Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son siyasi gerilimlerle ilgili sessizliğini Budapeşte’de bozdu ve ilk kez Gülen cemaatinin devlet ve yargıdaki oluşumlarına karşı açık tavır aldı.Cumhurbaşkanı Gül, Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki sohbetlerinde Gülen cemaatinin adını vermedi, “paralel devlet” veya “paralel yapı” da demedi, ama devletteki ve yargıdaki her türlü farklı oluşum için açıkça “böyle şey olmaz, adalette bu olmaz” diyerek Hükümet’in yanında yer aldı. Gül, kamu görevlilerinin ve yargı mensuplarının görevlerini ne şekilde yerine getireceklerini basit ve açık bir şekilde tanımlıyor. Kamu görevlisi, önce anayasaya ve hukuka, sonra amirlerine sadakat göstererek görevini yapmak durumundadır. Herhangi bir siyasi düşünceye ya da inanca yakınlığı olabilir ama görevi sırasında o yakınlığa sadakat gösteremez.‘Müsaade edilemez’Aynı tanım yargı mensupları için de geçerli; yargı mensupları da görevleri olan adalet dağıtımını yerine getirmede bir siyasete veya inanca yakınlıklarını öne çıkaramazlar. Gül’ün yargıyla ilgili ifadesi çok net: “Adalet dağıtılırken, hâkim ve savcı, anayasa ve yasalar dışında başka bir saikle hareket edemez, şu anda ortada böyle bir durum var.” Ve açıkça söylüyor: Bunlara müsaade edilemez.‘Hükümet komiseri gibi...’“Hiçbir devlette olmaması gerekenler bizde olmuştur” diyen Cumhurbaşkanı’nın, “siyasi irade”yle ilgili olarak da açık bir tanımı var: “Hükümetlere karşı hükümet komiseri gibi davranmak olmaz, kabul edilemez. Devlet kademelerindeki pozisyonları dolayısıyla böyle davranamazlar.” Kamudaki son atamalar ve görevden almalar konusunda da Gül’ün yine aynı çerçevede bir bakış açısı olduğu görülüyor: “Hükümet yakın bürokrasiyle güven bunalımına girmemeli, eğer girildiyse de kendi çalışacağı isimleri seçer.” Atamalarda da eğer hukuki sorunlar varsa, düzeltecek adresin Danıştay olduğunu belirten Cumhurbaşkanı, bütün bu işlemlerde hukuk çerçevesinin esas olması gerektiği uyarısında bulunuyor.‘İnternet yasası değil, algı tartışılıyor’Gül çok önemli gördüğü internet kanunuyla ilgili “bir iki sıkıntı var” sözünü tekrarlıyor. Bunlardan biri insanların gerçekten korunması gereken alanlar olması. Gül, yasada olumlu unsurlar olduğunu da söylüyor. Avrupa Birliği’ndeki anlayışı tekrarlıyor: Gerçek hayatta ne suçsa sanal âlemde de o suçtur. Ama sorun buradaki suçların kaynağının tespitinde zorluk olması. Gül, bu yasanın bir torba yasa olması dolayısıyla da “teknik” sorun olduğunu belirtiyor. Bir de dikkat çektiği, kanunla ilgili ilk haberin ardından ortaya belli bir algının çıkmış olması ve içeriğinin ayrıntılı tartışılması yerine bu algı üzerinden gidilmesi. Cumhurbaşkanı’na internet yasasıyla ilgili yaygın veto çağrıları devam ediyor. Ama Cumhurbaşkanı bu konuyu da Anayasa Mahkemesi’ne bırakır mı sorusunun cevabı açık değil.Kabataş olayı için ne dedi?Cumhurbaşkanı Gül, başka meselelerle de ilgili görüşleri söyledi. Gizli dinlemelerle ilgili sözü şöyle: “Bütün toplumu tedirgin eden beni de tedirgin eder.” Gizli dinlemenin suç olduğunu belirten Gül, yasal dinlemelerinin açıklanmasının da suç olduğunu, bunlar ancak savcılık iddianamesi kabul edildiğinde aleniyet kazanacağını belirtiyor. Kendisinin dinlendiği iddiasıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı, doğrudan dinlemenin mümkün olmadığını, “en üst düzeyde çapraz tedbirler olduğunu” söylüyor. Deniz Baykal ile ilgili kaset çıkınca da “Deniz Bey’i hemen aradım” diyor. Bir de Kabataş olayı var. Türbanlı ve yanında bebeği olan bir genç kadının Kabataş’ta saldırıya uğraması tartışmasıyla ilgili olarak Gül’ün söylediği şu: Bu hanım kanal kanal dolaşıp yayın yapmamıştır, o zaman bunu tartışmak ve tersini ispatlamak için uğraşmak yanlıştır. Cumhurbaşkanı Gül, bütün bu sıkıntılı konuları tartışırken, devletteki ve yargıdaki sorunları konuşurken, bunların altında “belli bir toplumsal olgunluk eksikliği” görüyor. Daha derinden bakınca da “kurumlar ötesi bir durum, toplum içinde bir durum” görüyor. Bu karamsarlığa katılmamak mümkün mü?