Bu yedi yılda, vicdanların ve namusların ne kadar kirlenebileceğini, herkesin gözü önünde işlenmiş bir cinayetin nasıl karartılabileceğini günbegün gördük.Vicdan kirlenmesi birinci gün başladı. Bir katile kahraman muamelesi yapıldı. Ve anında “arkadaş grubu” denilerek kirlenmenin birinci adımı atıldı.Katille “empati” kuranlar, Hrant’ı hedef gösterenlerle, anında “arkadaş grubunun işi örgüt aramayalım” diyenler aynı kişiler olunca vicdan ve namus kirlenmesinin öncesini de gördük.Cinayete, katillere taraftar yaratmak için uğraşanlar, Hrant’ı kamuoyu önünde hedef göstererek işe başladılar ve aslında “örgüt”ün boyunu, elinin kolunun nerelere uzandığını da gösterdiler.Dava boyunca neler yaşandığını, böyle bir cinayetin biri on sekiz yaşından küçük iki kişiyle kapatılması girişimlerini herkes kolayca öğrenebilir.İnsanları, cinayetin “arkadaş grubunun icraatı” olduğuna inandırmak isteyenler, eğer “tufaya gelmişlerse”, Abdi İpekçi’nin katili Ağca ile Hrant’ın katillerinden birinin daha birkaç hafta önce bir araya getirilmesinden bir şeyler çıkarabilirlerdi.Kararmış vicdanlar, kalmamış namuslar için bu bile bir şey ifade etmedi. Ve bu yedi yılda olan bitenlere bakınca, daha birinci günden itibaren bazı kişilerin en başından itibaren “görevli” gibi davrandıkları da çoktan kayıtlara geçti.Hrant’ı öldürenler neyi amaçlıyorsa, bu yedi yıl içinde hiç bir amaçlarına ulaşamadılar. Bu ülkede vicdanlar var, kirlenmemiş namuslar var, beyinler var.İnsanlık vicdanının tertemiz bir simgesi olarak Hrant, yedi yıldır mücadelesine devam ediyor. Dava boyunca, elleri kolları uzun güçlerin bütün çabalarına rağmen bu mücadele devam edecek, vicdan ve namus sahibi insanlar bu davayı takip edecek.Hrant öldü, ama yedi yıl boyunca vicdanı ve namusu olmayanlar daha çok açığa çıktı, çıkmaya devam edecek. Hrant’ın adını her duyduklarında bir ürperti yaşayacaklar ve korkacaklar.Hrant Dink, geçmişin, uzak ve yakın geçmişin pisliklerin temizlenmenin simge isimlerinden biri olarak kalacak, vicdan ve namus yoksunları da işte aynen böyle anılacak.
AKP ile Gülen cemaati arasındaki kavga şiddetle devam ederken, en fazla sorulan soru şu: Gülen cemaatinin amacı nedir?80’lerin başında adı duyulmaya başladığından itibaren cemaat hakkında iki kanaat belirmişti. Geleneksel devletçi kanaat tabii ki, hedefin “irtica” olduğu şeklindeydi.Muhafazakâr çevrelerde, Kürtlerin ağırlıklı olduğu bir alanda yakın döneme kadar cemaat, yeni dünya yorumları getiren, hoşgörü anlayışı yüksek bir “Türk Nurculuğu” olarak algılanmıştı. Uzun süre açık siyasi pozisyon almayan, etki alanını genişletmeye yönelen cemaat, farklı eğilimdeki siyasi partilerle sıcak ilişki kurmaya da özen gösterdi.AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Gülen cemaatinin ilk kez açık bir tavır alarak, bir siyasi partiyi açıkça desteklediği söylenebilir.Bu ilişkiyi kimileri doğal bir birliktelik, kimileri “koalisyon” olarak niteledi ama ilişkilerdeki “yakın”lık açıktı; kimse gizlemiyor, farklı alanlarda açık destekler sürüyordu.