Suriye’de yönetimde bulunan Baas ve başındaki Esad’ın Batı baskısıyla gönderilmesi girişimleri bizde de kendisini “solcu” olarak gören bazı kesimlerde dayanışma duygularını kabarttı.Esad rejiminin “devrimci”, “anti-emperyalist” bir rejim mi yoksa düpedüz faşist bir rejim mi olduğu sorusunun cevabı aranırken Türk solunun 60’larda yakalandığı hastalık da bir kez daha nüksediyor.***1960 askeri darbesinin “özgürlük” gerekçeli olması ve ardından gelen anayasanın ilerici niteliği Türk solunun bazı kesimlerini de etkilemişti. Birçok üçüncü dünya ülkesinde askerler, belli bir aydın kesim desteğiyle darbeler yaparak ülkelerinde solcu olarak niteledikleri rejimler kuruyordu. Bu rejimler solcuydu, ama komünist değildi. Komünist değildiler ama Batı emperyalizmi karşısında Sovyetler Birliği için de doğal müttefikler oluyorlardı. İki kutuplu dünyada bu ittifaklar Sovyet tarafının elini güçlendiriyor, Batı’yı sıkıştırıyordu.Türkiye’de bu durum, Marksist kökenli sol ile “asker-sivil aydın zümre” ittifakıyla iktidara yönelmek şeklinde ortaya çıktı.Solun toplumla ilişki kurması baskılarla sürekli olarak engellenmişti. Gerçi baskıların kaynağı, “asker-sivil aydın zümre”nin bizzat kendisiydi, ama bu pek dillendirilmez, hatta Atatürk’ün Nâzım Hikmet’i ne kadar sevdiği gibi hikâyelerle bu kesimin “sosyalizme ve sosyalistlere sempatisi“ anlatılırdı.***“Seçimlerde sağ partilere oy vererek onları iktidara getiren ‘halk’ın aymazlığı” karşısında tek bir yol kalıyordu: Solcu aydınların desteklediği askerin, darbe yaparak Türkiye’yi de o dönemde “solcu” olarak görülen rejimler arasına katması.Kendisini Atatürkçü olarak niteleyen asker ve sivillerin “dinamik” bir tabana ihtiyacı vardı. İktidar olma imkânını sadece askerlerin yanına sığışmakta bulan solun bir kesimi için de bunun yolu darbeydi.Bu ittifakın gerçekleştirilebilmesi için hem siyasi hem teorik çalışmalar yapıldı. “Asker-sivil aydın zümre,” temel toplum anlayışı olan “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” hedefinin sosyalizmin temeli olan sınıf farklılığı anlayışıyla taban tabana zıt ve faşizan nitelikte olduğu da gizlendi.***Bu siyasi karmaşa, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’deki faşist askeri darbelere rağmen, kendini “solcu” olarak görmeye devam eden bir kesimde öylesine yerleşmişti ki, faşizan milliyetçilik “ulusalcılık” adıyla tekrar piyasaya sürüldü.Şu anda kendilerini Marksist solda addeden bazı örgüt ve kesimler bu karmaşa dolayısıyla demokrasiyi ve özgür bir toplumu en büyük tehlike olarak gören ulusalcı ve radikal milliyetçi çevrelerle aynı dili konuşmaya, Türk toplumuna ve dünyaya aynı açıdan bakmaya devam ediyorlar.Suriye’deki Esad rejiminin de bir etnik ve dini azınlığın diktatörlüğü olduğunu, bu rejimin her türlü sol düşünce dâhil her türlü siyasi ve fikri faaliyeti ezdiğini, kendi toplumunu büyük bir hapishane gibi yönettiğini görmeyerek ya da bilerek görmezden gelerek “düşmanımın düşmanı dostumdur” ruhuyla hareket edenler, bu politikayı solculuk diye sunmakla Türk solunu biraz daha fukaralaştırmaktadırlar.
