarak da gerçekte ne olduğunu halka anlatmaya çalışanlar. Gazete arşivleri orada, “28 Şubat’tan beter” diyenlerin o günlerdeki icraatları da arşivlerde duruyor.28 Şubat hatıralarını tazelerken bile namus ve vicdana çokça ihtiyacı olanların hâlâ ortada oluşu, 28 Şubat’ın başarılarından biridir.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yasasıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Gül on beş noktada “sıkıntı” olduğunu söylemişti. Yasanın son hâlini onaylarken bunların bir kısmının çözüldüğü, ayrıntılı hukuki incelemeyi yapacak olanın Anayasa Mahkemesi olduğu görüşü ortaya çıktı.HSYK yasasının bu kurumu büyük ölçüde Adalet Bakanı’na bağlı kıldığı, zaten amacın da yargıdaki düzenlemeler için imkân sağlayan böyle bir yapıyı oluşturmak olduğu herkesin malumudur.Açıkça ortada olan bir durum da HSYK’nın yargı kaynaklı operasyonlarda taraf pozisyonuyla davranmış olduğudur. Bu kurum, son siyasi çatışmanın içine çeşitli mensupları dolayısıyla girmiş, görev alanında olduğu kuşkulu konularda çatışmanın “üzerinde” kalmayı başaramamıştır.Türk yargısının, temeldeki ruhunun, kendisini “devleti koruma” sistemlerinin bir parçası olarak görmesi ve “sivil siyaset”e aynı ruhla bakması olduğu da herkesin malumudur.Çatışma konusu olmamalıHükümet böyle ağır ve riskli bir müdahaleyi seçerken, siyasi çatışma boyutunda bir riski de göze almıştır. Bu riskin diğer tarafında da yargı kaynaklı operasyonların dalga dalga büyümeye devam etmesi, adalet ve hakkaniyet kavramlarını sıfırlayan bir çatışmanın yargıda daha geniş alanlara taşınması vardı.Hükümet’in HSYK kanunu değişikliğiyle bulduğu, günlük bir çözümdür. Günlük çözümün birinci riski de “otoriterleşme” kuşku ve tepkilerine dayanak teşkil etmesi ve yurt dışında da benzer kanaatlerin yayılmasına yol açmasıdır.Cumhurbaşkanı Gül’ün kanunu onaylaması, onun da olaya “günlük ve geçici çözüm” açısından baktığını gösteriyor.Siyaset ve hukuk çevrelerinde yaygın kanaat, kanunun Anayasa Mahkemesi’nden döneceği şeklinde. Kanun dönene kadarsa HSYK’dan başlayarak, yargıdaki değişiklikler yapılacak, bunlar da mevcut kanuna göre yapıldığından yasal dayanağa sahip olacaktır.HSYK kanununun Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi hâlinde yapılması gerekecek düzeltmelerle belli bir “denge” de ortaya çıkabilecektir. HSYK’nın tekrar bir çatışma alanı olmaktan çıkmasını sağlamak esastır.
Herkes birbirine soruyor, herkes bir cevap veriyor: Gerçek mi değil mi, montaj mı değil mi? Daha önce verilmiş kararlara göre, alınmış pozisyonlara göre cevaplar veriliyor.Malum kayıt, üç yıldır 7 bin kişinin gizli dinleme kurbanı olduğunun açıklandığı günün gecesinde ortaya çıktı. Konuşmalar 17 Aralık’ta yapılmış, iki ay saklanmış ve gizli dinlemelerin açıklanmasının hemen ardından “halkın bilgisine sunuluyor.”Bu arada ortaya çıktı ki çeşitli güvenlik kurumlarının, MİT’in, Emniyet’in, Jandarma’nın ve savcıların talepleri üzerine TİB (Telekomünikasyon ve İletişim Başkanlığı) tarafından görüşmeleri kaydedilen vatandaş sayısı aslında 80 bine ulaşıyormuş. TİB, resmi talep üzerine kayda alıyor ve talep eden kuruluşa veriyormuş.Ayrıca, TÜBİTAK’ın gizli dinlemelerle ilgili bir çalışması olduğu gibi, gizli dinlemeleri engelleme amaçlı bir şifreleme çalışması da varmış ve bu şifrelemeler Hükümetin tepesi için kullanılırken, TÜBİTAK bunun boşluğunu da uygulamış, başka dinleme sistemleri de yaratmış.Bir başka bilgiye göre, Başbakanlık’ta bulunan dinleme sistemlerinin yerleştirilmesi ve kullanılması için en az 30-40 kişilik bir uzman iş gücüne ihtiyaç varmış. Yani biri iki saniyede bir yere bir şey yapıştırıyor sonra her şey izleniyor gibi bir durum yok, bunların yapılabilmesi için bayağı uzman çalışması gerekiyor.Halka anlatırken...Bir diğer bilgi: Şu anda çok sayıda savcının elinde içerikleri bilinmeyen soruşturma dosyaları bulunuyor ve bunlar önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak.Bir başka bilgi veya iddia: Önümüzdeki günlerde ortaya, yine Hükümet’in tepesini; Başbakan’ı ve yakınlarını hedef alan yeni kasetler ve görüntüler çıkacakmış.Bu, uzun süredir planlanan, ince ince hazırlanmış ve MİT Müsteşarı’na yönelik hamleyle başlatılmış, araya Roboski-Uludere katliamı da sıkıştırılmış bir hükümet darbesi girişimi olarak ayan beyan ortadadır.Üç yıldır çok geniş bir gizli dinleme faaliyetiyle istihbarat altyapısı en geniş şekliyle kurulmuştur. Bunlara montajlar eklenmesi aslında teferruat olarak kalıyor.Hükümet bu darbe girişimiyle mücadele ederken, “otoriterleşme” kuşkularını kuvvetlendirecek tavırlara zorlanmak da isteniyor. Bu noktada bazı ince dengeleri kurmak tabii ki kolay değil, ama halka ne olduğunu anlatırken demokrasi endeksinde ısrarlı olunduğunu göstermenin Hükümet’in lehine bir durum yaratacağı ortadadır.
