Askerlikte bir laf vardır, “kabul edilebilir zayiat” diye. Aslında hedef olmayanlara, savaş koşullarında yapılan yanlışlar dolayısıyla verilen zararı anlatmak için kullanılır.“Kabul edilebilir zayiat”tan kasıt insandır. Bu sözden murat edilense, yanlışlıkları ve sonuçlarını mazur göstermektir. Ama bunu kabul etmek savaşı kabul etmektir. Büyük sıfatlar takılmış, haklılığı ve kutsallığı ilan edilmiş savaşları yürütenler için bütün zayiatlar kabul edilebilir zayiattır.Anasının karnındaki bebeği öldürmeyi birileri “kabul edilebilir zayiat” olarak görür, başkaları da yoksul köylülerin istihbarat yanlışının kurbanı olmasını “kabul edilebilir zayiat” sınıfına sokar. Böylece hepsi kendilerince haklı, kendilerince kutsal savaşlarını sürdürürler, her “zayiatı” kabul edilebilir sayar, her kıyıma mazeret bulur, zulmün her türlüsüne göz yumarlar.***Son birkaç gündür Ankara’nın asayiş gözlüklü yetkilileri, son dönemde istihbarattaki gelişmeleri, terörle mücadelede sağlanan ilerlemeleri anlatıyor ve övünüp duruyorlardı.Bu övünmelerinin hiçbir anlamı olmadığını ekmek parası peşinde hayatını tehlikeye atmış genç insanların üst üste yığılmış, paramparça gövdeleri hepsinin gözüne, beynine ve kalbine çiviledi.Savaşçı ruh, her insanı bir asayiş sorunu olarak gören, insanları yok ederek sorunları çözeceğini sanan beyinsizlik yükseldikçe ana karnındaki bebelerden, uykusunda vurulan genç askere, taş attı diye vurulan çocuğa, dağda ekmek arayan fukaraya kadar dizi dizi cesetler geleceğimizi geçmişimizden beter hale getirir.Tek yol vardır: Silahların bırakılması ve bütün savaşçı ağızların kapatılması.O tek yolun açılması için bu kadar ölüm, bu kadar acı yetmiyor mu?*****Okurlarımız bilmelidirVatan ve Milliyet yazarlarının dünkü açıklama ve uyarılarının ardından sıkça gelen bir soru var: Bu konu okurları ilgilendirir mi?Cevabımız açıktır: İlgilendirir, hem de çok yakından ilgilendirir. Ali Karacan’ın gazetelerin kayyum tarafından yönetilmesine yol açması, gazetecilik yapmayı, iyi gazete, kaliteli gazete çıkarmayı ciddi şekilde zorlaştırıyor. O yüzden şu anda yaşanan sıkıntı okurlarımızı da ilgilendirir, ülkede basın özgürlüğünün önemine inanan herkesi de ilgilendirir.Vatan ve Milliyet yazarlarının talebi, iyi gazete yayınlayabilmek için bugün, “dededen gazete patronu” kimliğini öne süren kişinin gazetecilere dayattığı zorlukların kaldırılmasıdır.Bu kişinin, bugün de “yeni ortak buldum” diye ortaya çıkmasının bir anlamı yoktur. O kişi, eğer bu gazeteleri düşünüyorsa, gazeteciliği ciddiye alıyorsa, Vatan ve Milliyet’i seviyorsa önce yarattığı ortamın giderilmesini sağlamakla yükümlüdür.Vatan ve Milliyet’in daha güçlü, nitelikli yayınlar olarak hayata devam etmelerini istiyoruz ve şu anda bunun karşısına çıkarılan engelleri okurlarımızın da bilmesini istiyoruz.