‘HSYK’da 15 öneri’Son siyasi çatışmaya da bu açıdan bakan Gül, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştiren yasa değişikliğine de aynı açıdan bakıyor ve yine “hukukun temel ilkeleri”ni vurguluyor. Bütün yasa değişikliklerinde nasıl çalıştığını da anlattı Cumhurbaşkanı:“Değişiklik teklifi Meclis komisyonuna gelir gelmez çalışmaya başlıyoruz; içeriğiyle ilgili bir görüşümüz ortaya çıkınca bildiriyoruz, çoğu zaman da önerilerimiz dikkate alınıyor.” HSYK kanununun son durumunun ayrıntısını bilmediği için, 15 noktadaki önerilerinin yerine getirilip getirilmediğini de incelemeden sonra göreceğini belirten Gül meseleye daha “mutedil” ve Cumhurbaşkanı görev ve sorumluluğu kapsamında yaklaştığını belirtiyor. Cumhurbaşkanı’nın “aleni” bir aykırılık durumunda müdahale edeceğini, tartışmalı konularda, hukukçuların da farklı görüşlerde olduğu konularda son karar merciinin Anayasa Mahkemesi olması gerektiğini söyleyen Gül’ün bu yaklaşımının bir “veto” işareti olmadığını söyleyebiliriz.
Cemaatler, çok partili düzene geçilmesinden itibaren merkez sağ partiler içinde yer aldı. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, cemaatlerin büyük ölçüde destekledikleri ve bu partilerin iktidar dönemlerinde kendilerine koruma ve etkinlik sağladıkları partilerdi.Fethullah Gülen cemaati ise gelişme döneminde bütün siyasi partilerle ilişki kurdu, kendi etkinlik ve gelişme hattını buna göre oluşturdu. AKP ile yakın yol arkadaşlığı 2002 seçimlerinden itibaren, askeri müdahale girişimleri döneminde gelişti. 28 Şubat döneminde açık bir çatışmadan kaçınan cemaat, bu dönemin askeri hareketlenmelerine karşı AKP’nin, Erdoğan’ın yanında yer aldı.Bugünkü çatışmanın zirveye vurmasıyla da Gülen cemaatinin bir siyasi parti kurması tartışılır oldu. Eğitim alanında başlayan ve gelişen toplumsal etkinliğin bir siyasi harekete dönüşmesi daha önce de konuşulmuş, ama esas olarak cemaat dışında konuşulmuştu.Şimdi Başbakan da diğer AKP sözcüleri de “Parti kurun, karşımıza çıkın” meydan okumasını sık sık tekrarlıyor. Cemaat tarafından ise bu yönde bir ışık sızmıyor.Muhalefetin durumuGülen cemaatinin yapısı, çalışma tarzı, kendisine atfedilen veya var olan etkinlik alanlarının ötesinde, gücünün rakamla ifade edilmesini sağlayacak nitelikte değil. Adliyede, mülkiyede, iş hayatında etkili bin kişiyle de bu güç algısı yaratılmış olabilir, yüz bin kişiyle de.Ama bütün bu varsayımlardan, hareket bir siyasi partiye dönüşürse nasıl bir halk desteğine sahip olabileceği sorusunun cevabı çıkmaz.Cemaat genel siyasi duruşu itibariyle, askeri vesayetin sona erdirilmesi, temel özgürlüklerle ilgili adımlarda açık destek verdi. Çeşitli metinlerde, Türkiye’nin Avrupa Birliği standartlarına ulaşması ve tam üyeliği için de açık beyanlar yer aldı. Buna karşılık Kürt meselesi ve barış sürecinde cemaatin tavrı PKK ile görüşmelere ve Abdullah Öcalan’ın muhataplığına karşı olmak şeklinde ortaya çıkıyor. Fethullah Gülen’in bizzat ifade ettiği şekliyle “devletin itibarı” diye bir hat çiziliyor.Buradan da, Oslo görüşmeleri dolayısıyla MİT Müsteşarı’na karşı düzenlenen operasyonun altında “devletin itibarının korunması” olduğu sonucuna kolayca varılabilir.Bu tavır dolayısıyla şu anda CHP ve MHP ile doğaçlama da olsa bir “koalisyon” görüntüsü mümkün görünebiliyor. Ama ana siyasi duruş bu çerçevede kaldığı zaman ortada Tayyip Erdoğan’ı devirmek dışında bir siyasetin varlığından söz edilemez. Buradan da bir siyasi parti hareketi yaratmak mümkün değildir, şu anda da muhalefet sadece tek bir hedefe, Erdoğan’ı devirmeye endekslenmiş durumdadır.
