Demokrasiye güven eksikliği

8 Ocak 2012

Eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasının ardından gösterilen farklı tepkiler aslında bir soruda birleşiyor: Bu işler ne zaman bitecek?Ancak “bitiş noktası”nın içeriği iki taraf için farklı.Bu dava ve soruşturmaların “bitiş noktası,” “askeri vesayet” adı konulmuş düzeninin sonuna gelindiği, bir daha eski usul demokratik sisteme müdahalelerin ve bunlarla bağlı her türlü yasa dışı faaliyetin olmayacağı güvencesinin açıkça ortaya çıktığı noktadır.***“Devleti irticanın eline düşmekten ve ülkeyi bölünmekten kurtarmak” adına kurulmuş bir “güvenlik sistemi”ne inanmış olanlar ciddi bir oran teşkil ediyor. İrtica ve bölünme korkusuyla yaşama ortamının sürüp gitmesini sağlama çabalarının sonucu da böyle bir güvence arayışını bir açıdan “anlaşılır” hale getiriyor.Bu korkulardan kurtulmanın gerçekte tek bir yolu olduğuna inananları ve o yola güvenenleri sürekli olarak geriye püskürten, buna karşılık korkuları besleyerek demokrasiye güvenmeyi erteletenlerin varlığını sürdürmelerini sağlayan bir terör travmasıyla yaşamaya devam ediyoruz.Kürt meselesi ve terörün, demokratik süreç içinde çözülebileceğinin kanıtları geçen on yıl içinde ortaya çıktı. Ama terör hâlâ devam ediyor.***AKP’nin geçen dönemde sağladığı ilerlemelere rağmen, çözümün demokrasi içinde gerçekleşeceğine olan inancın çeşitli şekillerde sarsılmasının AKP’de bir tereddüt hâli yaratması şu anda en önemli siyasi sorun haline gelmiştir.Kürt sorununun çözümü yolunda demokratik süreci hızlandırma iradesinin “akamete uğradığı” görüntüsünün ortaya çıktığı bir ortamda da Uludere gibi facialarla toplumdaki travma ve korkuların canlı tutulması kaçınılmaz oluyor.Bu aşamada AKP’nin yara alması, hem kendini solcu ilan etmiş olmasına rağmen CHP’nin ve çözümün sadece ve sadece demokraside olduğuna inanması aslında varlık nedeni olan BDP’nin, dar ufuklu bir hatta siyaset yaparak zaman geçirmelerine yol açıyor.Demokrasiye güven eksikliğini giderme yolundaki süreci ilerletme ve hızlandırma imkânına sahip tek siyasi güç olan AKP, tek anahtarı kaybetme ve ülkeye de kaybettirme gibi bir yanlışı yapma hakkına sahip değildir.

