Amaç adalet değil istihbarat

5 Aralık 2011

Hrant Dink cinayeti davasında avukatlar uzun süredir, cinayet sırasında çevredeki telefon kayıtlarını mahkemeye getirtmek için uğraşıyorlar. Nihayet getirttiler, ama İletişim Kurumu’nun gönderdiği kayıtların eksik olduğu anlaşıldı.Bu kayıtlar önemli, çünkü cinayet öncesinde birkaç kişinin daha çevrede ellerinde telefonlarla durduklarının, gidip geldiklerinin, birbirleriyle işaretleştiklerinin görüldüğü görüntüler var. O şahıslar, silah patlayıp katil kaçmayı başarınca dağılıyorlar. Söz konusu görüntülerle birlikte telefon kayıtlarından elde edilecek bilgiler cinayetin “milliyetçi arkadaş grubu” icraatı olmadığını kesin olarak kanıtlayacak.Cinayetin işlendiği andan itibaren bazı kimseler, cinayetin bu gençlerin aşırı ve kişisel tepkisi olduğunu anlatmaya çalıştı. Onlarla “empati kurmak gerektiğini” söyleyenler bile çıktı...***İletişim Kurumu Başkanı, mahkemece istenen telefon kayıtlarını göndermemekte neden direndiklerini açıklarken ilginç şeyler söyledi. Başkan, bu kayıtların “istihbari” olduğunu o nedenle mahkemelerden talep gelse bile önce itiraz ettiklerini, eğer itiraz reddedilirse mahkemeye kayıt gönderdiklerini açıkladı.Bu sözlerin tercümesi şudur: İletişim Kurumu’nun bu kayıtları tutmaktaki amacı, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olmak değildir, ceşitli nedenlerle insanlar hakkında istihbarata gerek duyanlara yardımcı olmaktır. Başkan, istihbari amaçla kendilerinden kimlerin ve ne yolla kayıt istediğini söylemedi, gazetecinin aklına da bu soru gelmedi.Mahkeme bu dinleme-kaydetme yetkisine sahip kurumdan istekte bulunuyor, ama kurum önce itiraz ediyor, eğer mahkeme çok ısrarlı olursa kayıt veriyor. Hrant Dink davası olayında olduğu gibi, kayıt vermek zorunda kalırsa da eksik veriyor.Bu da, mahkemelerin, eğer İletişim Kurumu istekli olmazsa herhangi bir kayda ulaşması için bayağı uğraşması gerektiği anlamına geliyor.Yani, mahkeme böyle bir kayda ulaşamadığı için adaletin gerçekleşmeyeceği, bir kişinin haksız yere suçlanacağı veya suçlunun kurtulacağı gibi bir kaygı taşınmıyor. Çünkü İletişim Kurumu görevini, istihbari faaliyetlere destek olmak şeklinde belirlemiş, yargıyı, adaleti kendine dert etmiyor.***İletişim Kurumunu düzenleyen kanundaki görev tanımında bir sakatlık olmalı.Belki bu sakatlığı düzeltmenin de “demokratik sürecin” bir parçası olduğunu düşünenler çıkacaktır.Böyle oyuncaklara sahip olmak şu anda pek keyiflidir, ama aynı oyuncak bir gün başkasının eline geçerse keyif meyif kalmaz.

