Çok kalabalığız çok...

7 Kasım 2011

Her ülkede bir bebeğin “7 milyarıncı” olarak seçilmesinin amacı, sayının farkına varılması, bu sayıyla birlikte artmış ve artacak olan sorunlara dikkati çekmekti.Bizde öyle olmadı, 7 milyarıncı insan olan bebeğe bakıp sayfayı çevirdik, gitti...Sayılara bakınca ürkmemek mümkün değil.1 yılında, yani Hazreti İsa henüz bir yaşındayken dünyanın nüfusunun 200 milyon olduğu tahmin ediliyor. 1 milyara ancak 1804 yılında çıkılmış.Buna 1 milyar daha eklenmesi için 123 yıl geçmesi gerekmiş. Sonrası da yağmur gibi gelmiş:1959’da 3 milyar, 1974’te 4, 1987’de 5, 1999’da 6 ve 2011’de 7 milyar olmuşuz***Burada bir an durup kendi açımızdan baktığımızda, bizden sonra 4 milyardan fazla insanın doğmuş olması bile yeterince ürkütücü.Uzmanların tahminlerine göre 2050’ye doğru dünya nüfusu 9 milyar olacak.Dünyamız büyümediğine, büyümesi ihtimali olmadığına göre bütün bu milyar milyar insanın önce bakımı, beslenmesi gerekiyor.Sonra onları eğitmek gerekiyor. Sonra barınabilecekleri binalar gerekiyor. Sonra onlara iş bulmak gerekiyor.Bunlar olurken de sürekli yemek yiyecek, su içecek ve temiz hava soluyacaklar.***Dünya nüfusu 9 milyarı bulduğunda, 2 milyarı Afrika’da yaşıyor olacak, ne kadarının bugünkü gibi hâlâ aç ve susuz olacağını da şimdiden kimse bilemiyor.Dünya büyümeyeceği gibi kaynakları da artmayacak.Bütün bu yeni nüfusla birlikte petrole ya da ona benzer bir şeye de daha fazla ihtiyaç olacak. Onu bulan ya da elinde tutanlar gücüne güç katacak.Beslenmek ve kendine hayat alanı açmak isteyen kalabalıklar çevreyi talan edecek.***İnsanlığın 1 milyardan 7 milyara çıkma sürecinde çok hızlı gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor; bu arada “umulan ömür” denilen sayı da sürekli büyüdü.Şu anda uzun ömür konusunda en mutlu olan Japonlar’ın 83 yaşına kadar yaşaması doğal.En mutsuzlar da 44’ünde hayatta olmayacağını bilen ya da isterse öğrenebilecek olan Afganlar olmalı.Bu konuda biz Türkler 70’lerin ortasındaki yerimizle Avrupalıların 5-6 yaş gerisinde bulunuyoruz.Sayılara böylece bir baktıktan sonra, “3 çocuk” konusunu biraz daha düşünmek gerekiyor.Bu çerçevede düşünmemiz gereken çok şey var, onların da çeşitli sonuçlarından hâlâ muzdaribiz.