İddia çok büyük, geçen üç yılda 7 bin kişinin telefonu dinlenmiş. Acayip bir rakam; Başbakan dahası da olduğunu söylüyor.Dünkü Yeni Şafak ve Star gazeteleri bu büyük iddiayı aktardı, uzun listeler yayınladı. Dinlenenler arasında tabii ki siyasiler, iş adamları, gazeteciler, sivil toplum örgütü yöneticileri, akademisyenler var.Üç yıl içinde 7 bin kişiyi dinlemek için oldukça kapsamlı bir teknik altyapı, büyük de bir irade gerekiyor ki, bunların var olduğunu Başbakan’ın çalışma mekânlarına konulan böceklerden anlıyoruz.İddiaya konu dinlemelerin yapılabilmesi için, çok sayıda kişinin seferber olması, çalışması gerekiyor, bu da özellikle Emniyette büyük bir örgütlenme gerektiriyor. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla faaliyeti yürütenler cemaate bağlı çalışan emniyet mensuplarıdır.Bu kapsamda dinlemeler için, ciddi bir altyapı gerektiğinden, başka kamu kuruluşlarından da bu faaliyetlere destek sağlanmış olması gerekir.“Seferberlik”in hedefiDinlenenler listesinin bir kısmına bakıldığında, ortaya çok fazla soru işareti çıkıyor. Kimisi, dinlesen ne olur dinlemesen ne olur denilebilecek isimler. Öyleleri var ki, onlardan ne bilgi alınabilir ne de bir şey öğrenilebilir. Ama ileriye dönük “şantaj” yatırımı olarak bazı isimler seçilmiş olabilir.“Üç yılda yedi bin kişi” diye iki somut rakam telaffuz edilince, dinleme operasyonunun başlangıcı olarak yine barış süreci ve Oslo görüşmeleri ile, ilk MİT operasyonunun tarihine gidiyoruz.Üç yıl ve 7 bin kişi rakamları doğruysa, “seferberlik” aynı dönemde başlamış oluyor.Fethullah Gülen adına yapılan açıklamayla iddia reddedildi ve bu gizli dinleme olayının seçim meydanlarında “malzeme” olarak kullanılmak için ortaya atıldığı savunuldu.Açıklamanın bu kadar hızlı bir şekilde gelmesinin de çeşitli yorumları olabilir.Gülen cemaatinin bu kadar büyük gücü olmasıyla ilgili sorular da bu vesileyle tekrar sorulacaktır. Sadece Gülen cemaati mi, yoksa bütün devlet imkânları mı?Ama kesin olan şudur; bu kadar büyük bir iddia, aşağıdaki büyük kangrenin de göstergesidir.