Devamını Oku

Yine anayasa

4 Aralık 2011

Anlaşılan sürekli hatırlatmak gerekiyor. Ankara’dan yeni anayasa için bir hareket gelmiyor. Anayasayı başka birileri yapmayacak, Ankara’da Meclis’te bulunan siyasi partiler yapacak.Terörün sona ermesi, demokrasiyle ilgili hâlen devam eden olumsuzlukların giderilebilmesi için kapıları açacak olan anahtar yeni anayasadır.Dersim tartışmalarının ucunda da anayasa vardır, uzun tutukluluklarla ilgili haklı şikâyetlerin giderilmesinin çözümünde de anayasa vardır.***Hükümetlerin yorgunluğunu giderecek olan, muhalefetin zorlamasıdır. Güçlü ve inandırıcı, kamuoyunu dikkatini çeken muhalif siyasi baskılar olmadığı zaman yorgun yönetimlerin hareket ettirilmesi de güç oluyor.AKP’nin tepesiyle ilgili soru aynı yerde asılı duruyor. Başbakan Erdoğan, AKP tüzüğüne uyarak Meclis’te son dönemini geçiriyorsa 2014’te yapılacağı giderek kesinleşen cumhurbaşkanı seçiminin güçlü adayı olacaktır.Bu durumda da soruların merkezi AKP’nin tepesi ve başbakanlık oluyor.***Çankaya’ya çıkan güçlü liderlerin, partinin ve hükümetin başına, kontrolün yine kendilerinde kalmasını sağlayacak isimler bırakma, ülkeyi Çankaya’dan yönetme girişimleri bir tek kez başarılı olmuştur. Cumhurbaşkanı Özal, Akbulut’un başbakanlığında bütün kontrolü elinde tutmayı başarmıştır. Bu da uzun sürmemiş, partisi yeni arayışlara girmiş ve Özal da sadece cumhurbaşkanı olarak kalmıştır.***Yeni anayasanın, cumhurbaşkanının yetkilerini yeniden belirleyecek ya da sistemde daha farklı bir denge yaratacak şekilde düzenlenmesine ilişkin bir beklenti kamuoyunda görünmüyor.2014’e yaklaşırken böyle bir tartışma ortaya çıkabilir, ama bu gerekçeyle anayasa çalışmasının durdurulması şu anda en yanlış tercihlerden birisidir.Türk halkı yeni anayasayla ilgili beklentisinin yönünü gösterdiğine göre buna uygun demokratik bir anayasanın en hızlı şekilde yapılması için birinci koşul gerçekleşmiş demektir.Anayasa çalışmasının hızlandırılması şu anda yapılan bazı kısır tartışmalardan da kurtulmamızı ve “esas”ın konuşulmasını sağlayacaktır. Siyasetin tartışılmaz birinci görevi anayasayı hazırlamaktır ve bunun için fazla bir süreye de ihtiyaç yoktur.

Devamını Oku

Kamuoyunun tepkileri

2 Aralık 2011

Dersim konusu etrafında yoğun ve önemli bir tartışma yapıldı. Konu daha da tartışılacak. Bu tartışmaları halkın ilgiyle izlediği belli. Halk izlemiş ve belli kanaatlere varmıştır. Tartışıldıkça, kamuoyu yeni bilgilere ulaştıkça, kanaatlerde belli değişiklikler de olabilir.MetroPoll’ün ülke genelinde ve Tunceli’de yaptığı araştırmada, kamuoyunda oluşan yargılar ve bunların siyasi tavırlara yansıması açısından ilginç sonuçlar görülüyor.Dersim’de “devletin katliam yapıp yapmadığı” konusunda ülke genelinde evet diyenlerin oranı yüzde 22’dir. Bu oran ilk bakışta düşük gibi görünebilir. Ancak fikri oluşmamış kesimin yüzde 33, “hayır, olmamıştır” diyenlerin yüzde 44 olması bu tartışmanın içten içe devam edeceğini gösteriyor.Aynı kişiler yüzde 68 oranında “arşivler açılsın” diyerek daha çok bilgi talep ediyor. Yine ülke genelinde, Başbakan’ın özür dilemesini doğru bulanların oranının yüzde 52 olması da “bir şeyler olmuş ama buna devlet katliamı demesek” gibi bir tepkinin daha etkili olduğunu işaret ediyor.***Tunceli’de “devlet katliamı” diyenler yüzde 78, “arşivler açılsın” diyenler yüzde 92, Başbakan’ın özrünü doğru bulanlar da yüzde 71 oranındadır. Bu sonuçlar doğal bulunabilir, ancak siyasi pozisyonlara yansımasına bakılınca yine ilginç bir durum çıkıyor.CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu için iki soru sorulmuştur. “Dersim konusunda net bir tutumu var mı” sorusuna “yok” diyenler genelde yüzde 59, Tunceli’de yüzde 57’dir.“Kılıçdaroğlu’nun tavrı doğru mu” sorusuna olumsuz cevap verenlerin oranının genelde yüzde 61, Tunceli’de yüzde 47 olması CHP’nin bu tartışmada geçer not almadığını gösteriyor.***MetroPoll araştırmasında “bugün seçim olsa kime oy verirsiniz” sorusunun cevabında, başka araştırmalarda da görülen ana eğilim, kuvvetli bir şekilde ortaya çıkıyor.Van depremi ve Dersim tartışmasının ardından ülke genelinde AKP’nin oy desteği yüzde 57’ye ulaşırken, CHP’nin desteği yüzde 18’e düşmüş görünüyor. (Araştırmada karasızlar ve sandığa gitmeyecekk olanlar dağıtılmamıştır, biz bunları ekleyerek rakamları yuvarladık.)Tunceli’ye gelince: Kendi yakın tarihleriyle ilgili bu tartışmanın Tunceli halkının nihai siyasi tavrını etkilemediği görülüyor. Tunceli halkı yine yüzde 49 oranında CHP’yi, yüzde 14 oranında AKP’yi tercih ediyor.Bu veri, “Bin yıllık Sünni baskısının elli yıllık devlet baskısından daha önemli olarak algılandığı” şeklinde yorumlanabilir. Ancak bu yorumun daha geniş çalışmalara dayandırılıması gerekir.***Dün yayınlanan ANAR araştırmasına göre de vatandaşların yüzde 74’ü “Hükümet’in Van depreminde başarılı olduğunu” düşünüyor.Bu araştırmada da AKP’nin oy desteği yüzde 53,5, CHP’ninki yüzde 23 görünüyor.Van depremi sonrasında yaşananlar ve Dersim tartışmasının kamuoyu tarafından değerlendirilmesini çok iyi düşünmek zorunda olan da öncelikle CHP ve Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’dur.