Devamını Oku

KCK’yı değil demokrasiyi savunmak

4 Kasım 2011

Anlaşılan o ki, “terörle mücadelede demokrasiden taviz vermemek” cümlesinin ne anlama geldiği üzerine düşünmek gerekiyor. Bu cümle Türkçede şu anlama geliyor: Terörle mücadele etme gerekçesiyle yazan, çizen, konuşan ve siyaset yapanlara hiçbir baskı yapmamak, terörle doğrudan ilişkili olmayan hiç kimseyi kovuşturmamak, hatta bu ihtimalleri yok etmek için yasal tedbir almak.Terörle mücadelede demokrasiden taviz verilmemesi sadece bu anlama geliyor. Bunun “ama”sı yok, hele “ama demiş ki” diye dedikodu üslubunun böyle bir tartışmada hiç yeri yok.***Yine anlaşılıyor ki, KCK operasyonlarının gidişatı üzerine tepki gösterenlerin ve uyaranların ne dediğini Başbakan dikkatle okumamış, bunları kendisine iletenler de doğru iletmemiş.Bütün eleştiri ve uyarılar, Başbakan’ın sık sık tekrarladığı “demokrasiden taviz vermemek” hassasiyetinden kaynaklanıyor. Eleştirenler ve uyaranlar, yakın tarihimizde defalarca tanık olduğumuz gibi, böyle bir gidişatın eninde sonunda KCK’yı besleyeceğini, bütün demokrasi dışı çözümleri savunanları güçlendireceğini belirtiyorlar.Devletin, Ankara’nın “resmi” görüşü dışında her türlü fikrin, tavrın “teröre destek” olarak görüldüğü dönemleri bu ülke uzun süre yaşadı. Bu dar bakış sayesinde de PKK veya KCK, 33 yıldır varlığını sürdürdüğü gibi, gücünü de koruyor.***Terörle mücadelede demokrasiden taviz verilebileceği, hatta verilmesi gerektiği, hatta onların yöntemlerini kullanmanın “caiz” olduğu fikrinden “demokrasiden taviz verilemez” aşamasına gelmiş olmamız önemli bir gelişmedir.Ama öte yandan da bu cümleyi tekrar edenlerin sorunun anlamı ve içeriğiyle ilgili dar bir bakış açısının dışına çıkamamaları yüzünden bugün, 2011 yılının sonunda 90’lara dönülmekte olduğu kuşkusu yaygınlaşıyor.Başbakan için ve 90’ları özleyenler için tekrar söyleyelim, KCK operasyonlarının gidişatını eleştirmek KCK’yı savunmak şöyle dursun; demokrasiyi ve KCK gibi örgütlerin işlevini kaybedeceği siyaset ve hukuk ortamını savunmaktır.***Yukarıdaki son cümleyi yazarken, “Gelecek Uzun Sürer” filminin davetiyesi geldi. Tepeye İtalyan yazar Cesaré Pavese’nin şu sözünü koymuşlar: “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?”Bu soruyu savaş bittiğinde sorup vicdanları kanatmaktansa, bugünden her sabah kendi kendine sormak gerekiyor. Ve bu soruya cevap olarak “ben ölmemeleri için her şeyi yaptım” diyebilenlerle susarak önüne bakanlar arasındaki farkın anlamı çok büyük olacak.Az kanlı olması temennisiyle, bütün okurlarımızın Kurban Bayramını kutlarım.