‘Serinliğin’ miladı...Cemaatin yayın organları üzerinden gidersek, ilk “serinliğin” barış sürecinin başladığı dönemde, Oslo’daki gizli görüşmelerde başladığını söyleyebiliriz. Cemaatin sözcüsü olarak kabul edilebilecek isimler, barış sürecine genel hatlarıyla “destek” bildirirken, Oslo’da PKK ile devletin gizli görüşmeler yapması bir dalgalanma yarattı. Sonra görüşmelerin tutanakları sızdı, birileri bunları kamuya açıkladı, yine çok açık söylenmese de bu olay AKP ve AKP’ye yakın çevrelerde cemaate mal edildi.Oslo görüşmeleri dolayısıyla açılan bir soruşturmayla doğrudan MİT Müsteşarı’na yönelik ifadeye davet hamlesi de yine cemaat operasyonu olarak görüldü. Kanaat açıktı: Müsteşar ifade verseydi, bu görevin kendisine bağlı olduğu Başbakan tarafından verildiğini söyleyecek ve hedef Başbakan olacaktı.Dershaneler konusu dışında, AKP ile cemaat arasında ciddi bir tartışma olmadı. O konu da görüşmeyle, uzlaşmayla kolay çözülebilecek bir mesele olduğu hâlde ortaya hayati bir mesele gibi sürüldü.Bu açıdan baktığımızda AKP ile cemaat arasındaki gerçek serinliğin miladı ‘Oslo’ yani barış sürecinin “kuvveden fiile” çıkmasıdır.Kavga tırmandığı sırada bile devlette cemaati rahatsız edecek kadar ciddi ölçüde kadro operasyonları yoktu. Bunlar son birkaç haftanın, çatışmanın 17 Aralık’ta zirveye vurmasının ardından gelen olaylardır.“Cemaatin asıl hedefi nedir” sorusuna birçok cevap verilebilir, ama çatışmanın sürecini Oslo ve barış sürecine endeksli olarak okumaya çalışırsak, daha ciddi ve temelli noktalara ulaşabiliriz.
Günün bütün sıkıntılarını, sorunlarını yüzeydeki dalgaların altına inerek görmeye çalışınca, ortaya “neyi tutsan dağılıyor” hâli çıkıyor.Bugün ciddi bir yargı tartışması içindeyiz. Aynı anda eğitimle ilgili birçok temel sorun her gün önümüze çıkıyor. Kamunun güvenlikten sorumlu unsurları da ağır tartışma ve çatışma konusu.Böyle bakınca da hemen, yükü son on bir yılın siyasi sorumlularının üstüne vurmaya gönüllü, hem ucuz hem çapsız bakış açıları boy gösteriyor. Ucuzluk, her meseleye birkaç basit formülle yaklaşıldıkça kendisini ele veriyor.Türk toplumu, kaçınılmaz değişim sürecine girdiği andan itibaren, alttaki yapının geriliği, eskimişliği bütün boyutlarıyla ortaya çıkmaya başladı.Ülkenin varlığının devamını sağlayacak, topluma gelişme yollarını açacak değişimlere direnmiş ve başarılı olmuş yapılar, hemen hemen bütün kurumlarıyla dökülüyor.Zorlu ve zorunlu süreçMerkez siyaset, ortanın sağıyla soluyla, toplumdaki beklentileri yönlendirecek, medeni kelimesinin içerdiği unsurları sağlama alan yapılanmalara girmedi.Askeri vesayet de, sivil siyasetin görevini yapmamasının hem gerekçesiydi hem de bahanesiydi.Şimdi bütün kurumların “döküldüğü” bir döneme tanıklık ediyoruz, çünkü sivil siyaset alttaki gerçekleri görmekten hep kaçtı, idare-i maslahat ederek çürümeleri izlemekle yetindi.Yargı, Mahmut Esat Bozkurt’ların yetmiş yıl önce temellendirdiği yapıda kaldığı, dünyanın ve toplumun değişiminden uzak durduğu, sivil siyaset de bunu görmediği, teşhis ve tedavi edemediği için bugünkü hâline geldi.Yetmiş yıl öncesinin, yüz yıl öncesinin, imparatorluğun dağılma sürecinde oluşmuş, yerleşmiş ve kendisine varlık ve iktidar alanları bulmuş zihniyetleri, ağır, dal budak salmış kökleriyle birlikte sallanıyor.Son on yılda demokrasi adına yapılmaya çalışılmış çeşitli reformlar, yetersiz ve eksik bulsak da alttaki yapıda süregiden dağılmanın su yüzüne çıkmasını sağladı.Alttaki gerçeklerde, bugünkü sarsıntıları ortaya çıkaran bir depremler dizisi bulunuyor. Bunlar dağılmış kurumların, yeni zihniyetlerle yeniden inşasına kadar devam edecektir.