Devamını Oku

Arayış başladı

1 Aralık 2011

Dersim tartışmasıyla birlikte CHP’nin içindeki zoraki koalisyonun dağılma eğilimine girmesiyle, içten içe yürüyen “yeni genel başkan” arayışları da açığa çıktı.Partinin yeni siyasilerinden, devletçi-ulusalcı kanattan bir yöneticinin, Dersimli bir kişiyi genel başkan yaparak bu konudaki tavırlarını gösterdiklerini söylemesi de o kanadın yeni genel başkan arayışının zihni hazırlığının ilerlediğini gösterdi.Bir Dersimli’yi genel başkan yaparak CHP bu konudaki vazifesini “tamamlamıştır.” Ayrımcılık yapmadığını, bir Dersimli’yi “bile” (!) genel başkan yapmak yoluyla göstermiştir. Ve bu mesele bitmiştir...Hızla eskimiş olan yeni Genel Başkan, partinin devletçi-ulusalcı kanadına hâkim olmakta güçlük çekiyor, tutarsız kararlarla bu kanadın konumunu güçlendirmesini sağlıyor.***Yerel seçime ve büyük olasılıkla aynı yıl yapılacak cumhurbaşkanı seçimine iki yıl kadar bir süre kaldı. Bu iki yıl içinde CHP’nin kendisini toparlayıp etkili bir siyasi güce dönüşmesi umudunu CHP üyelerinin de CHP’ye oy verenlerin de artık beslemediğini son araştırmalar gösterdi. Bu kesimin yaklaşık yarısı Genel Başkan’dan memnun değil.İstanbul Şişli’nin Belediye Başkanı’nın bile “umutsuz” CHP’lilerin aklına “acaba olur mu” sorusuyla düşmesi de aslında umutsuzluğun bir başka ifadesidir.Beklentilerin çok daha yüksek olduğu son genel seçimde yüzde 30’a ulaşamayan CHP’nin önümüzdeki yerel seçimde “sahiller”deki iki büyük şehri, İzmir ve Antalya’yı da AKP’ye terk etmesi ihtimalinin yüksekliğini CHP’liler de açıkça ifade ediyor.***CHP’nin, yerel seçime kadar tek parça halinde kalsa bile, şu anda ve hemen her gün sergilediği iniş çıkışlardan kurtulması oldukça zordur.İki parçasının da kendi yoluna gittiği bir yeni yapılanmanın içinden bir sol parti çıkması ihtimali ise her zaman vardır.Kılıçdaroğlu’nun liderliği genel seçimde alınan sonuçla değil, bütün siyasi yapı için bir tür “turnusol kâğıdı” olan Dersim konusuyla iyice tartışmalı hale gelmiştir. Dersim savunucularını azarlayan, buna karşılık özür dileyen Diyarbakır İl Başkanı’nı görevden alan, ama “özre gerek var mı” diye soran Tunceli Milletvekili’ni (ki bu kişi 12 Eylül askeri yönetiminin anayasa hazırlamak için kurucu Meclis’e seçtiği kişidir) duymazlıktan gelen bir genel başkanın durumu “tartışmalı” olmaya mahkûmdur.