Devamını Oku

‘Laik aydın’ cinayetleri

3 Kasım 2011

Geçen hafta eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le yapılan bir görüşme, Aksiyon dergisinin 24 ekim 2011 tarihli sayısında yayınlandı.Görüşme yayınlanalı yaklaşık on gün oldu. En başta doğrudan ilgili kişilerden tepki ya da soru gelmesi gerekirdi. Gelmedi, neredeyse kimse ilgilenmedi.Görüşmenin terör meselesinin yanında ağırlıklı konularından biri de 80’li, 90’lı yıllarda işlenen laik aydın cinayetleriydi.O dönemde Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik ve Atatürkçü aydınlar öldürüldü.Söz konusu kişilerin ortak kimliğinin ‘laik-Atatürkçü’ olması dolayısıyla akla ilk gelen olağan şüpheliler, radikal İslamcı hareketler ve bölgede İslam devrimini ihraç etme hevesi içinde olan İran yönetimiydi. Her cinayetin ardından bütün parmaklar onları gösterdi. Şu anda da yaygın kanaat yine bu yöndedir.***Görüşmede konuya ilişkin ilk soru şöyle soruluyor: “90’larda Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi laik kalemlere yönelik suikastleri nasıl değerlendiriyorsunuz?“Cevat Öneş’in değerlendirmesini kısmen aktarıyoruz:“Tabii ki açık delillere sahip olmadan konuşmak doğru değil. Ama vesayetçi sistem ve zihniyetle, devlet iradesinin, siyasetin etkileyemediği askeri yönetimler gibi durumların mahsulüdür faili meçhuller.Devleti bütünüyle ifade edemeyiz elbette ama devletin içinde kirlenmiş yapılarla bağlantılı olduğunu bugün görebiliyoruz. (...) Sanıyorum ki gelişen yargılamalar içerisinde bunun örneklerini görebiliriz. (...)İslamcı çevreye bunu havale etme, Kürt örgütlerine havale etme veya sağcı bazı örgütlere havale etme gibi bir anlayışla meselelere bakılıyordu tabii. Farklı boyutları olduğu bugün açıkça görülebiliyor. (...)90’lar, dediğimiz küresel gelişmelerin ve değişimlerin hızlandığı bir dönem. Demokratik değişimlerin ve dönüşümlerin hızlandığı bir dönem. (...) Böyle bir hızlanma, gelişmelere çeşitli çıkarlar açısından bakan yapıları rahatsız etti. Süreci kesintiye uğratma, mevcut güçlerini koruma, varlıklarını devam ettirebilme adına toplumda farklı bir iklim ve kaos oluşturma gayreti ve arayışı belirdi. (...)”***Cevat Öneş’in sözlerinin tümünü okumak kuşkusuz daha yerinde olur.Ama bizim aktardığımız birkaç cümle de ne demek istediğini anlatıyor. Şu anda devam eden bazı davalara da göndermede bulunduğuna göre bu faili meçhuller eğer aydınlatılmak isteniyorsa, ipin ucunun nereden tutulması gerektiğini de söylemiş oluyor.Yakın geçmişimizin birçok karanlık alanına girildi. Bu laik aydın cinayetlerine girildiği takdirde başka karanlıkta kalmış alanların da aydınlanması sağlanacaktır. Böylece vicdanı temizlenmiş, yakın geçmişinin karabasanlarından kurtulmuş bir toplum olmaya biraz daha yaklaşmış olacağız.

Devamını Oku

Bu zemin çok kaygandır

2 Kasım 2011

Terörle mücadelede, “demokrasiden taviz verilebilir” anlayışının hâkim olmasını savunmaya çalışan çeşitli çevreler çok kötü bir sınav veriyor.Bu savunma çabaları içinde, aslında tutuklananların sayısının BDP’ye oy verenler içinde ne kadar küçük bir oran olduğunu söyleyen, üstelik akademik unvan taşıyan konuşmacıları bile izleyebiliyoruz.Böylesi mantıkların, örneğin Nazilerin işgal ettikleri Fransa’da genel nüfusa göre ne kadar düşük oranda insan öldürdüğünü savunmaktan farklı olmadığını görememek de o savunma telaşının ürünüdür.***Son tutuklamaları savunurken, bazı yayın organlarının en basitinden ırkçı yaklaşımlara düşmeleri, ortada bir suç olsa bile en temel hukuk kuralının “suçun şahsiliği” olduğunu unutmaları onları da bu sınavın kaybedenleri arasına sokmuştur.Siyasi ve toplumsal bir sorunu, çoktan çöpe atılması gereken yasa maddelerini alabildiğine işleterek, yargının “devletçi” reflekslerini sonuna kadar kullanarak çözmeye kalkmak, sorunu bir kez daha kördüğüme çevirmekten başka bir sonuç vermez, veremez.***KCK operasyonları çerçevesinde yapılan açıklamalarda en kaba “devletçi-ulusalcı” üslup da alabildiğine tırmanıyor.Bu bakışın en düz unsurlarından biri olan ve tekrarlana tekrarlana ciklete dönen “bizi desteklemesi gereken dünya onları desteklediği için çözemiyoruz” formülü, “her tarafımız düşmanlarla çevrili” ruhunun dışa vuruluş biçimlerinden birisidir. Bu formül her gün onlarca kez ve her düzeyde tekrarlanıyor.Her türlü siyaset için bütün bunlar, son derece kaygan bir zemini ortaya çıkaracak şartların gelişmesi anlamına geliyor. Böyle bir zemine girme bahtsızlığına uğrayan her siyaset, her siyasi iktidar, sonunda “beni kim itti” aşamasına gelmiştir.***Yakın tarihimiz, uzak tarihimiz; bunca yıldır yapılan yanlışlardan oluşan koca bir dağ, gözümüzün önünde duruyor. Bunları görmemekte hâlâ ısrar etmek, bunları göremeyen siyasileri uyarmamak kadar vahimdir.Kaygan zeminler sadece siyasileri kaymasına yol açmaz, bütün ülkenin kaymasına sebep olur, o siyasilere de sonunda “ama biz bunu hedeflememiştik” dedirtir.Tabii iş işten geçtikten sonra...