Abdullah Öcalan, iki yıl kadar önce, açlık grevleri çok sayıda ölüme yol açacağı sırada sahneye çıktı ve bu grevleri durdurdu. Bir yıl kadar önce, geçen mart ayında, Nevruz’da silahların susacağını ve sonrasında “demokratik siyaset”in esas olacağını ilan etti. PKK Öcalan’ın yol haritasına uydu, militanlar dağdan indi, sınır dışına çekildi ve silahlar sustu. ‘Barış süreci’ dediğimiz olayın özeti budur.Geçen bir yılda, “akil insanlar”ın yaygın görüşmeleri, her düzeyde yürütülen tartışmalar ve her türlü itirazın açıkça konuşulması, sürecin önemli bir ayağı oldu. “Akil insanlar” görüşmelerinin sonuçlarını raporlar hâlinde Başbakan’a sundular.Geçen bir yılda, önce Gezi olayları sonra da 17 Ağustos operasyonuyla ortaya çıkan bütün gerilimlerde Kürt siyaseti mesafeli davrandı. Gezi hassasiyetlerinin bir yanına yakın durdu ama, Erdoğan karşıtı koalisyona açıkça uzak durdu.Şimdi BDP Eş Başkanı Demirtaş Diyarbakır’dan, Öcalan İmralı’dan “çok bekledik” diyorlar. Demirtaş, demokratik özerklik tanımına giren çalışmaların başlamasından söz ediyor, Öcalan da yeni ve yasal bir müzakere platformu oluşması için önerilerde bulunuyor.Karşı hamleDevletin, İmralı’da yaptığı görüşmelerin devam ettiğini, ama bunlarla herhangi bir somut gelişme sağlanmadığı anlaşılıyor. Kürt siyaseti, bu sonuçsuz görüşmelerin bir oyalama taktiği olmasından kuşkulanıyor ve kuşkusunu açıkça ifade ediyor.Önümüzdeki üç seçim sürecinde, Hükümet-devlet tarafındaki bekleme ve meselenin esaslı olarak ele alınmasını bu üç seçimin sonrasına bırakma eğilimi haklı bir kuşku kaynağıdır. Yerel seçim sonrasında, gerilimi tırmandırarak barış sürecinin kenarda kalmasını sağlayan koalisyonun aynı tavrının devam edeceği bellidir. Bunun karşı hamlesi, barış sürecinin canlandırılması olursa, koalisyonun bu hesabı boşa çıkarılabilir.Öcalan’ın önerileri içinde yer alan “komisyonlar”ın, Meclis’ten ve dışarıdan katılımlarla özerk müzakere heyetleri gibi çalışması mümkündür ve kendiliğinden yasal bir temel oluşturabilir.Kürt siyasetinin, “demokratik özerklik” kavramı üzerinden giderek, müzakere süreçlerinin çıtasını en tepeye koymasının ise sürece bir faydası olacağı kuşkuludur.