MİT kanununda değişiklik ihtiyacı herkesin bildiği gibi, doğrudan MİT’in tepesine yönelik operasyon ve yakında MİT’in kontrolündeki TIR’lara yapılan jandarma operasyonuyla ortaya çıktı. İlk operasyon sonrasında MİT personelinin “korunması”na ilişkin bazı düzenlemeler yapılmıştı, bu kez görev ve yetki tanımları yenilendi.İhtiyaçlardan biri de barış süreci kapsamında müzakereleri yürüten, görüşmeleri yapan MİT’in yasal dayanağa sahip olmasıydı.Olayların sıcağında ortaya çıkan yasal düzenleme ihtiyaçları bazı durumlarda bakışların sadece günün sıkıntısıyla kısıtlı kalması gibi bir yeni soruna yol açabiliyor.İnternet ve HSYK gibi MİT kanununda da acele hareket edilirken, bazı noktaların yeni sakıncalara yol açabileceği görüldü.MİT gibi örgütler dünyanın hiçbir yerinde kimseye sevimli gelmez, bunlardan çekinilir, açıklanamayan kimi olaylar bu örgütlere atfedilir, görev tanımları ve yetkileri de her zaman tartışılır.Bizim siyasi geçmişimizde, MİT’in iç siyasette ve demokrasi dışı müdahalelerde kullanılmasının çok örneği vardır. Bu nedenle “süt/yoğurt” reflekslerinin ortaya çıkması da doğaldır, meşrudur.Amaç ‘öğrenmek’ olmayıncaYeni kanunla birlikte ortaya çıkan tartışma da aslında bir tartışma değil. Bu konuda bilgili hukukçuların kamuoyunu aydınlatması yine mümkün olmadı, her tarafı yalnızca bir toptan tepki sesi kapladı.Başka ülkelerde, adı çok bilinen benzer örgütlerin hukuki dayanaklarının ne olduğunu, bizde neyin farklı olduğunu öğrenmeye kalkmadığımız gibi, konuyu bilenlerin de sesi pek çıkmadı.İlk andan itibaren çok kuvvetli bir tepki sesi duyulunca, bu tepkiye katılmamak “ihanet” ve “satılmışlık” sıfatlarıyla yüklenince olay yine kaba bir kutuplaşmaya dönüştü.Hükümetin attığı her adıma karşı, bağırarak, büyük öfke selleriyle tepki göstermek bazıları için günlük bir faaliyet türü hâline geldi. Bu öfke seline kapılmayanlar üzerinde “mahalle baskısı” kurmak, hatta “tehdit”e giren suçlamalarda bulunmak da alışkanlığa dönüştü.Mesele MİT kanununu anlamak, sakıncasını öğrenmek ve anlatmak olmayınca, düzeltmesini de Hükümet kendi kendine yapıyor.Başbakan, seçim kampanyasında 60 şehirde konuşacak, öfke selleriyle yaşayanlar da en az 60 kez köpürme imkânına kavuşacak.
İnternet yasasının, şu anda yürürlüğe girmiş hâliyle bir “sansür yasası” olduğuna kuşku yok. Bu konu ilk ortaya çıktığında, ilgili herkes eleştirdi, tepki gösterdi, bu şekilde yasalaşmasını istemediğini dile getirdi.Cumhurbaşkanı Gül, internet yasasını onayladı ve iki ana itiraz alanında düzeltme getiren yeni değişiklik de Hükümet tarafından bir torba yasanın içine konuldu.İnternet yasasıyla ilgili yaşananlar, konuşulanlar, tartışma tarzları şu andaki ana sıkıntımızın aynası oldu.Siyaseti en yüksek perdeden bağırmak, suçlamak, ölçüsüz suçlamak; her meseleye “çifte standart”la yaklaşmak olarak gören ve böyle yürütenler, alıştıkları gibi yaptılar.Yasanın içinde, kişi haklarını korumaya yönelik unsurlar olup olmadığını tartışmak kimsenin derdi olmadı. Dert, yasayı tartışmak, sakıncalarını serinkanlı bir şekilde anlatmak ve Hükümet’i yanlıştan döndürmeye çalışmak değildi.Şu anda siyaset ve siyasi tahlil yapılmıyor, kutuplaşmanın en sivri köşelerinde konumlanmış olanlar en yüksek perdeden bağırıyor, suçluyor, ölçüsüzce suçluyor.Ölçüsüzlük öyle bir noktaya geldi ki, Başbakan Yüce Divan’a gitmekle tehdit ediliyor, 27 Mayıs benzetmeleriyle tehditler, akıl, mantık, izan ve vicdan sınırlarının hepsini aşıyor.Anlasalar iyi olacakİnternet yasası da böyle tartışıldı, bu gibi tartışmaların çoğunda olduğu gibi olay kilitlenecek, kutupların çatışması içinde vatandaşların ve ülkenin aleyhine bir noktada kalacaktı.Cumhurbaşkanı Gül burada bir siyaset dersi verdi. Yasanın sakıncalı yanları olduğunu açıkça söyledi, bunların değişmesi için çalıştı ve formülü de üretti.Değişecek iki maddeyi de yetersiz bulacaklar olabilir, bu görüşe katılabiliriz ya da katılmayız, ama Gül’ün verdiği siyaset dersinin önemini görmek durumundayız.Siyaset, çözüm bulmak, halkın yararına çözüm üretmek mesleği olarak da tanımlanır. Şu anda geçerli olan, siyaseti ve muhalefet etmeyi avazı çıktığı kadar bağırmak, kendi tarafını böylece konsolide etmek olarak gören anlayışın siyaset kavramına da büyük kötülük ettiği ortadadır.Cumhurbaşkanı Gül’ün verdiği siyaset dersini, sadece bağıranlar, hakaret edenler, muhalefeti bir tür savaş gibi gören ve uygulayanlar ne kadar anlar, bilemeyiz, ama anlasalar çok iyi olur.