Devamını Oku

Demokrasiden taviz vermeden?

1 Kasım 2011

Türkiye’nin terörle yaşamaya başlamasının üzerinden geçen 27 yılın 20 yıllık birinci döneminde geçerli olan mantık, “terörle mücadelede demokrasiden taviz verilebilir, verilmelidir” mantığıydı.Bu mantıkla köyler boşaltıldı, okuyan da yazan da hapse atıldı, faili meçhul denilen ama aslında faili belli cinayetler işlendi, insanın en temel hakları çiğnendi.Bu mantık PKK’yı hem içeride hem Batı’da güçlendirdi. İçeride ve dışarıda destek bulması kolaylaştı. Türkiye’nin Kürt sorununu bütün dünya öğrenirken, demokrasiyi çoktan unutmuş Ankara birinci sanık sandalyesine yerleşti.İlk yirmi yılın özeti bu kadar açıktır.***İkinci dönem, bunlardan ders almış, giderek “demokrasiden taviz vermeden mücadele” ve “demokrasiyi güçlendirerek, geliştirerek terörü temelsiz bırakma” mantıklarına yönelmiş bir Ankara belirdi.Bu Ankara’nın da demokratik gelişmelere rağmen PKK’nın hâlâ saldırmaya devam etmesi karşısında eli ve sesi titremeye başladı.KCK adıyla çalışan örgüt, PKK’nın “kısmi” bir legal görünüm edinmesinin yanında silahlı güçlerini koruyarak “sivil” yayılmasına yönelmiş bir örgüt olarak niteleniyor.Bu yapılanmanın içinde “sivil” faaliyetler de var, öz savunma güçleri adını verdikleri ve şiddet kullanan unsurlar da var.Bütün yapılar iç içe geçmiştir ve PKK’nın tümünü belli ölçüde kontrol ettiği iddia edilmektedir.Bu yapılanmanın askeri olmayan unsurlarının tasfiye edilmesi, Kürt toplumu üzerindeki PKK vesayetinin kırılması “siyasi” bir çalışmayla mümkündür. Terörün içinde bulunanlarla, herhangi bir legal faaliyet içinde yer almış olanları ayırt etmek de yine siyasi bir sorumluluktur.***Ankara’nın, tekrar 90’lı yıllara mı dönüyoruz kuşkusunu yaratan tavrında ayırım yapmadan toptancı bir “asayiş” çabası yatıyor.Bu tavrın kaçınılmaz sonucu, Kürt siyasetine “değmiş” herkesin hedef haline gelmesi, Meclis dışında bütün siyaset ve toplumsal faaliyet alanlarının yok edilmesi gerektiği yolunda bir mantığın egemen olmasıdır.Ankara şu anda bu kıyıda dolaşıyor.KCK operasyonlarının yürütülüş tarzıyla, gözaltı ve tutuklamaların yaygınlığıyla, bu operasyonlarda teröre ilişkinin esas unsur bulunmamasıyla, “terörle mücadelede demokrasi ayrıntıdır” anlayışının öne çıkmış olmasıyla 90’lı yıllara dönüş tehlikesi iyice artmıştır.