Başbakan Erdoğan, bugüne kadar “üç dönem kuralı“ ile ilgili olarak esnek davranmamıştı, ilk kez bu kuralın değişebileceğine ilişkin bir işaret verdi.AKP tüzüğüne göre, en çok üç dönem arka arkaya milletvekili seçilmek mümkün, üç dönemi dolduracak olan bakanlara da bu kural uygulandı ve üçü, belediye başkan adayı oldular.Erdoğan'ın Köşk formülü buna bağlı!Bu kural değişmediği sürece, Başbakan Erdoğan da üç dönem kısıtlamasına tabi olacak ve tekrar milletvekili adayı olamayacak. Bugüne kadar Başbakan’ın bu konuda söyledikleri hep cumhurbaşkanı adayı olacağı şeklinde yorumlandı.Yeni anayasa tartışmalarının sıcak olduğu günlerde ortaya çıkan başkanlık sistemi tartışması da Erdoğan’ın bundan sonraki siyasi geleceğiyle ilgili düşüncelerinin yansıması olarak görüldü.Erdoğan'ın röportajında atlanan çok önemli ayrıntı!Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığı konusundaki yaygın kanaat, bunun gerçekleşeceği ve Erdoğan’ın çok büyük ihtimalle halkın oylarıyla Çankaya’ya çıkacağı şeklinde.30 Mart akşamı...Bugünkü siyasi çatışmaların önemli, hatta kimilerine göre asıl kaynağı Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması konusudur. Muhalefette, son gerilimler içinde ortaya çıkmış koalisyonun hedef noktasında, MİT Müsteşarı’na yönelik operasyonun başından itibaren Erdoğan vardır. Koalisyonun önemli bir amacının Erdoğan’ı Çankaya’ya aday olamayacak düzeyde bir yıpratmaya uğratmak olduğunu da herkes biliyor.Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması ihtimali gündeme girdiği andan itibaren de AKP’nin geleceğiyle ilgili tartışmaların odağında, Cumhurbaşkanı Gül’ün pozisyonunun ne olacağı konuşuluyor. “Erdoğan Çankaya’ya Gül başbakanlığa“ formülünden, AKP’nin de yenilenmesi için en gerçekçi ve halkın büyük desteğini sağlayacak bir formül olarak söz ediliyor.Başbakan’ın, üç dönem kuralıyla ilgili olarak ilk kez “esnek” bir ifade kullanmasının tabii yorumu, “Erdoğan başbakanlıkta Gül Çankaya’da devam“ formülünün de sıfır ihtimal olmadığıdır.Bu sürecin nasıl bir yönelim kazanacağını belirleyecek olanın, 30 Mart akşamındaki sandık sonuçları ve o sonuçla gelecek yeni siyasi hava olacağını söyleyebiliriz. Önümüzdeki 45 gün her bakımdan sıcak geçecektir.
CHP’nin yerel seçim için yayınladığı seçim bildirgesini kaç kişi okumuştur, bilinmez. Ama üşenmeyip okuyacak olanlar veya hızlıca göz atanlar bol miktarda aynı kelimelerle karşılaşacak.“Sosyal demokrat belediyecilik” ifadesi kullanılıyor, “ilkelilik” de kullanılıyor, “çağdaş yerel yönetim anlayışı” da kullanılıyor. Bunların etrafında kimsenin itiraz etmeyeceği ifade ve önermeler yer alıyor.Burada önce dönüp metni hazırlayanlardan “örnek” isteyen olabilir. Kuşkusuz vardır. Hatta CHP’li olmayan birçok yerel yönetimde de örnek olarak gösterilebilecek durumlar vardır.“Sosyal demokrat” ve “çağdaş” sıfatları üzerinden gidildiğinde, bu ilkelere baş koymuş bir siyasi partinin yerel yönetici adaylarının bu çizgiye göre belirlenmiş olmasını beklemek de önce o partiye oy vermeyi düşünenlerin hakkıdır.Parti yönetimi inanıyor mu?Şöyle bir itiraz gelecek, “neden bizim adaylarımız bu kadar mercek altında diğerlerininki değil?”Cevap: Sosyal demokrat ve çağdaş kavramlarının sizin tekelinizde olduğunu düşündüğünüz için...CHP’nin aday belirleme çalışmalarının son durumuna baktığımız zaman, görüntünün tümüne damga vuran bazı tespitler ortaya çıkıyor.Ankara’da “eski MHP’li” değil, MHP’li bir aday gösterilmiştir. Ege’de iki il ve birçok ilçede yine “eski” olmayan MHP’liler adaydır. “Eski MHP’li” demek için, bir süre önce fikrî değişim görülmesi, yeni parti ve ilkeleriyle uyum görülmesi filan gerekir. Bu adaylar bir fikriyatın “eski” mensubu değildir, kendi kimlikleriyle gelmişlerdir.Malatya’nın bir ilçesinde, hakkında çok şikâyet bulunan, “eski jitemci” bir emekli subayın CHP adaylığının devam ettiği biliniyor.İstanbul’a gelince, Mustafa Sarıgül olayına kim hangi ilkeden bakarsa baksın aynı şeyi görecektir. Bu durum üzerine Fatih’e Erbakan soyadı, Şişli’ye İnönü soyadı, Beyoğlu’na Kotil soyadının da “ilkesel” açıklamasını yapmaya kimse kalkışmasın.Sosyal demokrat belediyecilik gibi bir iddiaya parti yönetiminin kendisinin de inanmadığının kanıtları fena hâlde ortadadır. “Seçim kazanmak veya oy yükletmek için herkesle iş yaparım“ın adı üstündeki gibidir, “değişik kesimlere açılmak” değildir.