Devamını Oku

Mesele KCK değil

30 Kasım 2011

Başbakan Erdoğan, KCK operasyonlarıyla ilgili eleştirilere, “KCK’nın ne olduğunu anlamıyorsunuz” diye cevap vermeye devam ediyor.Mesele KCK’nın ne olduğunu anlayıp anlamamak değildir. Mesele, Terörle Mücadele Kanunu’nun, sadece terörle ilgili eylemlere değil, terörle ilgisi olmayan fikri ve siyasi faaliyetlere de uygulanmasıdır.1991 yılında çıkarılan bu kanun, on kez değiştirilmiştir.Değişikliklerin dokuzu tam bir hukuki karmaşa doğmasına yol açmıştır. Geçen yıl yapılan son değişiklik ise, taş atan çocukların ağır terörist muamelesine uğramasını sona erdirecek tek olumlu gelişmeyi sağlamıştır.***Terörle Mücadele Kanunu’nun birçok maddesi, diğer yasalarla kurduğu bağlantılarla sadece terörü değil, çok farklı fikri faaliyetleri de terör kapsamına sokarak cezalandırıyor. Bu yüzden Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Nedim Şener, Ahmet Şık gibi terörle hiçbir bağlantısı olmayan, haklarındaki iddianamelerde de böyle bir bağlantı kurulamayan kişiler tutuklanabilmektedir.Bu yüzden insanlar yayın yaptıkları için, yazı yazdıkları için ya da aykırı bir fikir beyan ettikleri için tutuklanmakta, hüküm giymektedir.***KCK’nın ne olduğu ne olmadığı bellidir. KCK, Başbakan’ın bu konunun üzerinde durduğu birkaç aydan beri değil, yıllardır biliniyor.Mesele KCK değil, Kürt siyaseti içinde yer alan herkesin Terörle Mücadele Kanunu’nun sağladığı imkânlarla bu örgütün üyesi olarak suçlanabilmesi ve bu uygulamanın yaygınlaştırılmasıyla bir tür siyaset yasağının fiilen getirilmiş olmasıdır.Terörle Mücadele Kanunu, yasal olarak varolmayan bir olağanüstü hal durumunun fiilen uygulanmasını sağlayan bir kanundur. Bu, birçok hukukçu tarafından ortaya konulmuş ve Terörle Mücadele Kanunu’nun terörle hiçbir ilgisi olmayan her türlü siyasi faaliyete uygulanabileceği ve uygulandığı defalarca kanıtlanmıştır.***Başbakan Erdoğan, KCK’ya odaklanmış bir savunma halinde kaldıkça Terörle Mücadele Kanunu daha da geniş şekilde yorumlanmakta, uygulanmaktadır. Türk yargısının vatandaşını, vatandaşının özgürlüklerini değil, “müesses nizamı” koruma refleksi, siyaset karşıtı refleksi böylece daha da güçlenmektedir.Bunları anlatmak ne KCK’yı ne PKK’yı ne de terörü savunmaktır. Ama ne yazık ki Başbakan da İçişleri Bakanı da bunu anlamaya çalışma eğilimi göstermemektedir.