Vatan ve Milliyet’in, okurlarına iyi gazete sunmakta yaşadığı güçlükleri birkaç kez okurlarımıza ilettik. Geçen zaman içinde bu güçlükler azalmadı, arttı.Derdimiz Vatan’ın ve Milliyet’in yaşaması; sadece yaşaması değil, birinin uzun birinin kısa süreli yayın tarihindeki gazetecilik başarılarını sürdürerek yaşamalarıdır.Gazete kurmak, büyütmek, okur kazanmak zordur, ama gazeteyi zayıflatmak, öldürmek çok kolaydır. Şu anda ne yazık ki, “dededen gazeteci” olmakla övünen ve bu sayede “patron” unvanı taşıyan şahıs, hukuk oyunlarıyla gazetelerimizi öldürmeye çalışıyor.***Gazeteciliğin her alanı gibi gazete sahipliği de zor zanaattir. Gazete sahibi olmanın birinci koşulu da sahibi olduğun gazeteyi, gazeteleri sevmek ve onları yaşatmak, büyütmek için çalışmaktır.Vatan ve Milliyet, Doğan Grubu’ndan DK Yayıncılık’a devredildikleri günden başlayarak, bu şirketin iki tarafından biri “yaşatmak-geliştirmek” yönünde, diğeri ise “yaralamak-öldürmek” yönünde davrandı.Birinci amacı gazetelerini yaşatmak ve geliştirmek olan gazetecilerin de yaşatma ve geliştirme yönünde davranandan yana olmalarından daha doğal bir şey olamaz.***Bir gazetenin kayyum eliyle yönetilmesi zaten o gazeteye vurulmuş çok ağır bir darbedir. Her gün onlarca, yüzlerce önemli karar alınırken her önemli konuda bu işle ilgisi bulunmayan kişilerin ağzına bakarak gazete çıkarmak mümkün değildir.Gazetenin nasıl çıkarıldığını bilmeyen, dolayısıyla gazete yönetmekte sıfır ehliyetli kişilere böyle bir sorumluluk verildiği zaman o gazeteler her gün ağır darbe yemeye mahkûm kalır.Vatan ve Milliyet’te olan budur. Gazeteleri gazeteciler ve gazete sahipliğini kaldırabilen patronlar yönetir. Maliyecilere, hukukçulara gazete yönettirmek o insanlara da büyük kötülüktür, çünkü onlar da aldıkları kararların sonuçlarını bilecek tecrübe ve bilgiye sahip olmadıkları için durumun mağdurları haline gelirler.***Bu konuya karışmış-karıştırılmış herkese, dedesinin kurduğu gazeteyi öldürmeye çalışan kişi dâhil, yargıda çok uzak oldukları bir konuda karar vermek zorunda kalan hukukçular dâhil, ne yaptıklarını bilme ihtimali olmayan kayyumlar dâhil, çağrımız şudur: Vatan ve Milliyet’in yaşaması, güçlü olarak yaşaması için gazetecileri dinleyin.Gazete öldürmenin vebali büyüktür.
Yeni bir “paket” hazırlandığı açıklandı. Bu “paket”in içeriğiyle ilgili ilk bilgiler, “uzun tutukluluk” sorununun giderilmesinin ve dağdan inişlerin teşvik edilmesinin amaçlandığı yönünde.“Terörü teşvik ve övme” ile ilgili düzenlemelerin de bu pakette yer alacağına ilişkin bir bilgi de var.***“Uzun tutukluluk”, kamuoyunun “beyaz” kısmının Ergenekon davaları dolayısıyla haberdar olduğu, ama öteden beri var olagelmiş bir sorundur. Yargı düzenimizin geçerli mantığı, “devlet” söz konusu olduğu anda fazla bir ayırım yapmadan tutuklamak şeklinde işler. Bu, yeni ortaya çıkmış bir sorun değildir.Yargının yavaş işleyişinin tutukluluk sürelerinin uzamasına yol açtığı görüşü ağır basıyor, ama sorun daha işin en başında ortaya çıkıyor: Sorun esas olarak “önce tutukla sonra bakarsın” mantığının yargı düzenimizin en köklü alışkanlıklarından biri olmasından kaynaklanmaktadır.***Birbirini izleyen paketlerin anlam kazanabilmesi için şart olan zihniyet değişimi ise hâlâ ufukta görünmüyor. O kadar görünmüyor ki, bu “paketleri” hayata geçirmekle yükümlü şahıslar hâlâ “bir tuvalin arkasında terör” aramaya devam ediyor.Bir zamanlar içişleri bakanları sigara paketlerinin üzerinde komünizm propagandası keşfederlerdi, şimdi tuval arkasında terör keşfediyorlar.Görüldüğü gibi, 40’lı 50’li yılların zihniyeti öyle birkaç paketle değişebilecek gibi değildir.Yine de hükümetin, uzun tutukluluk sıkıntısını en azından hafifletecek, tuvalde terör aranmasını zorlaştıracak hukuki düzenlemeler için adım atması olumludur. Ancak demokrasi tecrübemiz, bu adımlar yavaşladığı anda tuvalde terör arayanların yuvalarından çıkıp ortamı kirletme faaliyetlerine devam ettiklerini göstermektedir.***Şu anda gündeme gelen paket, erkenden söylendiği gibi bir “yargı reformu”nun işaretlerini vermese de ardından atılması gereken adımlar kimsenin meçhulü değildir.Zihniyet değişimini sürekli olarak sonraki kuşaklara havale ettiğimiz için, hâlâ tuvalin arkasında terör arayanlarla birlikte yaşamak zorundayız.Hâlen yeni anayasayla birlikte zihniyet değişimindeki en önemli köşeyi dönme beklentisi içindeyiz.