Devamını Oku

Bir tek amaç olabilir

7 Ocak 2012

Bir eski genelkurmay başkanının tutuklanması ağır bir durumdur. 27 Mayıs 1960’ta darbe yapan askeri cunta, görevdeki genelkurmay başkanını tutuklamış ve yargılamıştı. Onun suçu görevdeki seçilmiş hükümetle birlikte çalışmak ve cunta faaliyetlerine karşı durmaktı.Ergenekon davalarının başından beri ortada olan bir sorunun cevabı bu tutuklamayla verilmiş oluyor...Ergenekon tabiriyle özetlenen örgütlenmeler içinde yer aldığı iddia edilen asker kişilerin ve emekli askerlerin, bu faaliyetleri “emir komuta zinciri” içinde mi yaptıkları sorusu soruluyordu. Davalar ilerledikçe “siyasete müdahale” ile başlayan faaliyetlerle suçlanan asker kişiler en tepeyi göstermeye başladılar. Bazıları çok açık olarak “en tepeden onay olmazsa bunların yapılmasının mümkün olmadığını” söyledi.***Emekli orgeneral Başbuğ’un tutuklanmasına yol açan faaliyetler çok yakın dönemi kapsıyor. Bu faaliyetlerin altında, sivillerin yani “sivil siyasilerin” devlet için her zaman bir tehlike oldukları; farklı düşünce sahiplerinin vatan haini olarak kayda geçirilmesi ve “gerektiği anda” bunlara karşı “gerekenin yapılması hak ve yetkisine sahip bulunulduğu” inancı yatıyor.12 Eylülcülerin yargılanacağı davanın iddianamesinde “bazen” bu görevlerin yerine getirilmesi için “şartların olgunlaşmasının” beklenmediği ve bu oluşumun hızlandırılması yolunda faaliyetlerde bulunulduğu da anlatılıyor.***Emekli orgeneral Başbuğ’un tutuklanmasının ardından ortaya çıkan tepkilerin bazıları, toplumun bir kesiminde Silahlı Kuvvetler’in “ülkeyi kötü duruma düşüren sivil siyasilerin hizaya çekilmesi için her türlü faaliyette bulunma hakkına ve yetkisine sahip olması gerektiği” düşüncesinin hâlâ hüküm sürdüğünü gösteriyor.Genelkurmay’da internet siteleri kurmak, bu sitelerde yalan haberler yayarak siyasi iktidarı zayıflatmak, vatan haini listeleri yayınlamak, düşünceleri beğenilmeyen kişileri tehdit etmek gibi faaliyetleri “meşru” görenler olması, demokrasi bilincimizin ne kadar gerilerde olduğunun delilidir.Bu davaların tek amacı olabilir, olmalıdır: Demokrasinin bütün kurumlarıyla güçlenmesi ve hiç kimsenin demokrasiye müdahale etme, demokrasiyi geriletme; kendisini yargının, halk iradesinin üzerine koyma hakkına sahip olmadığı bilincinin toplumumuzun tüm bireylerinde yerleşmesi.

Devamını Oku

Ne gizleniyor?

6 Ocak 2012

Uludere katliamının “kasıtlı” yapıldığını düşünen herhalde yoktur. “Kasıtlı” olması, söz konusu grubun PKK’lı olmadığı biline biline üzerlerine bomba yağdırıldığı anlamına gelir.Asker ya da sivil herhangi bir yetkilinin bunu bile bile ateş emri verdiğine inanmak mümkün değildir.Kasıtlı olmadığına inansak bile, bu vahim olayın nasıl gerçekleştiğine ilişkin tatmin edici bir bilgi hâlâ kamuoyuna iletilmedi. Katliamın üzerinden bir hafta geçti, sadece bazı iddiaların doğru olmadığı açıklandı. Bu iddialar arasında en ciddisi, yanıltıcı istihbaratın MİT tarafından verildiğine ilişkindir ve MİT bu iddiayı açık olarak reddetti.***Başbakan’ın ve Genelkurmay Başkanı’nın bu olayın nasıl meydana geldiğini hâlâ bilmediklerine inanmak kolay değildir. En üst düzey yetkililer haftalardır, istihbarat düzeyindeki uyumlu çalışmalardan bahsettiklerine göre, bu olayın gerçekleştiği şartlar hakkında da bilgi sahibi olmalıdırlar.Eğer hâlâ bu konuda bilgi sahibi değillerse, bu kez de kamuoyundan gizlenen çok daha ciddi durumların, çatışmaların varlığından kuşkulanmamak mümkün değildir. Ama eğer biliyor ve hâlâ kamuoyuna bilgi vermiyor, veremiyorlarsa yine başka vahim durumlar var demektir.***Uludere’de yaşanan ciddi bir katliamdır. Sınırdan geçen bu grubun PKK’lı olduğuna ilişkin bilgiyi “birisi” vermiş ve uçaklara ateş açmayı emretme yetkisine sahip kişi de bu bilgiye inanarak ateş emri vermiştir.Olayın üzerinden bir hafta geçti. Bilgi verenin kim olduğu ve neye dayanarak yanıltıcı bilgi verildiği, son emrin kime ait olduğu, geçen bu süre içinde kesinlik kazanmış olmalıdır.“Kapalı devlet” düzeninde sürekli olarak vatandaştan bir şeyler gizlenir. “Devlet” adına işlenen suçlar gizlenir, suçlular gizlenir. Suçlulara “kahraman” sıfatı bile verilir.Bu sistem siyasi irade tarafından sahiplenildiğinde nasıl yangınlarla bütün ülkenin kavrulduğunu herkes gördü, yaşadı.Bu sistemde en yetkili kişiler halktan bilgi gizlemek için ağır hamasete başvurur, başka hedeflere saldırır, halkı olayın esasından uzak tutmaya çalışır. Böylece de yeni Uludere’ler için bütün yollar açılmış olur.Eğer Başbakan bir haftadır olay hakkında tam bilgi sahibi olamamışsa veya olduğu halde halkına bilgi veremiyorsa, kendi kendisine “ben mi yönetiyorum yoksa beni yönetmeye mi başladılar” diye sormasının zamanı gelmiş demektir.