Devamını Oku

90’ların hesabı

29 Kasım 2011

O yıllarda, adlarına faili meçhul denilen cinayetler amaçlarına ulaşmıştı. Bir siyasi istikrar sağlanamıyor, hiçbir demokratik adım atılamıyor, Türk toplumu umutsuzluk içinde kara kara düşünüyordu.Bu karanlık, 90’lı yılları kâbus haline getirirken, laik ve Atatürkçü bilinen aydınların, yazarların cinayetleri anında “İslamcı” çevrelere ve İran’a yükleniyordu.Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in bir uçak kazasında ölümü de yine büyük soru işaretleri doğurmuştu. Şu anda Ergenekon’un bir parçası olarak yargılanan çevre, anında bu olayın bir suikast olduğu iddiasını ortaya atınca akıllar iyice karıştı.Susurluk çetesinin ortaya çıkmasıyla birlikte, bütün bu olayların mantığıyla ilgili sorular da artmaya başladı.***Bugün 90’ların karanlığıyla ilgili soruşturmaların hızlanmış olması çok önemlidir. Bu dönem aydınlandığında, Türkiye’yi karanlıkta tutmak isteyenlerin kimler olduğu ortaya çıkacaktır.O karanlık yaşanırken ülkenin en sorumlu mevkilerinde bulunanların da artık bu temizlenme sürecine katılmaları gerekiyor.Süleyman Demirel başbakandı, cumhurbaşkanıydı. Tansu Çiller, Mesut Yılmaz başbakandı. Deniz Baykal başbakan yardımcısıydı.Bütün bu siyasilerin gerçekte ne olduğunu bilmemeleri mümkün değildir. O dönemlerde genelkurmay başkanı olarak görev yapmış generallerin de her şeyden habersiz olmaları düşünülemez...***Şu anda en tepedeki sorumluların değil memurların üzerine gidiliyor; genelkurmay başkanlarının değil, emir komuta zincirinin daha alt sıralarında bulunan askerlerin üzerine gidiliyor.90’larla tam bir hesaplaşma için siyasi sorumluluğu taşıyanların üzerine gidilmedikçe manzaranın tam olarak ortaya çıkması mümkün değildir. Kopuk görüntülerle, alt düzeyde ve ayrıntılara sıkışmış soruşturmalarla kamuoyunun tam bilgi sahibi olması da güçtür.90’lı yılların temizlenmesi, kamuoyunun tam ikna edilmesiyle ve en tepeden yapılmadığı sürece demokrasinin güvenceleri hep eksik kalacaktır. En önemli güvence de halkın, ne olduğunu tam olarak bilmesidir.

Devamını Oku

En kötü durumda olmak

28 Kasım 2011

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıcı Işıl Karakaş’ın sözünü fazla ağır bulanlar olabilir. Ama kıyaslama alanı Avrupa kavramına dâhil ülkeler olduğunda tespit doğrudur: Türkiye ifade ve basın özgürlüğü alanında en kötü durumdaki devlettir.Asıl kaygısı özgürlükler olmayanların bir tarafı, bu tespit için “görüyorsunuz AKP ülkeyi bu hale getirdi” diye sevinecektir. Ama sevinmesinler, çünkü Türkiye, demokrasi tarihinin en kötü döneminde değil.Kitap yakmalardan, üç aylık sorgusuz sualsiz gözaltılardan, Diyarbakır cezaevlerinden, sürekli yasak kitap listelerinden geçildi; 141-142-146-163’üncü maddelerden geçildi.Bunların hepsinden geçildi, hatta ülkede faşist yönetim olduğunu savunanlar tutuklu oldukları cezaevlerinden yazı yazıp her gün yayınlatabiliyorlar.***Bütün bunlardan geçildi ama birkaç noktada tıkanıldı.Uzun tutukluluk konusunda tıkanıldı. Fikir, ifade ve basın özgürlüğünün sınırlarında tıkanıldı. Bu yüzden de kendi tarihimizin en kötü durumunda değiliz ama Avrupa standartlarını hedeflemiş, bu iddiaya sahip ülkeler arasında en kötü durumdayız.Bu kötü durumdan çıkmak için yapılması gerekenler yeterince açık ve bellidir. Neler yapılması gerektiğini iktidar partisi de biliyor, diğer partiler de biliyor.Üstelik yapılması gerekenler arasında bir tartışmaya yol açma ve tepki doğurma ihtimali olan tek bir konu vardır, o da Terörle Mücadele Kanunu‘dur. Bu kanunun, eylemle fikri ayrıştırmayan maddelerinin değişmesi gerektiği, kanunun ilk uygulanmasıyla birlikte, yirmi yıldan beri belirtiliyor. Bu yirmi yıl içinde iktidara gelen hiçbir siyasi partinin gerekli düzenlemeyi yapmamış olması bugünkü siyasi iktidar için bir gerekçe olamaz.***“En kötü durumda olmak”tan kurtulmak için Avrupa Birliği standartlarındaki eksiklikler giderildiği zaman Türkiye bölünmeyecek.Askerlikle ilgili vicdani ret hakkı kabul edilirse ülke askersiz kalmayacak.Ama bunların yapılabilmesi için Ankara’nın bir eşik daha atlaması gerekiyor.Bunca eşik aşıldıktan sonra hâlâ Avrupa’nın “en kötüsü olmak” birkaç adım daha atılması, bu birkaç adımı atmak için de zihinleri kuşatmış duvarlardan birinin daha yıkılması gerekiyor.