Artık kasetleri doğru dürüst izlemek bile zorlaştı. Bir kaseti tam hazmediyorsunuz; amacını, kimin tarafından neden tedavüle sokulduğunu anlamaya çalışıyorsunuz, bir başka kaset geliveriyor.Kısa bir süre önce, Paris’te üç Kürt kadını öldüren kişinin Gülen cemaatiyle ilişkisi olduğu iddiası ortaya çıkmış, şiddetle yalanlanmış, hatta katile AKP tarafına yakınlık atfeden söylentiler çıkmıştı.Bu iddiaların somut hamlesi, katili MİT ile ilişkilendiren bir kaset oldu. MİT iddiayı reddetti. Bu kaset için araştırma, soruşturma yapılacak. Ama kaset ortaya çıktığı anda, herkesin ilk kanaati, cemaat tarafından ortaya atıldığı şeklinde oldu.Kime yarar kime zarar, sorusu sorulduğu anda cevabının belli bir noktayı işaret etmesi kaçınılmaz oluyor.Karşı hamle...Paris katilinin kasetinin karşılığı, Fethullah Gülen’in Türkiye’deki bazı kişilerle yaptığı telefon konuşmalarının kaydı olarak ortaya çıktı.Kimse kaydın sahte olduğunu öne sürmüş değil, içeriğinde de bir suç yüklemesi yok, ancak mali konularda bilgi aktarımı, görüş alışverişi ve yönlendirmeler var.Bu konuşmalar herhangi bir suç teşkil etmiyor, sadece Gülen cemaatinin çalışma tarzını ve Fethullah Gülen’in mali meselelerde bizzat müdahil olduğunu anlatıyor.Bir cümleye dayanılarak, Gülen’in, barış sürecini önemsemediği fikri de çıkarılabilir, ancak buradaki ifadeler çok net değil...Siyaset ağır yara alırYasal dayanak olmadan gizli dinleme yapmak da suçtur, dinlenenleri açıklamak da suçtur, sahte belge üretmek de suçtur.Bunların suç olduğu bilindiği hâlde, savaşın tarafları bu suçları işlemekten çekinmemektedirler.Bu icraatları yapabilmek için, devlet içinde belli bağlantılara ihtiyaç vardır; kamu görevlilerinin bu icraatların içinde olmaları da onlar açısından hafif olmayan suçlar işlemeleri anlamına geliyor.Siyasi bir savaş var ve bu savaşın yöntemleri ağırlıklı olarak “istihbaratçı” yöntemleri oldu. Bu tarz yöntemler, savaşın ana silahı hâline geldiği zaman, bundan siyasetin tümü ağır yara alır, savaşı yürütenler de siyasiler olmaz; amaçları karanlık, kendileri karanlık odaklar olur.
Yangına dönüşme ihtimali olan bir gerilim varsa, bunun önlenmesi, siyasi aktörlerin “makul”e dönmeleri için hamle yapmak Cumhurbaşkanı’nın görevidir, yetki alanındadır.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül birkaç gündür yoğun görüşmelerde bulunuyor. Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Atalay’dan sonra üç muhalefet partisinin genel başkanları ve Başbakan Erdoğan ile görüştü.Görüşmelerin gündemi aynı. Cumhurbaşkanı Gül de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kriziyle ilgili çok net önerilerde bulunuyor.Gül, HSYK ile ilgili sıkıntı ve sorunları tartışmıyor, zaten sıkıntı ve sorunların varlığı ortada. Gül, bütün bunlar için çözüm önerisi getiriyor.Hükümet tarafından Meclis’e sevk edilen ve komisyonda kavga dövüş görüşülen yasa değişikliği önerisi Cumhurbaşkanı’na göre çözüm getirici bir değişiklik değildir, yeni sorunlara yol açacak niteliktedir.Bunları gidermek için Gül, bütün görüşmelerinde HSYK ve yüksek yargı ile ilgili değişikliklerin Anayasa değişikliği yoluyla yapılmasını öneriyor.Yapılacak değişikliğin içeriği ve sınırları da bellidir, Cumhurbaşkanı bunu “Avrupa Birliği standartları” olarak özetliyor.Ortak akılla çözümAmaç yangına dönüşmeye yüz tutmuş bir krizi siyasetin ortak akılla çözmesidir. Avrupa Birliği standartları içindeki anayasa değişikliğinin de mümkün olduğu kadar geniş bir uzlaşmayla sağlanması hiç kuşkusuz en istenen durumdur. Cumhurbaşkanı da görüşmelerinde bunu söylüyor.Cumhurbaşkanı’nın bu gündemle yaptığı görüşmelerinin sonuncusu Başbakan Erdoğan ile gerçekleşti. Görüşmenin ardından Hükümet, HSYK sıkıntısına çözüm konusunda bir tavır değişikliğine gidebilir de gitmeyebilir de.Yangına su dökmek, üstelik ortak akılla makul ve medeni çerçeveler içinde yangını söndürmek için HSYK dâhil birçok konuya biraz daha yukarıdan bakmak gerekiyor.Cumhurbaşkanı Gül, adına uyarı da denilse, öneri de denilse, gerçek ve makul bir platform getirmiştir. Siyaset bu platform üzerinden yürüyebilirse, kamuoyunu da rahatlatacak bir gelişme sağlanmış olacaktır.