2014’ün baharında yerel seçimler, ağustosta cumhurbaşkanı seçimi yapılacak. Genel seçim ise 2015 sonbaharında. Bu takvimle birlikte artık kesinleşmiş bir husus da Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesidir.Olağanüstü bir gelişme olmazsa bu takvim işleyecektir.Cumhuriyetin yüzüncü yılında ikinci beş yıllık görev süresi içinde girecek olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanının mevcut hâldeki yetkilerinde değişikliğe gitmeyi deneyip denemeyeceği hâlâ belirsizdir.***Bu takvimin işlemesi durumunda, AKP’nin kurucu kadrosunun önemli kısmı da siyasetten emekli olacak.Çankaya’ya çıkacak olan Erdoğan’ın yerine gelecek olan lider, 2015 genel seçimine kadar yeni bir AKP kuracak...Ancak AKP çevrelerinden yeni bir plan, “üç sandık bir arada planı” ortaya atıldı.“Üç sandık”, yerel seçim, genel seçim ve cumhurbaşkanı seçimi sandıklarıdır. Üç sandığın aynı anda halkın önüne konulması seçeneğinde ise eski takvime kıyasla önemli yenilikler vardır.Bu planda genel seçimin bir yıl geriye gelmesiyle AKP’de üç dönem vekillik yapmış birçok siyasi için yerel yönetimlerde siyasete devam imkânı ortaya çıkıyor. Genel seçime daha bir yıl varken Meclis’ten istifa edip yerel seçimde aday olmak zordur, ama “üç sandık planı”nda bu imkân vardır. Yerel seçimde aday olmak üzere yasal süresi içinde milletvekilliğinden istifa eden siyasetçilerin bu tavrı doğal karşılanacaktır.***Bu planda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün siyasete dönme yolu, dört yıl için kapanmış oluyor. Gül’ün milletvekili adayı olmak ve partinin başına geçmek için Cumhurbaşkanlığı görevinden erken ayrılması kolay değildir. Dolayısıyla Gül yerini yeni cumhurbaşkanına bırakıp Köşk’ten ayrıldığı sırada AKP’nin yeni Meclis grubu ve yeni yönetimi belirlenmiş olacaktır.“Üç sandık bir arada planı”nın işlemesi hâlinde tekrar milletvekili olamayacak birçok AKP’li siyasetçi kendi bölgelerinde belediye başkanı olabilecek, ama Abdullah Gül fiilen siyaset dışı kalacaktır.Üç sandık planını bulanların amaçları da bu olabilir, ama sonuçta kararı verecek olan Erdoğan’dır ve Erdoğan için de, kendi siyasi geleceğiyle ilgili başka önemli konular vardır.