İstanbul’un ve İzmir’in “garanti” sayılan ilçelerinin belediye başkan adaylarının belirlenmesini CHP sona bırakmıştı. İllerin çoğundan daha büyük olan bu ilçeler için çok sayıda aday adayının adı konuşuluyordu.İstanbul adaylarının belirlendiğine ilişkin haberler ve bazı isimler ortaya çıkarken CHP’de kavga da çıktı. Pazar akşam saatlerinde resmen açıklanmış adaylar yok, kesinleştiği bildirilen bazı aday isimleri var.Anlaşılan, Mustafa Sarıgül İstanbul büyükşehre CHP adayı olurken, bu “garantili” ilçelerle ilgili bir anlaşma da yapılmış ve Sarıgül’ün istediği isimler aday olacak.CHP’de bu şekilde aday belirlemesine isyan edenler “İstanbul Sarıgül’e terk edildi” diyormuş. “Garanti” görülen ilçeler için geçen isimlere bakıldığı zaman, böyle bir durum olduğunu görmemek mümkün değil.Sarıgül, İstanbul’un dışına çıkmak, Ankara’ya ilerlemek isteyen bir siyasetçi. Daha önce Baykal’a karşı CHP Genel Başkan adayı olmuştu, sonra CHP’den ihraç edilmişti. “İktidar yürüyüşünü” İstanbul’dan başlatma iddiasında olan CHP tarafından davul zurnayla aday yapıldı ve belli sözler de verildi.Tam oy verme anında...CHP İstanbul’a ağırlıklı bir isim bulamadığı için Sarıgül’e teslim oldu ve onun kendi siyasi ilerlemesi yolunda değişik kesimlerle kurduğu ilişkilerden, hemşehrilik ilişkilerinden medet umma hâline gelindi.İstanbul halkının önemli bir kesimine, büyük ve gelişmiş ilçelerde yaşayanlara CHP “bize oy vermek zorundalar” diye bakıyor.Bu “garanti” duygusunu ve büyükşehri alma umudunu, Gezi olayları sonrasında tırmanan kutuplaşmanın beslediği belli.30 Mart’ta yerel yöneticiler seçilecek, ama önemli bir kesim daha genel siyasi güdülerle oy kullanacak. Şu anda bu kanaate hak verdiren bir hava olduğu doğrudur. Ama şu da doğrudur: Halk kendisine bu kadar “cepte” muamelesi yapılmasından da pek hoşlanmaz.Geleneksel CHP hâllerine pek uygun bir aday belirleme faaliyetinin kesin sonucu herhâlde birkaç gün içinde belli olur, listeler biraz eğilip bükülür. CHP hâlleri de alıştığımız gibi devam edegelir ve tam oy kullanma anında “bu şehri, bu ülkeyi yönetebilirler mi” sorusu en kuvvetli şekilde sorulur.