12 Eylül referandumundan itibaren, BDP kendisini tek odaklı bir siyasi hatta kapattı, o hattan çıkmaya da hâlâ niyetli görünmüyor.Genel seçim öncesinde de AKP ile BDP arasındaki çatışma hali, iktidar partisi ile ana muhalefet arasındaki çatışmadan çok daha kuvvetliydi.BDP’nin Van depremi dolayısıyla yaptığı her çıkışta da eleştirdiği tek odak hâlen AKP.Genel Başkan Demirtaş’ın, partisinin son Diyarbakır toplantısında yaptığı konuşmada Van depremi sonrasında yaşananlarla ilgili değerlendirmeleri de söz konusu siyasi daralmanın son örneği.***AKP’nin Van depreminden siyasi rant çıkarmaya çalıştığını önce CHP söylemişti, BDP Genel Başkanı da aynı sözü tekrarladı. Başbakan Erdoğan’ın Vanlılara “Bu kışı atlatın” demesiyle ilgili yorumları da yine CHP’nin Baykal’dan bu yana süren laf kondurma usulü muhalefetinin vasat örnekleri arasına katıldı.Oysa; Van’da bu kış kalıcı konutların inşa edilmesinin mümkün olup olmadığını tartmak gibi normal zihni faaliyetlere bile girişmeden “Başbakan Van halkını kışa terk etti” diyerek muhalefet etme üslubu, CHP’yi halkın dikkatinden çıkarmış bir üsluptur.Demirtaş’ın “muhabirler aksaklıklarla ilgili haberleri gazetelerine gönderiyor, ama gazete yöneticileri bunları kullanmıyor” demesi de yine geleneksel CHP esnafının dedikoducu üslubunun aynen tekrarıdır.***Yukarıdaki örnekleri, BDP’nin tek odaklı siyasette tıkanmasının sonuçlarını işaret etmek için verdik. Buna “Vanlıların konuta ihtiyacı var, Başbakan’ı görmeye ihtiyacı yok” gibisinden birçok örnek daha eklenebilir.AKP, PKK-KCK’nın Kürtler arasındaki desteğini geriletmek amacıyla yüklenmekteyken, BDP’nin de bu odakta takılı kalması, demokratik sürecin bu iki partinin işbirliğiyle hızlanabileceği yönündeki inançları da zayıflatıyor.Yasal Kürt partileri ortaya çıkana kadar bu kesimin oylarının çoğunluğu her zaman muhafazakâr ve dini referanslı partilere yönelmiştir. 1991’den itibaren yasal Kürt partileri en yüksek oy oranına son seçimde ulaşmıştır. Yine de, Kürt oylarının yarıdan fazlası AKP’ye yönelmiştir.Bu oy dengesinden, AKP’ye oy veren Kürt seçmeninin kalbinden PKK’nın silindiği sonucu çıkarmak ne kadar yanıltıcıysa BDP’ye oy verenlerin tümünün PKK terörünü desteklediği sonucunu çıkarmak da o kadar yanıltıcı olur.Ama iki partiye oy verenlerin çoğunluğunun bu iki partinin barış sürecinde işbirliği yollarının açılmasını bekledikleri tespiti bir gerçektir. Buradan yola çıkıldığı takdirde öncelikle BDP’nin izlediği tek boyutlu siyasi çizginin kendi etkinliğini azaltacağını görmesi mümkün olacaktır.
Aynı anda birden fazla mesele ile ilgilenmekte güçlük çektiğimiz için, deprem dolayısıyla da yeni anayasa konusu ertelendi gibi bir hava hâkim.Otuz yıldır sürekli anayasa konuşulmuş, onlarca taslak hazırlanmış, binlerce sayfa tartışma yayınlanmış olmasına rağmen yeni anayasa için hızlı bir çalışma gerçekleştirilemiyor.***Yeni anayasanın nitelikleri üzerinde geniş bir toplumsal ve siyasal mutabakat sağlanmış olmasına karşın çalışmanın yavaşlamış olmasının bir nedeni olmalı.Anayasanın temel mantığının “vatandaşına karşı devleti korumak” değil vatandaşın bütün hak ve özgürlüklerini güvence altına almak olması ve devlet yapısını da bu temel mantığa göre şekillendirmesi gerektiği çoktandır tartışma konusu değil.Yeni anayasada ırkçı vurguların bulunmaması, Kürt meselesi başta olmak hiçbir azınlığın kendisini “öteki” olarak hissetmeyeceği bir toplumsal uzlaşmanın bu metinde belirtilmesi gerektiği de tartışma konusu değil.Eski anayasanın, “devleti korumak” adına bazı kurumların siyaset ve toplum üzerinde vesayet kurmasını sağlayan yapısının değişmesi yönünde zaten Türk halkı iradesini gösterdi.Bunlara rağmen Ankara’da anayasa konusunun sanki askıya alınmış gibi bir havanın esmesi ancak AKP’nin tepesinin bazı konularda karar vermemiş olmasıyla açıklanabilir.***Karasızlık, olsa olsa cumhurbaşkanının yetkilerinden kaynaklanabilir.Eski anayasada esas, parlamenter sistemdi, ancak bu anayasayla birlikte mecburi olarak seçilmiş olan Evren için cumhurbaşkanlarına bu sistemin mantığını aşan ek yetkiler tanınmıştı.Daha önceki tartışmalarda birkaç kez ortaya atılan “başkanlık sistemi” konusu pek taraftar bulamadığı gibi, AKP içinden de tepki alınca rafa kaldırıldı gibi görünüyor.Aslında bu konuyla bağlantılı olan bir “pratik” soru da henüz cevaplanmış değildir. O soru, mevcut cumhurbaşkanının görev süresiyle ilgilidir. Abdullah Gül, eski kural yürürlükteyken “bir kez, yedi yıl” için seçilmişti, sonra kural “halkoyuyla, iki kez, beş yıl” olarak değişti. Şu ana kadar Gül için hangi kuralın geçerli olması gerektiği sorusunun cevabı verilmiş değildir.Ankara bu konuları alçak sesle tartışıyor, ama kamuoyu bu tartışmadan henüz habersiz. Anayasa çalışması hızlanırsa, bu konular da kaçınılmaz olarak en ayrıntılı şekilde tartışılacaktır. Tabii erkenden tartışılması da çok daha faydalı olacaktır.