Milletvekilleri kendi maaşlarına her zam yaptıklarında aynı tepkilerle karşılaşırlar. Genel kanaat “bizi değil kendilerini düşünüyorlar” şeklinde ortaya çıkar ve böylece siyasetin aşağılanmasına elverişli bir ortam doğar.Milletvekillerinin maddi sorunu olmamalıdır yaklaşımının gerekçesi, para kazanmak için başka işlerle uğraşmalarının önüne geçmek ve maddi güç sahiplerinden etkilenmemelerini sağlamaktır. En basitinden, ileride “nemalanmak” umuduyla lobi yapmalarına vesile yaratmamaktır.***Siyasetten emekli olanların da hayat gailesi peşine düşmemeleri de emekli vekillerin geçinmelerini sağlayacak düzeyde gelir sahibi olmaları da böyle düzenlemelerin amaçlarından biri olarak belirtilir.Bunların hepsi haklı gerekçelerdir. Ama siyaset-para ilişkisinde asıl sakatlık vekil maaşlarında değildir. Siyasi partilerin gizli hesapları olmaması için, “büyük bağışlar” peşinde koşmamaları için bizdeki sistem, ihtiyaç duyulan bütün maddi kaynağın devlet tarafından sağlanmasıdır. Bu sistemle siyasi partilerin faaliyetlerinin finansmanı vatandaşın ödediği vergilerden karşılanmış olur.Düzgün bir bağış sistemi ve üyelerin katkılarıyla sağlanan bütçeler yerine bütün parayı devletin vermesi bir ölçüde yozlaşmaları engelleyebilir. Ama sistemin mantığı, her siyasi partinin aldığı oy oranına göre devletten para alması olunca hem belli bir eşitsizlik ortaya çıkmakta hem de parti üyelerinin aidat vermesine gerek kalmamaktadır. Oysa Avrupa demokratik sisteminde esas olan, parti üyelerinin siyasi katılımlarının ilk aşaması olarak küçük de olsa aidatlarıyla faaliyetin içinde yer almak için ilk adımı atmalarıdır.***Siyasi parti yöneticilerinin asla değiştirmeye kalkışmadıkları Siyasi Partiler Kanunu ile getirilmiş düzende, bir siyasi partiyi bir kez başarıya taşıyan yönetici kadro, devletten aldığı parayla hem sonraki siyasi çalışmalarını hem de yerlerinden kımıldatılmamayı garanti altına alıyor.Siyasi Partiler Kanunu ve partilerin devletten aldıkları yüksek paralarla ortaya çıkmış olan “kapalı düzen” ile milletvekili maaşlarının miktarından çok daha ciddi olmak üzere bir anti-demokratik yapı güvence altına alınmış durumdadır.Demokrasi tartışmaları içinde hiçbir siyasi parti bu yapının sakıncalarına değinmez, değinemez. Milletvekili maaşları dolayısıyla aldığı tepkileri de sineye çeker ve bunun ötesinde bir sorgulama olmamasıyla da ortak bir memnuniyet hâli devam edip gider.
Demokrasi endeksi başlığı altında her yıl bir çalışma yapılıyor. “Economist Intelligence Unit”in bu çalışmasında her ülkeye aynı kıstaslarla notlar veriliyor ve ortaya dünyanın “demokrasi haritası” çıkıyor.Bu yılın sıralamasında Türkiye 88’inci. Geçen yıl 89’uncuydu; ama Türkiye, durum iyileştiği için bir sıra yukarı çıkmadı, başka bir ülkenin durumu daha kötüye gittiği için 88’inci oldu.Yakın yıllara kadar Türkiye bu endekste yüzün altında dolaşır, “demokrasi yok denecek kadar az” sınıfında görülürdü. Bir miktar yol almışız, ama 88’inci sırada olmanın karşılığı “demokrasi açısından eksikleri çok fazla”dan başka bir şey değildir.