Devamını Oku

Yüzde 76’nın gücü

31 Ekim 2011

Son seçimde AKP yaklaşık yüzde 50, CHP de yaklaşık yüzde 26 oy aldı. Her dört seçmenden ikisi AKP’ye, biri CHP’ye oy verdiğine göre bu iki parti birlikte, çok yüksek bir temsil gücünü ifade ediyor.CHP bir süredir terörün sona erdirilmesi ve demokratik düzenlemeler konusunda yaptığı çalışmaları ortaya koyuyor. Gereği kadar yüksek sesle ifade edilmese de bu çalışmaların niteliğine bakıldığında, genel olarak CHP’de iradenin demokratik adımlara destek yönüne döndüğü söylenebilir.***AKP ve CHP liderlerinin seçim öncesi bazı sıcak atışmalarda ağızlarından çıkmış aşırı sözleri bir yana bırakırsak, ülkenin dörtte üçünü temsil eden bu iki siyasi partinin, içinde bulunduğumuz koşullarda belli bir noktada bir araya gelme olasılığının mevcut olduğunu söyleyebiliriz.İki parti sözcülerinin, hatta BDP’yi de katarsak, TBMM’de ülkenin yüzde 80’inden fazlasını temsil eden bu üç parti adına konuşanların zaman zaman tanık olduğumuz birbirlerine hitap şekillerine bakılarak yukarıdaki tespitin iyimser bir temenniden ibaret olduğu söylenebilir.Gerçekten de AKP ile CHP, AKP ile BDP, kamuoyu önünde birbirleriyle hâlâ en sert, bazen incir çekirdeğini doldurmayacak konularda bile en ağır üsluplarla konuşmayı alışkanlık haline getirmiş durumda.Öte yandan, söz konusu tartışma tarzının bu partilere oy vermiş olanların büyük çoğunluğunca onaylanmadığı da belli.Ne kadar sert konuşurlarsa kendi seçmenlerinden o kadar onay aldıklarını sanan siyasiler yanılıyor; halkın, bu üç partiye oy vermiş seçmenin büyük çoğunluğu ısrarla “silahlar sussun” diyor, demokratik bir anayasa beklentisini de her vesileyle ortaya koyuyor.***Üzerinde uzlaşma sağlanması en kolay demokratik düzenlemeler için AKP ve CHP’yi bir araya getirebilecek siyasi temeller oluşmaya başlamıştır.KCK operasyonları dolayısıyla kendisini mağdur hisseden BDP’nin de her şeye rağmen ortamı yumuşatacak gelişmelere yakın durması beklentisi devam ediyor.AKP ile CHP’nin anayasa ve demokratik düzenlemeler için bir araya gelmeleri BDP’ye de bu yolu açabilir. Amaçlardan biri, “demokratik siyaset yapsınlar, silahları bıraksınlar” ise, iktidar ve ana muhalefet partilerinin birlikte hareket etmesi, bu amaca ulaştıran en büyük katkılardan biri olacaktır.