Toplumsal gelişmeyle ilgili birçok istatistik açıklanıyor. Önemli ilerleme sağlanan bir alan da kitap yayını. Basılan kitap sayısı ve çeşidi her yıl ciddi miktarlarda artıyor.Kitap okuyan da artıyor, ama kitaba kötü muamele durumu değişmiyor.Kuşkusuz toplumun en karanlık günlerindeki kadar çok kötü muamele olayı yok, ama konu kitap olunca kötü muamele ya da soruna eğilme yerine kenarından geçme tavrı bir anda hortlayıveriyor.Ekranda “kamu duyurusu” adı verilen birçok kısa filmle sigaranın zararları anlatmak devletin aklına geliyor, ama kitaba kötü muameleyi sıfırlayacak bir çalışmaya gitmek kimsenin aklına gelmiyor.“Sakıncalı neşriyat” kavramı devletin ve toplumun genlerinden hâlâ atılmış değil. O yüzden de kitap okurlarının artması, gençlerin, çocukların erken yaşlarda okur olmaları için ciddi ve sürekli kampanyaların yapılması söz konusu bile olamaz. Böyle kampanyaları yapması gerekenlerin zihinlerinde “zararlı kitap” olabileceği kanaati çakılmış durmaktadır.***Gençleri kitap okumaya yönlendirince, ya gidip “zararlı” yayınları da okurlarsa, kuşkusu yüzünden devlet ve hükümetler böyle işlere girişmez. Zararlı kitap okuyacağına hiç okumasın zihniyeti bu kadar kuvvetli olunca da hâlâ kitaba kötü muamele yapılır, kitap suç delili olarak görülür, hâlâ kitap toplatmaya kalkan savcılar yargıçlar çıkar.Kitaplığı bulunmayan okul sayısını bilmiyoruz, ama okul kitaplıkları kurabilmek için hâlâ kitaba inanan öğretmenler uğraşıyor.İlgili bakanlıklarsa her okula bir kitaplık kurulması için çalışmayı düşünmezler. Dolayısıyla hükümetlerin “şu kadar zamanda ne çok tesis açtık” övünmelerinin içinde kitaplık sayıları asla yer almaz.“Bizim dönemimizde basılan kitap sayısı şu kadar arttı” diye övünen bir başbakan görülmemiştir. Dolayısıyla “benim dönemimde tek bir kitap toplanmadı” diyebilen bir başbakan da hiç olmamıştır.Devletten, siyasi iktidarlardan kitaba kötü muameleyi sıfırlamalarını beklemek, toplumsal gelişmelerin tümünün temellerinin sağlamlaşmasını istemektir. Sadece her okulda değil, her evde bir kitaplık olduğu zaman bununla övünecek siyasiler de olacaktır.