Cumhurbaşkanı Gül genel görüntümüzü, içerden ve dışarıdan bakarak şöyle özetliyor: “Parlayan ışığımız aynı parlaklıktan uzaklaştı...”İki gündür Macaristan’ın başkentinde bulunan Cumhurbaşkanı, “Türkiye’de ne oluyor” sorusuyla karşılaştığını, Meclis’teki kavganın konu edildiğini, insanın “mahcup olduğunu” söylüyor.“Işığımız aynı parlaklıkta değil” yargısı, ağırlıklı olarak dışarısı için geçerli, parlaklığın daha da azalmaması için, “bugünkü manzaradan, bugünkü durumların hepsinden çıkmalıyız, yörüngemize oturmalıyız,”“Türkiye’nin bugünkü çok gürültülü hâlden çıkması lazım” bunun için de “siyasi aktörlerin hepsinin çıkış iradesini göstermesi lazım” diyen Cumhurbaşkanı’nın açık bir önerisi var: “Daha çok diyalog olursa atmosfer değişir.”Bu gürültünün içinde, AKP ve AKP hükümetleri hakkında da “Cumhurbaşkanı olarak böyle bir değerlendirme, yorum yapamam” diyor Gül ama, ülkenin yönetimi açısından bakarak “üzüldüğüm şeylerden biri” diye devam ediyor; “bu kavgalı ortamlardan dolayı yapılan onca şeyin, reformların tadını pek yaşamıyoruz.”Sonra bir “roket” benzetmesi yapıyor Cumhurbaşkanı: “Roket üç kez ateşleniyor. Birincisi kalkış için, ikincisi atmosferden çıkmak için, üçüncüsü yörüngeye oturmak için. Bizim roketimizin de bir kez daha ateşlenmesi gerekiyor.”‘Herkes kendi işine sahip çıkacak’Gündemde siyasi iktidar - medya ilişkileri de var. “Hükümetten medyaya baskı var mı?” Cumhurbaşkanı ilk anda “kapalı” gibi görünse de aslında çok açık cevap veriyor:“Basın özgürlüğü, ülkelerin onurudur, ülkelere güç verir, gurur verir. Burada da bir algı sorunumuz var, bu algının oluşmasına yol açan şeyleri düzeltmek de görevimizdir. Siyasetin doğasında hep olumlu görülmek isteği vardır. Müdahalelerin de olmaması lazımdır. Yeri geldiğinde oto-kontrol yapar, yeri geldiğinde kendini savunur. Herkes kendi işine sahip çıkacak, doğru olduğuna inandığı şeyi savunacak.”İnternet kanunuyla ilgili yeni bir bilgi üzerine de Cumhurbaşkanı Gül şunu söylüyor: “İnternet sorunu bir yönetmelik değişikliğiyle olacak iş değil. Problemli olan şeyleri düzelterek algıyı da pozitif hâle getirmek gerekir. Bu sadece iç değil dış algı açısından da önemlidir.”Bu cümlelerden, en çok sorulan sorulardan birine cevap çıkarabiliriz: İnternet kanununa yönetmelikle gelecek düzeltmeyi yeterli bulmayan Cumhurbaşkanı, o konuda hızla bir adım atılmazsa veto yetkisini kullanabilir, bu tercihini de sadece kanunun lafzına değil, ülkenin dünyadaki imajına verdiği zarara dayandırabilir.HSYK kanununa gelince, Cumhurbaşkanı biraz daha farklı bir tavır alıyor: “Çalışıyoruz, bitince herkes görür.”Gündeme birkaç gün önce gelen ve nereden geldiği tam da belli olmayan bir konu var, “demokratik özerklik”. Bu konu da soruldu Gül’e, cevabı aynen şöyleydi: “Özerkliğin kesinlikle doğru olmayacağı kanaatindeyim. Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Şartı’nda rezervlerimiz duruyor, ama uygulamada bunların sakıncalı olmadığını gördük, gösterdik. Bunun ötesine geçilmesi doğru değildir, fayda getirmez. Ama arkada şiddet yoksa her şey söylenebilir, bu da söylenebilir.”Bu kadar önemli bir konu, sıcak gündem maddelerinin yanında en sona kaldı, ama Türkiye’nin ışığı yeniden parıldarken yine önümüzde olacak.