Devamını Oku

Bu 90’ların ruhudur

4 Ocak 2012

Uludere faciasından sonra sadece medya kötü bir sınav vermedi, Başbakan Erdoğan da 90’ların diliyle yaptığı son konuşmayla “gerileme”nin bütün işaretlerini verdi.Medyanın bir kesiminin önce “hükümet aleyhine bir durum yaratmamak” adına geride durması kadar diğer bir bölümünün “asker yıpratıldığı için bunlar oluyor” diye bağırarak tavır alması, iki taraf adına da gazetecilik tarihimizdeki en kötü sayfalar olarak yerini almıştır.Bazı yayın organlarının, “bu çocuklar daha önce Apo tişörtü giymişlerdi” ile başlayan, “cenazelere PKK bayrağı” başlıklarıyla devam eden türden haberlerle “bunlara fazla da üzülmeyin” mesajları verme çabaları da basın tarihimizin “ayıpları” arasında anılacaktır.***Başbakan Erdoğan, son konuşmasında Uludere faciasıyla ilgili bir bilgi vermedi. Bu, son olarak 90’larda tümüyle egemen olan “devlete, dolayısıyla askere soru sorulamaz; devlet, dolayısıyla asker eleştirilemez, devlet ve asker gereğini yapar vatandaşa, değil hesap vermek bilgi vermekle bile mükellef değildir” tavrının çok açık, tereddütsüz bir tekrarıdır.Erdoğan, bu konuşmasına yönelik eleştirilere değil verilen desteklere bir göz atarsa, belki bu konuşmayla ortaya koyduğu “duruş”u görebilir.Ancak böyle bir iyimserlik içinde olmak da zor, çünkü aynı konuşma, bütün unsurlarıyla Ankara’da çok tekrar edilmiş, en tepe noktasına da 90’larda ulaşmış bir tavrın bütün unsurlarını taşıyor. Bunu görmek için uzun uzun içerik tahlillerine girişmeye gerek yok, konuşmayı göklere çıkaranlara bakmak bile yeterlidir.***Konuşmasındaki BDP’ye ilişkin sözleriyle Erdoğan’ın bu partinin kapatılması sürecini de başlattığı söylenebilir.Böylece “terörle mücadele, siyasetle müzakere” ve “demokrasiden taviz vermeden terörle mücadele” dönemlerinin sona erdiği de ilan edilmiş oluyor.En önemli siyasi iddialarından biri “vesayet rejimini sona erdirmek” olan AKP’nin fiilen “vesayet rejimi”nin bir parçası olmaya aday hale gelmesiyle bu partinin de “devlet partileri” arasına girme yolunda önemli bir adım attığı tespiti yanlış olmayacaktır.Demokratik süreçte frene basıldıkça 90’ların ruhunun tekrar egemen olacağı tehlikesine dikkat çekenler haklı çıktı...

Devamını Oku

Hapishaneden mektup (2)