Gülen cemaati, bir milletvekilini daha çekerek AKP ile “örgütsel” ilişkisini tümüyle koparacağını açıklamış oldu. Şu ana kadar gerçekleşen istifalar, AKP’de bir “bölünme” havası yaratmayı sağlayacak bir sayıya ulaşmış değil. Cemaatin AKP’nin Meclis grubu içindeki durumuyla ilgili olarak, bir süredir yayılan tahminlerin, bilgiden çok temenni ifade ettiği de anlaşılıyor.AKP’nin, cemaat eliyle bölünmesi ihtimalinin son derece zayıf olduğunun ortaya çıkmasıyla, cemaatin siyasi geleceğine ilişkin tartışmalar da başka boyut kazandı.Yargı ve Emniyetteki “mevzilerini” kaybeden, dershane olayından fazlaca yaralı çıkacak olan ve milletvekillerini AKP’den çeken cemaatin, bundan sonra, hiçbir halükârda AKP’de bir siyasi geleceği kalmamıştır.Hangi partiyle?Savaşın başında, esas olarak Tayyip Erdoğan üzerine odaklanmış mücadele “topyekûn”a dönünce iki tarafın bütün kuvvetleri ileri hatlara sürüldü.Bu nedenle, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması durumunda, yeniden yapılanan AKP’nin cemaat ile eski sıcak ilişkiyi kurması beklenemez. Cemaatin CHP ile herhangi bir yakınlık tesis etmesi de mümkün olmadığına göre, geriye MHP, Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi kalıyor.CHP ile şu anda “konjonktürel” bir uyum sağlanmış olması bile CHP’ye oy veren kesimde büyük rahatsızlıklar yaratıyor. Saadet Partisi de bir anlamda “cemaat partisi” olduğu için, doğal ve eski bir rekabet vardır ve Gülen cemaatinin burada da kendine yer bulması mümkün görünmüyor.“MHP böyle bir ittifaka sıcak bakar mı”, sorusunun devamı da, “Büyük Birlik Partisi cemaati keser mi” olarak gelince cemaatin merkez siyasette eski yerini bulmasının çok güç olduğu sonucuna varabiliriz.‘Basra’ gözden çıkarılmışsa...Gülen cemaatinin, 2002 sonrasında ulaştığı siyasi etkinliğe kısa, hatta orta vadede tekrar ulaşması mümkün görünmüyor. Bu kavgayı başlatanlar, MİT Müsteşarı’na saldırarak en tepeye vurmanın bir karşılığı olabileceğini düşünmemiş olabilirler mi? Yoksa cemaat bu hesabı yapacak zamanı bulamadan mı kavgaya itildi?“Devletin itibarı” ifadesi üzerinden gidersek, Oslo görüşmelerinden çıkan, silahların susması ve barış sürecinin başarılı olması ihtimaliyle bir panik mi yaşandı, diye de düşünebiliriz.“Biz nasıl olsa çok şey kaybettik, o zaman Basra’da da taş üstüne taş kalmasın” diye yürümenin altında çok daha ciddi bir şeyler olması gerekiyor.
İnternet ile ilgili son çabadan çıkan, bir sansür yasası oldu. Sansür oldu, çünkü idari kararla herhangi bir bilginin, fikrin iletilmesinin engellenmesi sansürdür.İletişim teknolojilerinin inanılmaz bir hızla gelişmesi hepimizin başını döndürdü, birçok ayarımızı bozdu.Son teknolojik imkânların abuk sabuk kullanılmasının belli bir kirlilik yarattığı da doğrudur, kötüye kullanım yollarını alabildiğine açabildiği de doğrudur.Kişisel karalamalar için kullanıldığı da doğrudur, şuursuz beyanlar için kullanıldığı da doğrudur, dezenformasyon için kullanıldığı da doğrudur.Ama bunların tümünün olumsuz etkilerinden kurtulmak için en kolay yola, sansür yasasına gitmek de en yanlış tavırdır.İnternet ve benzeri imkânlar için söz konusu olan yanlış ve kötüye kullanım geleneksel medya için de geçerlidir. Gazetelerde ve televizyonlarda kişilik haklarına saldırı olur, oluyor; abuk sabuk yazılar, kasıtsız veya kasıtlı yanlış bilgiler de aktarılıyor.Vahim yanlıştan dönelimHer yayın türünde, herhangi bir suç işlenirse, o suçu engellemek amacıyla sansür koymak kimsenin gücü dâhilinde olmadığı gibi, tedbir de sadece bir suç olup olmadığının -idare değil, yargı kararıyla- tespitinden ve suça göre ceza tespitinden öteye geçemez.İnternet ile ilgili sansür yasasını savunan mantığın gazete, dergi, televizyon, radyo yayınlarına sansürü savunan mantıktan hiçbir farkı yoktur. Aynı mantık kitapların da idari kararla toplatılmasına kadar gider.Bu, çok tehlikeli bir mantıktır ve dünyanın şu vaktinde ayıp listesinden başka bir yerde yer alamaz.Bu ağır ayıptan kurtulabiliriz. Cumhurbaşkanı Gül, yasayı, mantığının tehlikelerini açık açık belirterek geri gönderir ve Hükümet de yanlıştan geri dönmüş olur.Eğer Hükümet yanlışta direterek sorunu büyütürse, yasanın Anayasa Mahkemesi’nden dönmesinin kaçınılmaz olduğunu da bilmelidir.Her türlü sansür yasası, mevcut anayasaya da aykırıdır ve yasa mahkemelik olursa iptal dışında bir karar çıkması da mümkün değildir.Bu vahim yanlıştan dönelim ve sansür kelimesini unutalım, bundan başka yol yok.