Devamını Oku

Suriye ile bitmiyor

28 Kasım 2011

Şam’daki Esad yönetiminin fazla zamanı kalmadığı anlaşılıyor. Ancak sorun Suriye baharıyla bitmeyecektir.Suriye’deki Esad ailesinin iktidar ve yönetim sistemi, ülkedeki Şii azınlığa dayanan bir sistemdir. Bu rejimin en yakın müttefiki de İran’dır.Suriye’deki her gelişmeye İran yönetimi, hem bölgedeki pozisyonlarını ve hem de sıranın kendisine mi gelmekte olduğunu sorgulayan bir bakış açısından bakmaktadır.Irak’taki Şiiler de Lübnan’daki Şiiler de Şam ve Tahran yönetimlerinin “sıkı dost kuvvetleri” olarak Suriye’deki değişimin ardından kendileri için de tasfiye döneminin başlayacağını düşünmektedir.Kuzey Afrika’nın Müslüman ülkelerindeki baharların ardından bu ülkelerin her birinde en iyi örgütlenmiş güç olan İslamcı hareketlerin konumlarını daha sağlam hale getirmeleri, değişimlerin sonrası için de beraberinde birçok soru işaretini getiriyor.***Ankara’nın Suriye meselesinde ilk andan itibaren kendisini fazla “angaje” göstermesi çeşitli sorulara yol açmıştı. Bu sorular giderilmiş değildir, üstelik İran’ın daha çok devreye girmesi dolayısıyla daha da artmıştır.Bölgede Şii ağırlığının tümüyle tasfiye edileceği korkusu hüküm sürer, ayrıca ortada Kaddafi örneği de dururken Esad yönetiminin bütün imkânlarını kullanarak ömrünü uzatmaya çalışması da doğaldır.Türkiye’nin, Suriye’ye yönelik “askeri seçenekler”den uzak durulması için çaba göstermesine rağmen bu değişimde taraf olarak ortaya çıkması dolayısıyla Şam, Tahran ve Irak Şiileri açısından konumu farklı olmayacaktır.Yine de Libya örneği bir dış müdahalenin uzak tutulması konusunda Ankara’nın bütün imkânlarını kullanması en doğru tavırdır.***Şam ve Tahran yönetimleri kendi sonları yaklaştıkça bütün bölgeyi ateşe atabilecek en maceracı ve kanlı planları da masanın üzerine koyabilirler. Üstelik, Türkiye’nin herhangi bir şekilde askeri müdahalenin içinde olması halinde, yangının daha da büyümesi için Anadolu’yu hedef alması da ciddi bir ihtimal olarak ortada duruyor.Ankara şu ana kadar Suriye politikasında oldukça ince bir hatta yürümeyi başarmış görünüyor. Ama bir füze patlayabilir ve kendimizi, aslında birinci sorunumuz olmayan bir yangının içinde bulabiliriz. Önemli olan o füzenin atılmamasını sağlamaktır. Eğer o füze için bir kez düğmeye basılırsa ardından gelecek yangının boyutunu ve kimlerin yanacağını şu anda görmek zordur.

Devamını Oku