Arap Baharı devam ederken başlayan Avrupa Kışı oldukça hızlı yayılıyor. Yaşanan kışla birlikte önemli siyasi tasfiyeler de başladı.Yunanistan’da PASOK ve Papandreu devri sona erdi. Büyük muhalefet hareketlerine rağmen koltuğunu koruyan İtalya Başbakanı Berlusconi emekliye ayrıldı.Portekiz de aynı durumda.Sıra İspanya Başbakanı’na geliyor.Fransa’daysa yaşanan kışın da katkısıyla, Sarkozy’nin tekrar devlet başkanı olması imkânsız olarak görülüyor.Arap Baharında sihirli kelime “özgürlük”tü, Avrupa Kışında ise “para”. İkisi de aslında bizim de derdimiz. Arap Baharı ile kendimizi beğendik, bahar rüzgârının her köşesinde “Türkiye modeli” lafıyla birlikte bizim de özgürlük eksiklerimiz ortaya çıktı.***Arap Baharı güneyimizi savururken, Avrupa Kışı kuzeyimizi yakıyor. Bu kışın kaynaklarını sorgulayan ekonomi uzmanları, aynı hastalıkların bizde bulunmadığı görüşünde birleşiyor. Bir tek sorun dışında. O da “cari açık” denilen, “ekonominin boyutundan fazla harcama” denebilecek bir rahatlık hâlinin parasal sonuçları...Arap Baharı dolayısıyla hep özgürlüğün nimetlerini andık, şu anda da Avrupa Kışının bize yaklaşmamış olmasından mutluyuz.Ama ekonomistler yine de türlü çeşitli tehlikeler üzerinde duruyor. Ne gibi tehlikeler olabileceğini, örneğin altın fiyatındaki patlamayla, sonra dolardaki değer artışıyla bir nebze de olsa gördük.***1999 krizinin ardından, 2002 yılında iktidar gelen AKP, o dönemde Kemal Derviş’in kurduğu sistemi bozmadı ve o büyük kriz, büyük hasar vermesine rağmen atlatılabildi.Yine ekonomi uzmanlarına ve iş hayatından gelen yorumlara bakılınca, kaygılar “sıfır” olmamasına rağmen, hükümetin 9 yıllık ekonomi icraatından yola çıkanlar ciddi bir karamsarlık da sergilemiyor.Arap Baharında Türkiye, demokratik sistemde ısrarıyla, hem laik Müslüman ülke olmasıyla hep övgüyle anıldı. Eğer Avrupa Kışını da bir önceki kriz gibi “teğet geçme” haliyle atlatabilirsek bunun sadece ekonomide değil siyasette de ciddi sonuçları olacaktır. Avrupa’nın yanında veya ucunda, Avrupa Birliği ülkeleriyle büyük ekonomik ilişkileri bulunan Türkiye’nin bu krizden hasarsız ya da çok az hasarla çıkması halinde Batı ile her konuşmasında, Avrupa Birliği üyeliği dâhil çok farklı bir konumu olacaktır.
Başbakan’ın cümlesi aynen şöyleydi: PKK silah bırakırsa birçok şey olumlu gelişir, parlamentoda herkes bu işin mücadelesini verir ve bu hakların gereği orada verilir.”Başbakan’ın cümlesinde bir yol haritası görülebilir. Cümlenin önünde ve arkasında yer alan, çok tekrarlanmış diğer cümleleri çıkarıp bu cümleyi tek başına okuduğumuz zaman bu yol haritasını da görebiliriz.***“Birçok şey olumlu gelişir” sözünden öncelikle Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yapılmasının ve bugünkü KCK operasyonları tarzı uygulamaların sona erdirilmesinin kastedildiğini de varsayabiliriz.Varsayabiliriz dedik, çünkü “olumlu gelişme” beklenen birinci mesele bu operasyonların çığırından çıkmış olmasının yarattığı sonuçların giderilmesidir. Bu operasyonlar, bütün Kürt siyasetinin tasfiyesi olarak algılanıyor. Sadece Türkiye’nin Kürt vatandaşları arasında değil, yurt dışı dâhil, Türkiye’deki demokratik gelişmelerin sekteye uğramasından kaygılanan bütün çevrelerde böyle algılanıyor.***“Birçok şey olumlu gelişir” denildiği zaman, bunun içinde, siz nasıl görürseniz görün, Türkiye’nin Kürt vatandaşları ve dünyada farklı görülen Abdullah Öcalan’ın durumunun da gündeme olduğunun anlaşılması doğaldır.Batı’da birçok ülke terörün çeşitli şekilleriyle hesaplaşmasını tamamlarken noktayı, değişik af ve ceza hafifletme yöntemleri uygulayarak koydu. Bu ülkelerin “kamu vicdanları” da bu son noktayı kabul etti.***Başbakan’ın cümlesinin ikinci bölümünde de “yasal siyaset” çağrısı bulunuyor. Bu çağrı yapıldığında da şu anda Meclis’te bulunan BDP’nin “muhataplığı” kabul edilmiş demektir.“Parlamentoda herkes bu işin mücadelesini verir” ifadesinin anlamı, BDP ile birlikte demokratik hakların gelişmesi, güvence altına alınması için AKP’nin de duyarlı davranacağıdır. Türkiye Kürtlerinin ve bütün Türk vatandaşlarının demokratik haklarının gelişmesi için asıl anahtar yeni anayasadır.Erdoğan’ın cümlesini öncelikle bütün Kürt siyaseti doğru değerlendirmek durumundadır. Bu değerlendirmeyi yapınca da yol haritasının birinci maddesinin hızla işlemesinin yollarının aranmaya başlaması gerekir.