Başbakan Erdoğan AKP’nin oy oranını yüzde 50 olarak açıkladı. Başbakan’ın söyleyişinden, verdiği oranın 17 Aralık’ta başlayan “savaş”ın sonrasına ait olduğunu çıkarabiliriz.Bu, halkın şu andaki algısının, daha önce AKP’ye oy vermiş olanlarda ve biraz fazlasında, Erdoğan’ın açıklamaları yönünde olduğu anlamına geliyor.Konda’nın, 17 Aralık öncesinde İstanbul için yaptığı araştırmada da Kadir Topbaş’ın oy oranı yüzde 52,5; Mustafa Sarıgül’ün yüzde 37,2; Sırrı Süreyya Önder’in oy oranı da yüzde 8 olarak çıkmıştı.Başbakan’ın verdiği yüzde 50 oranı, 17 Aralık’ta başlayan çatışmaları AKP’ye oy vermiş olanların ve biraz daha fazlasının Erdoğan’ın açıklamaları yönünde algıladığını gösteriyor.Bunun İstanbul için anlamı da aradaki 15 puanlık farkın kapanması ihtimalinin olmadığıdır. İstanbul tartışmalarını sona ermiş sayabiliriz.Yine yüzde 50 üzerinden devam edersek bu verinin nasıl okunacağı, siyaset için büyük önem taşıyor...Tercih değişmedi17 Aralık operasyonunun ve devamının birinci amacının AKP’de anlamlı bir oy düşüşüne yol açmak, ardından cumhurbaşkanı seçimini zora sokmak olduğu basit bir siyasi çıkarsamadır.Çok göz önünde yapılan operasyonun, bu aşamada oy oranlarında bir değişikliğe yol açmaması, önce halkın bir siyasi iktidar değişikliğine eğilim göstermemesi olarak okunabilir.Yüzde 50’yi, savaşın devamıyla ilgili bir işaret gibi görmek de, yine şu andaki havanın etkisinde kalarak halkın işaretini farklı yönlere çekme yanlışını getirebilir.17 Aralık operasyonuyla, sandık dışı manipülasyonlarla siyasi iktidarın değişmesine sıcak bakmayan halk “demokratik” bir duruş için onay vermeye devam ediyor.Siyasi kulislerde, AKP karşıtı koalisyondan, içinde kasetler belgeler de bulunan yeni ve kuvvetli bir hamle daha geleceği fazlasıyla konuşuluyor.Bu operasyonun veya fırtınanın halkın şu andaki algısında ciddi değişiklik yaratması ihtimali, eğer ilk operasyondan bir sonuç alınsaydı, yüksek olabilirdi.Şimdi fırtınayı hep birlikte beklerken, algıların hep demokrasi endeksine göre oluşmasını temenni etmek de önemli bir siyasi tavır durumundadır.