3 Ocak 2012

Dün, yıl sonunda hapishanelerden gönderilmiş iki mektuba yer vereceğimizi söylemiş ve Silivri Cezaevi’nde tutuklu, ‘1. Ergenekon’ davasında yargılanan emekli subay Zekeriya Öztürk‘ün mektubunu yayımlamıştık. Bugün de Diyarbakır Cezaevi’ndeki KCK tutuklusu bir siyasinin, M. Nesip Gültekin‘in mektubunu olduğu gibi yayımlıyoruz.***“Sayın Okay GönensinSiz de biliyor ve içinde yaşıyorsunuz. Ülkemizde 30 yılı aşkındır kimine göre savaş, kimine göre ise düşük yoğunluklu savaş... Ama bu bir gerçektir ki; bu topraklar üzerinde insanlarımız genç yaşta (gerilla, polis, asker, korucu ve sivil) yaşamlarını yitiriyorlar. Bu ülke insanları bu ölümleri hak etmiyorlar. Bir şekli ile bu ölümlerin önüne geçmek gerekirken her ne hikmetse savaş ve savaş dili derinleştiriliyor. Yakın tarihte siz de bilirsiniz ve hatırlarsınız gazetecilerden biri bir özeleştiri yapmıştı. ‘Ben bugüne kadar ordudan ve emniyetten gelen açıklamalarla kamuoyunu bilgilendiriyordum.’ Psikolojik bir savaş ortamına kamuoyunu sürüklüyordu.Bu tutum bugüne kadar ne dağlarda gerilla sayısında bir azalmaya ne de bu dökülen kanın durmasına engel olmuştur. Aksine savaş ortamını daha da kızıştırmıştır. Bazı yerlerde halkları (Türk, Kürt) boğazlaştırmaya kadar götürmüştür.Tam da adım atmaya doğru gidilirken tekrar AKP hükümeti tasfiye ve yok etme politikası ile Sayın Öcalan’ın avukat ve aile görüşmelerini engelleyerek tecrit ile yüz yüze bıraktı. Ülkenin her tarafına askeri operasyonlar, sınır içi ve sınır dışı uçakları ile hava saldırısıyla KCK ismi ile siyasi operasyonlar başlattı.Bize göre bu savaşı durdurabilecek siyasilerle birlikte yazarlar, gazeteciler, aydınlar vardır ve olmalıdır. Basın-yayın organları tarafsız, gerçekleri meydana çıkartma ve her şart altında hakikatleri bulmada araştırmalar içine girmelidirler. Hakikatleri askeri komutanlardan ve de emniyet müdürlerinden duydukları ile yetinmemeli ve kamuoyunun vicdanı olmalıdırlar.Öcalan’ın İmralı’da, Kandil ve Avrupa’da (Oslo5) yapılan görüşme ve diyalog esnasında bu topraklar üzerinde kan dökülmüyor, insanlar ölmüyordu. Bu görüşmeler kesilince yeniden kan, gözyaşı ve barut kokusu gelmeye başladı. Bu izlenen politikaların Türkiye’de yaşayan hiç kimseye yarar getirmeyeceğini ama bir yıkıma, boğazlamaya ve ötekileştirmeye götüreceği kanaatindeyiz. Oysa; bu topraklar üzerinde yaşayanların milliyetleri ne olursa olsun onurluca barış ve huzur içerisinde yaşamaya layık olduklarını biliyor ve istiyoruz.Ben de BDP Diyarbakır İL yöneticisiyken 04.10.2011 tarihinde sabah saat 5’te evime baskın yapılarak savcılığın imzasının olduğu ev araması ve gözaltı yazısı ile gözaltına alındım. Dört (4) gün TEM D. Bakır Şube Müdürlüğünde kaldım. Tek bir soru soruldu: ‘PKK, KCK-TM üyesi misin?’ dosyanın gizliliğinden dolayı başka bir şey sormadan savcılığa, savcılıkça da bu soru ile birlikte Mezopotamya Radyosu ve Roj TV konuşmaları, gerilla cenazelerini devlet hastaneleri morgundan alıp mezarlığa getirme vb. sorular sorularak tutuklama yapıldı.Savaş dilinin bir an önce terk edilmesi, bu topraklardan onurluca bir yaşam ve demokrasinin getirilmesinde siz vicdan sahibi, kaleminden barış akan, hakikatleri araştırarak bulan, kamuoyunu aydınlatmada katı vicdanları bile yumuşatan aydınlara çok iş düşmektedir ve bu konuda ciddi bir emek sarfedilmesi gerekmektedir.Yaşamınızda başarılar dileyerek selam ve saygılarımı sunuyorum.M. Nesip GültekinDiyarbakır D Tipi Kapalı C. EviH7/Kısım”

Devamını Oku

Hapishaneden mektup (1)