Yarın 10 Kasım ve ne yazık ki yarın bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili son derece basmakalıp, vasatın altında, ruhsuz laflar havada uçuşacak.Bu lafları bağıra bağıra söylemenin “Atatürk sevgisi”ni gösterdiğini sananlar, söylediklerinin aslında son derece ruhsuz formüller olduğunu, bunları yıllar boyu tekrarlamanın Atatürk’e yapılmış ve yapılabilecek en büyük ayıplardan biri olduğunu yine görmemiş olacaklar.***Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyetimizin tartışılmaz kurucusudur, döneminin en ileri görüşlü siyaset adamlarından, liderlerinden birisidir. Türk toplumunun gelişme süreçlerinin temellerini atmıştır. Dünyanın nereye gittiğini görebildiği için o günlerin şartlarında iki kez çok partili demokrasiye geçmeyi denemiştir.Mustafa Kemal Atatürk’ü seviyoruz.Ama herhangi bir nedenle onu sevmeyen de olabilir. Temelini onun attığı bir toplumda yaşadığı halde sevmeyenler de olmasının hiçbir önemi yoktur; bunlar Atatürk’ün ne değerini ne de önemini azaltır. Ama Mustafa Kemal’in herhangi bir kararının analiz edilmesi, çıkış noktası ve sonuçlarıyla tartışılması son derece doğaldır ve böyle olması da gerekir.***Başlıktaki iki meseleden birincisine gelelim.Hâlâ bir “Atatürk’ü koruma kanunu” var.Mustafa Kemal Atatürk kanunla korunmaya muhtaç değildir. Tam tersine, böyle bir kanunun mevcudiyeti Atatürk’e karşı en ciddi ayıplardan biridir.Üç beş meczubu caydırmak için böyle bir kanun gerekmez. Zaten caydırmadığı da görülmüştür.Tarihi kendi bakış açılarından yorumlayacak olanları korkutması düşünülüyorsa da bu kanun yine ayıplılar sınıfına girer.***İkinci mesele de, içeriksiz, ruhsuz, inançsız nutuklar atmakla “Atatürk sevgisi”ni gösterdiğini sanan memur ruhlular sınıfının ülkenin dört bir yanına diktiği çirkin heykellerdir.Bu ülkede tabii ki Atatürk heykelleri olacaktır. Ankara Ulus’taki, İstanbul Taksim’deki gibi ciddi bir tarihi anlamı olan heykeller olacaktır. Ama Atatürkçülüğü bir siyasi ve sosyal nemalanma aracı olarak görmüş sınıfın diktiği heykeller arasında yine çirkinlikleriyle Atatürk’e ayıp eden onlarcası var.Bu mesele daha önce de ele alınmış, ama kimse harekete geçmemiş, işin uzmanı olanların bütün ülkedeki heykelleri elden geçirmesi ve çirkinlerinin kaldırılması meselesi halledilmemiştir. Çünkü herkes kendisine Atatürkçü diyen çıkar çevresinin saldırılarından hâlen korkuyor.Yarın 10 Kasım. Atatürk’ün kanunla korunmaya ihtiyacı yok, çirkin heykellere ise hiç ihtiyacı yok.