Hikâye şöyle:Küçük bir kuş alçaktan uçarken üzerinden geçen bir başka kuş tam üzerine pislemiş. Büyük kuşun pisliği küçük kuşun tam üzerine gelmiş, küçük kuş darbenin ağırlığıyla yere düşmüş. Üzerindeki pislikten kurtulmak için debelenirken, bir kedi gelmiş, küçük kuşun üzerindeki pisliği temizlemiş ve onu yemiş...Bu hikâyenin kıssadan hissesi de şöyle aktarılır: Üzerine her pisleyenin sana kötülük etme niyeti olmayabilir, üzerini her temizleyenin niyeti sana iyilik etmek olmayabilir...Bu hikâye siyasi sohbetlerde çok geçer, her olayda hemen hüküm vermemeyi, ilk görüntüye bakarak aceleyle karara varmamayı tavsiye etmek, amaçları doğru teşhis etmenin önemine dikkat çekmek üzere anlatılırdı.Yargıdan başlayan hareketin ‘yürütme organı’ HSYK oldu. Açık adı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’dur, görevi yargı mensuplarının atamalarını yapmak, çalışmalarında hukuk ilkeleri içinde kalıp kalmadıklarını ve görev içi ya da dışı suç iddialarını araştırmak olan bir “yüksek yargı” organıdır.Sorun büyürse...Bu kurulun ve diğer yüksek yargı oranlarının aralarındaki ilişkilerle ilgili temel eleştiri, bunların birbirini seçme şeklinden başlayan bir tür yargısal vesayetin, “jüristokrasi” adı verilen bir yapının oluşmasıydı.2010 referandumunda bu konu da oylandı, HSYK’nın oluşumuna yeni kurallar getirildi ve bu değişiklik kendimizi en azından lafta bağlı hissettiğimiz uluslararası hukuk kurumları tarafından da desteklendi.17 Aralık operasyonunun ardından gelen dalgalar içindeyse HSYK da çatışmanın, siyasi çatışmanın bir tarafı oldu. Şimdi tartışılan, Hükümet’in HSYK’nın yapısına getirmek istediği yeni değişiklik ve bu kurumun daha çok Adalet Bakanı’na bağlı bir yapıya dönüşmesi.Konu hukuk açısından her boyutuyla tartışılıyor, hukukçuların büyük çoğunluğu getirilmek istenen yapıyı ciddi “hukuki” gerekçelere eleştiriyor. Avrupa Birliği tarafından da aynı uyarılar geldi.Tartışmalardan en azından şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün: Hükümet’in Meclis’e getirdiği değişiklik, çok daha ciddi sıkıntı ve sakıncalar yaratmaya adaydır. Bunların birincisi de Anayasa Mahkemesi’nin değişikliği iptal etmesinin kuvvetle muhtemel olmasıdır.Mevcut hukuki tartışmaların bir üst düzeye taşınarak devam etmesinin hesabını Hükümet iyi yapmak durumundadır. Pisleyenin niyeti de temizleyenin niyeti de doğru teşhis edilemezse siyasete çok daha ağır yükler gelir.
Son günlerin geriliminin tahlilini yapmaya çalışanların bazıları 1960 öncesi ile benzerlikler üzerinde duruyor. Bu benzerlikler kurulduğu zaman, kaçınılmaz olarak bir “askeri hareket” beklentisi de ortaya çıkar.27 Mayıs 1960 öncesiyle bugünün havası arasında toplumsal kutuplaşma açısından gerçekten büyük benzerlik var. Her mahallede demokratların ve halkçıların kahvelerinin bile ayrı olduğu, insanların birbirine düşman gözüyle baktığı bir ortamı bugün de yaşamak hiç makul gelmiyor.Yarım yüzyıldan fazla bir süre önce yaşanmış olanlardan neredeyse hiç ders çıkarılmamış olmasının bir açıklaması vardır herhâlde...1960 öncesi, halkın bir kısmı, öğrencilerin kıyma makinelerinden geçirildiğinden de çok emindi, ülkenin maliye bakanının, dışişleri bakanının büyük yolsuzluklar yaptığından da. Nitekim tarafsız ve bağımsız olmayan yargı, tek bir kanıt olmamasına rağmen iki bakanı da astı, başbakanı da astı. Tutuklu başbakana tokat atan subay da çalışmalarına devam etti...50 yıl geriye gitmemek içinDemokrat Parti yine tek başına iktidar olabilecek oyu almıştı ve karşısındaki CHP’nin seçimde iktidar olabilmesinin, seçim kazanmasının hiçbir ihtimali yoktu.Gençler sokaktaydı, güvenlik güçleri göstericilere karşı oldukça sert davranıyordu. Demokrat Parti hükümeti basına sansür uyguluyor, gazeteler son anda çıkarılan haberlerin yerinde kalan beyaz boşluklarıyla yayınlanıyordu.O günlerde kamuoyunun inandırılmış olduğu söylentilerin neredeyse tümü yalan çıktı, ama Başbakan Menderes’in sözleri gerilimi artırıyordu. Ve İsmet İnönü’nün “Sizi ben bile kurtaramam” lafı darbenin işaret fişeği oldu.O günleri yeniden yaşamayı, tarzı ister klasik olsun ister post-modern, yeni bir askeri müdahaleyle demokratik kazanımların yok olmasını isteyen olabilir mi. Olabilir, “Ne olursa olsun, yeter ki Erdoğan gitsin”ciler bu saikle yükleniyorlar.Ülkeyi bu havadan çıkarmak şu anda zor görünse de, siyasetin tümü gerilimin azaltılması için elini taşın altına koymalıdır. Elli yıl geriye düşmemek için herkes çaba göstermeli, çünkü bu kez fatura herkese çıkacaktır.