Devamını Oku

Bu yolun ucu bellidir

30 Ekim 2011

KCK operasyonlarında, açık açık siyaset yapan, terörle ilişkisi olmayan kişiler hedef alındı.Bu operasyonların gerekçesi olarak terörle doğrudan ilişki gösterilemediği için, PKK’lılarla, PKK’lı olduğu bilinenlerle ilişkide olmak gösterildi.KCK operasyonlarının, bütün tepkilere rağmen, devam etmesine hükümet tarafından tatmin edici bir açıklama getirilmiş değildir. Üstelik yayıncı Ragıp Zarakolu ile öğretim üyesi Büşra Ersanlı da son gözaltı dalgasının içine alınmıştır. Bu iki ismin gözaltına alınmaları vahim bir işarettir.BDP’de siyaset yapmak herkesin hakkıdır, asla bir suç değildir.Kürt sorununun çözümüne ve barış ortamına katkıda bulunmak isteyen herkes Kürt siyasetinin değişik unsurlarıyla ilişki kurabilir, bu da asla suç değildir.Bir yanda Kemal Burkay, olması gerektiği gibi saygıyla ülkeye getirilirken, diğer yanda Zarakolu ve Ersanlı gibi isimlerin gözaltına alınmaları, Ankara’daki kafa karışıklığının düzeyini gösteriyor.***Kürt meselesi, bu kafa karışıklıkları yüzünden bugünkü kanlı düğüme kadar geldi. Ankara’da birilerinin “Kürtler ve onlara destek olanlar siyaset yapmasın, biz onların yerine yaparız” diye düşündükleri anlaşılıyor. Hem böyle düşünüp hem de kendisini demokrat sananlar geçmişe biraz daha dikkatli baksınlar...Siyaset yapma hakkı sadece en çok oyu almış parti mensuplarına ait bir hak değildir. “Biz onların yerine de düşünürüz, gereğini yaparız” fikri de geçen yüzyılın ve hâlâ bazı kalıntıları kalmış demokrasi dışı bütün yönetimlerin ana fikrinden başka bir şey değildir.İster siyasi partiler içinde ister partiler dışında siyaset yapmak her vatandaşın vazgeçilmez hakkıdır ve bu hakkı kısıtlayan rejim kendisine ne ad verirse versin, demokrasi olamaz.Ankara’da bir kısım yetkilinin kafası bu derece karışmışsa hemen kendilerini gözden geçirsinler. Bu operasyonlarla girilen yolun ucunda aydınlık yoktur. Türkiye’nin neden hâlâ bu kanlı sarmaldan çıkamadığını düşünmek yerine yüzyıldır yapılan ve her seferinde durumu, daha da kötü hale sokan yöntemlerle ancak “ileri demokrasi” biraz daha ertelenmiş olur.

Devamını Oku

Korkusu kalmamış cumhuriyet

28 Ekim 2011

Türkiye Cumhuriyeti çok güç koşullarda kuruldu. Bir dünya savaşının içinden doğarken, bir diğer dünya savaşının yıkımından kendisini korumaya çalıştı, başardı.Bugün geriye doğru bakıldığında, her kuşağın, bütün güçlüklerin, çevredeki altüst olmuşlukların, kıyımların içinden ülkeyi çıkarma başarısını göstermiş olanlara ancak minnettar kalabileceği görülür.Bütün güçlüklere rağmen, cumhuriyetin kurucu kadrosunun dünyanın gidişini görerek cumhuriyetin niteliklerine demokrasiyi katma cesaretini göstermesi de bugün, nereden bakılırsa bakılsın, en önemli devrimci adımlardan biridir.***Kuruluşun güçlüklerinin yarattığı korkular ise sürekli devinen Türk toplumunda giderek bazı zehirlenmelerin kaynağı oldu.Bütün korkuların ilacının sadece demokrasi olduğunu göremeyen bir yapının kemikleşmesi aslında cumhuriyet devrimin daha ileri toplumsal ve siyasal reformlarla gelişmesini önleyen bir ayak bağı halini aldı.Bu zehirlenme, cumhuriyet kavramının bile içinin boşaltılmasına yol açan, kendi halkından korkma ve halkını her alanda “azla yetinmeye müstahak” bir kalabalık olarak görme ruh hallerine kadar geldi.***Mustafa Kemal’in cumhuriyet için kararını verdiği, Anadolu devriminin ve halkının geleceğini ileri uygarlığa doğru çevirdiği günün üzerinden geçen 88 yılda bu ruhu bünyeden atmak kolay olmadı.Belki cumhuriyetin yüzüncü yılın kutlarken gerçekten rahat nefes alabileceğiz. Cumhuriyetin hiçbir niteliğinin tehlike altında olmadığına güvenebileceğiz.Korkulardan kurtulmuş, geleceğin güvencesinin en geniş özgürlükler olduğu gerçeğini sindirmiş olacağız.Farklılıkların zenginlik, toplumun farklılıklarla daha güçlü olduğunu da tam anlamıyla kavrayabileceğiz.Bunun için biraz daha zaman gerektiği ortadadır. Ama 88 yıl önce başlayan devrimin çok büyük kazanımları olduğunu da kimse, en başta da korkularla yaşamaya devam edenler artık görmelidir.Bütün korkularından kurtulmuş, demokrasiye inancının en büyük güvence olduğunu bilen ve gösteren cumhuriyetimizin yıl dönümü kutlu olsun.

Devamını Oku