***AKP’nin 2002’de ilk seçimi kazanmasının ardından birçok önemli yasa değişikliği yapıldığını kimse inkâr etmiyor. Ama şu anda 88’inci sırada olmamızın nedeninin hükümetin bir şekilde “frene basması” olduğuna da kuşku yoktur.Siyasi irade en azından “frene bastığı” izlenimi verdiği anda da, yargıdan güvenlik güçlerinin en alt birimine kadar geleneksel refleksler hortluyor.Geleneksel refleks, şu anda geçerli olan anayasada en gelişmiş haliyle sergilenen “her vatandaş potansiyel suçludur”, “önemli olan vatandaşın değil, devletin korunmasıdır” şeklindeki ruhun bizzat kendisidir.En tepede frene basıldığını hisseden bu ruh için yayınlanmamış kitaplar da, gazetecilik faaliyetinin her türlüsü de “vatan haini-devlet düşmanı” sınıfına girer. Şunu da unutmamalıyız; bizzat basının içinde de bu ruh vardır ve diğer kurumlardaki kadar etkili olarak ortaya çıkabilmektedir.***Demokrasi endeksinde bu kadar aşağılarda yer almak, ne kadar iyi niyetli hatırlatmalarda bulunulursa bulunulsun, yine siyasi iktidarın sorumluluğudur.Yargı ve güvenlik güçleri “kendi başlarına” demokratik süreçleri engelleyecek, geriletecek bir “kampanya” havasında çalışıyorsa bunun önüne geçmek de yine siyasi iktidarın sorumluluğudur.Siyasi iktidar frene basmadığı konusunda ikna edici bir görüntü vermiyorsa, karakolda, kamera olduğunu bile bile kadın döven polis memurları var olacaktır.Demokrasi endeksinde 88’inci sırada olmak, bugün her şeyden çok daha fazla utanç verici bir durumdur. Demokrasi kelimesini her cümlede kullananlar bunun utancını hissetmedikçe 88’inci sıradan kurtulamayız.
Bay Sarkozy bir değil, birkaç kötülük birden ediyor. Birkaç da iyilik...Türk halkına kötülük ediyor: Tarihindeki önemli bir olayı öğrenmeyi, o olayla yüzleşme gücünü göstermeyi ertelemesine yol açıyor. Sarkozy sayesinde bir süre daha “1.5 milyon değil 700 bin” gibi vicdan fukaralıkları, “onlar daha çok öldürdü” gibi zırvalar duyulmaya devam edecek.Ermeni halkına kötülük ediyor: Türkiye üzerinden nefes almaya çalışan Ermenistan halkının katlandığı zorluklarının, radikal siyasetçilerinin ellerinde yaşadığı sıkıntıların devam etmesine sebep oluyor.Bay Sarkozy iyilik de ediyor: Türk halkının, uzun yıllar sonra tarihi bir gerçekle karşı karşıya kalmış olmasından rahatsız olan devletçi geleneğin canlı kalmasını sağlıyor. Türk halkını 1915’teki felaketin bir tarihi gerçek değil, günlük siyaset amaçlı “Türk düşmanlarının tezgâhı” olduğuna inandırmak için uğraşanların haklı çıkmış gibi görünmesini sağlıyor.Ermenistan’daki milliyetçi siyasilerin, “düşmanlıkları canlı tutarak var olma” politikasının başarılı olmuş gibi görünmesini sağlıyor.H H HBay Sarkozy sayesinde önümüzdeki çok önemli bir dört yılı değerlendirme fırsatı da epey zayıfladı: 2015 yılı, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’da önde gelen 200 Ermeni aydın ve siyasetçinin toplanıp ortadan kaldırılmasının ve tehcir için düğmeye basılmasının yüzüncü yıldönümü olacak.Hâlen 20 ülkenin parlamentosu, 1915’teki tehcirin “soykırım” olduğunu kabul etmiş durumda. Yüzüncü yıl yaklaşırken bu sayı daha da artacaktır ve 2015’te “Ermeni soykırımı”nı duymamış olan kimse kalmayacaktır.Ankara Sarkozy’ye tepki olarak ilk önce Paris Büyükelçisi’ni çağırdı. İkili ilişkileri kısıtlama mahiyetindeki diğer kararlar da ardından gelecek.Peki, 2015’te kaç ülkeden büyükelçilerimizi çağıracağız? Kaç ülkeye “ikna” gezileri yapılacak? Kaç ülke tepkilere kulak asacak? Birleşmiş Milletler’de tehcirin yüzüncü yılı dolayısıyla bir toplantı yapılırsa Türkiye, Birleşmiş Milletler’den de çekilecek mi?Sarkozy’nin ettiği kötülük belki birkaç yıl Ankara’dakileri sıkıntıya sokacak gibi görünebilir. Ama asıl Türk halkına ve Ermeni halkına kötülük etmiştir. Ankara’nın yaşayacağı siyasi sıkıntılar ise sonuçta sadece devletçi-muhafazakâr ruhun her türlüsü için büyük iyilik olacaktır.