Gazete çok özel bir “mal”dır. Ömrü bir günlüktür sanılır, ama o bir günde yarattığı etkiler yürür gider. Gazeteler dışardan kolay eleştirilir; gazete üretimini “birileri yazar birileri sayfaya koyar, birileri basar, iş biter” şeklinde görenler çoktur. Böyle olduğunu sananları eğitmek gerekir.Gazete bir “sınai ürün” olarak da çok özeldir. Herhangi bir iş kolunda bir karar verilir, o kararın pratikte işleyip işlemediği kontrol edilir, sonuç başarılı da olabilir başarısız da. Eğer o karar başarı sağlamışsa artık belli bir süre için yeni stratejik kararlar almaya gerek yoktur.Gazetedeyse her gün binlerce karar verilir. Her haber birkaç denetimden geçerek sayfada yerini bulur. Bu binlerce kararın bazısı yanlış da olabilir. Ama her sabah iş tekrar başladığında, bir gün önce verilmiş yanlış kararlardan ders alınarak yine binlerce karar verilir.Bir gazetenin toplumsal ve kültürel hayat içinde yer alması çok fazla emek ister. Her gün verilen binlerce kararla o hayatın içinde kalmaya devam etmesi sağlanır.***Bunları hatırlatmak zorunda kaldık. Çünkü Milliyet-Vatan ailesi bir süredir “hukuki” gerekçeleri gazetecilik hayatına uymayan bazı sıkıntılar yaşıyor. Gazetemiz Vatan ile, Vatan’ın ağabeyi Milliyet’in Demirören grubunun başında olduğu DK Yayıncılık tarafından satın alınması doğal bir durumdu; üstelik bu, gazetelerin ciddi bir ticari değer taşımaları dolayısıyla da olumlu bir gelişmeydi.Demirören grubunun iş dünyasındaki konumuyla birlikte, grubun başındaki Erdoğan Demirören’in basın dünyasına aşina ve her zaman yakın ilişkileri olmuş bir iş adamı olması da bu değişimin olumlu yönde gelişeceğine ilişkin beklentileri yüksek tuttu.***Demirören grubu hem sermaye taahhütlerini hem de gazetelerin gelişmesi için gerekli yapılanmalara dair iradesini ilk andan itibaren açıkladı. Kısacası Demirören grubu tek başına “sermayeyi koydu”. Şu anda da bu iki gazetenin yayınlanması, bu grubun, bütün engellemelere rağmen taahhütlerini yerine getirmekte ısrar etmesi sayesinde gerçekleşebilmektedir.Ancak DK Yayıncılık içinde ortaya çıkan bir sıkıntı, Vatan ve Milliyet’i, çalışanlarıyla, işin başında durarak gereğini yapma çabası içinde olan patronlarıyla birlikte çok zor durumda bıraktı.DK Yayıncılık’taki sıkıntı mahkemeye intikal etti. Mahkeme de gazetenin özel bir ürün olduğunu, gazetecilik faaliyetinin diğer iş kollarından çok farklı olduğunu göz önüne almadan kayyum atamasına gitti.Şu anda gazetelerimiz, gazeteci arkadaşlarımız ve sermaye sahipleri bu sistem dolayısıyla, gazetenin özel bir ürün olduğunu dikkate almayan ya da bilmeyenlerin tavırları dolayısıyla sıkıntı yaşıyor.***Gazete her gün yeniden yaratılır, bizdeki gibi bir rekabet ortamında sürekli yenilenme, sürekli yatırım şarttır. Aksi takdirde rakiplere avantaj sunulmuş olur. Basit gazetecilik faaliyetlerinin bile zorlandığı bir ortamda o gazetelerle birlikte haber alma hakkı kısıtlanmış olan okur da zarar görür.Milliyet-Vatan ailesi, yargı sürecinin de yukarda anlatmaya çalıştığımız gerçeklere göre işlemesini ve gidişatın ucunda bu iki önemli gazeteye zarar verecek durumların ortaya çıkmamasını bekliyor.Açıkça söyleyebiliriz ki, hukuki karmaşayı yaratanlar da bu yetkileri kullananlar da çeşitli çaba ve girişimleriyle Milliyet ve Vatan’ın yayınını bile güç hale getirmektedir. Demirören grubu bu güçlükleri aşmak için bütün imkânlarını kullanırken, gazete sahipliği için sadece taşıdığı soyadının yeterli olduğunu sananlar da bütün imkânlarını gazetelerin yayınını güçleştirmek için kullanmaktadır.Gazetelere zarar vermenin, gazetelerin marka değerlerini zedelemenin, “rakiplere çalışma”nın hukuktaki karşılığı nedir, bilemeyiz ama biz gazeteciler için bunlar çok ağır suçlardır.Çünkü gazetenin ne olduğunu bilmeyenler yılların, on yılların emeğini heba edebilir.Bunları hem okurlarımızla bir dertleşme olarak hem de gazetecilerin şu andaki duruma nasıl baktıkları anlaşılsın diye yazdık.Gazetelerinin yayınını güçleştirecek, geleceklerini tehlikeye atacak her icraatın ciddi bir suç olduğunu herkes iyi bilmelidir.