Fransa Meclisi “Ermeni soykırımını inkâr yasası”nı bugün görüşecek. Tasarı kabul edebilir de edilmeyebilir de. Fakat böyle bir yasa son derece abestir ve gündeme getirilişi de hem Türk toplumundaki radikal milliyetçi duyguları kışkırtması hem Türkiye’nin Ermeni vatandaşlarını zorda bırakması dolayısıyla anlamsızdır.Bu tür vesilelerle, Türk toplumunun bir yerlerinde gizlenmiş halde bekleyen ırkçı eğilimler dirilmekte, Türkiye’de yaşamakta direnen birkaç bin Ermeni vatandaş da korkmaktadır. Korku, onları korunma adına inanmadıkları şeyler söylemeye itmekte, yüz yıllık bir insanlık dramının yol açtığı toplumsal travmalardan kaynaklanan gerilim de tırmanmaktadır.***Fransa’ya Fransız siyasetçilere ağız dolusu küfürler edilirken, bazı gerçekleri de hatırlamakta fayda var.Doğrudur, Fransa’nın “Ermeni soykırımı yoktur” diyenleri cezalandırması, fikri tartışma yollarını kapattığı için yersizdir.Ama bunu söyleyecek olanlar, cümleye başlarken bir an durup Türkiye’de mevcut ceza kanunundaki meşhur 301’inci maddenin özü ve uygulanmasıyla bu kanundan herhangi bir farkı olup olmadığını düşünsünler. Ayrıca açık açık şunu da düşünsünler: Fransa’da “soykırım yoktur” demenin bedeli iki ay hapis ve para cezası olacaktır, Türkiye’de ise “soykırım vardır” denilemediği gibi buna yakın bir görüş ifade etmenin cezası ölümdür. Hrant Dink, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni gazeteci Hrant Dink, bu meseleyi fazla kurcaladığı için öldürülmüştür ve cinayetin aydınlanmaması, “milliyetçi arkadaş çevresinin” üzerine kalması için “bağımsız yargı” ve devletin çeşitli kurumları; hatta şu anda çatıştıkları düşünülen emniyetteki bazı çevrelerle asker kişiler el ele vermeye devam ediyor. “Devam ediyor” ifadesi üzerinde, bugün bağıracak olanların özellikle durması gerekir.Bunları düşünmek kimileri için kolay değildir. Ankara’daki vesayetleri kırmak için yola çıkıp da aynı üslüp ve mantıkla konuşmaya başlayanlar için de kolay değildir. Ama bunca fikir özgürlüğü lafı edenlerin bir an bunu düşünmelerinin, vicdanları bakımından faydası olacaktır.***Fransızlara küfrederken sürekli olarak Cezayir ve yeni öğrenilen Ruanda kıyımları belirtiliyor. Doğrudur, Fransız devleti 50 yıl önce Cezayirlilere, çok daha yakında da Ruandalılara karşı kıyım uygulamış ya da uygulanmasına göz yummuştur.Bunu tekrar edenler için faydalı olabilecek birkaç basit bilgi verelim:Fransız toplumu Cezayir’de yapılanları kendi basınından ve olaylar yaşanmaktayken öğrenmiştir. Fransa devletinin bu tutumuna karşı çıkan Fransızlar hemen seslerini yükseltmiş, bazı gazetecilerin evleri bombalanmış ama hem Fransa basını hem de Fransız aydınlar işin peşini hâlâ bırakmamıştır.Ruanda’da olanları da Fransız halkı yine Fransız basınından öğrenmiştir. Amerikan basınından ya da Türk basınından değil; Fransız basınından öğrenmiştir.Belki bu birkaç basit bilgi, bugün Fransa’ya daha çok bağıracak olanların gözlerini aynadan kaçırmalarına yetmeyecek; ama bu birkaç basit bilgi, vicdanlı ve aldatılmaktan bıkmış insanların, sesleri diğerleri kadar yüksek çıkmasa da her zaman çoğunlukta olduğu inancıyla hatırlatılmıştır.