3 Ocak 2012

Geçtiğimiz yılın sonunda gelen okur mektuplarından ikisi hapishanelerden gönderilmişti. Biri Silivri’den, diğeri Diyarbakır’dan.Bu mektupları, içindeki kişisel eleştirilere de cevap vermeden yayınlıyorum.Birinci mektup Silivri’den, emekli subay Zekeriya Öztürk’ten:“Okay Gönensin Bey,Sabırla 11 ay bekledim. Bu süre içerisinde 13. Ağır Ceza Mahkemesi / Silivri-İstanbul vasıtası ile tüm delillerin toplanmasını talep ettim ve tüm deliller toplandı. Toplanan veya mahkemece istenerek gelen yazılar bin sayfanın üzerindedir.Bunun yanı sıra, 13 Ağır Ceza Mahkemesi vasıtası ile kendi hakkımda suç duyurusunda bulundum. Her ikisinin sonucunda kovuşturmaya yer yoktur kararı verildi hakkımda. Üstelik, ilgili Cumhuriyet Savcılıkları bu kararları verirken şahsımı ‘mağdur’, MİT Müsteşarlığı’nı ‘şüpheli’ ve ‘suç’ konusunu da ‘iftira’ olarak tespit ettiler bu kararlarda.Konu ne diyorsunuz elbette. Sizin, 02 Şubat 2011 tarihinde ‘Edebiyatından önce kendisine bakmak’ başlıklı yazınızda değindiğiniz ‘Başbakan’a Suikast Yapılacak’ ihbar-iddia yazısı.Siz elbette yazının içeriği hakkında bilgi sahibi olarak yazmışsınızdır yazınızı. Yoksa, bilgi sahibi olmadan mı yazdınız? Bilemiyorum. Ancak sonuçta siz o yazıyı ‘somutlaşmış’ gibi yazdığınızda, benim ismim üzerinden konu, gazete ve televizyonlarda haber oluyor. Tartışma konusu haline getiriliyor. Yazınızda ismimi vermemenizin de hiçbir önemi kalmıyordu.‘Şahsi mahkemeniz’ karar vermiş ve o yazıyı yazmıştı.Bu yazıyı sizi inandırmak için yazıyorum.Oysa ne kadar kötü bir şey; dört yıldır tutuklu olan biri hakkında yargılaması devam ederken yeni ortaya çıkan bir ihbar-iddia üzerinden, kesin ve net sonuç almadan infaz yapmak-yazmak.Siz haksızlığa uğrayanı değil, makam ve mevki kademelerini; ‘seçim sürecinde’ desteklemek, itibar kazandırmak, mağduriyet üzerinden yüceltmek görevi üstlendiniz. Size uygun olan buydu demek ki...Unutmadan söyleyeyim, gelen cevabi yazıların içerisinde benim adımın geçtiği ve Başbakan’a suikast yapacağımı-yaptıracağımı belirten tek bir bilgi yoktur.Sonuç; bu durumum sizin için utanç olabilir mi? Makam ve mevki kademelerini yüceltmek, oralara hizmet etmek için ‘köşe yazmak’ kişiye çıkar ve avantaj sağlar mı? Haksızlığa uğrayanı ‘infaz’ etmek ‘tetikçi’ yazar yapar mı insanı? Böyle davranmak insanı ‘önemli ve erdemli’ yapar mı? Böyle davrananların, ‘kamuya’ açık bir alanı (yazı köşesi) mevki ve makamlara ‘yaranmak’ için kullanması, kişinin tecrübesi ve meslek bilgisi ile ahlak değerleri arasında nereye konabilir?Bunların cevabını ben sizden istemiyorum elbette. Sonuç itibariyle merak ettiğim hususlar sadece yaşınız itibariyle siz cevapları elbette daha iyi bilirsiniz.Gayretli çalışmalarınızda başarı dileklerimle.”Mehmet Z. ÖZTÜRK1 No’lu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu F-1 Silivri/İstanbul

Devamını Oku

Askeri çözümün bittiği yer

1 Ocak 2012

Kendi uçakları tarafından bombalanarak can veren 35 genç insanın ölümü “askeri çözüm”ün bir kez daha duvara toslamasının resmidir.Bu olayı, “savaşta böyle şeyler olur” cinsinden insanlığın en geri refleksleriyle mazur göstermeye çalışanlara söylenecek bir şey yok. Neyse ki bunlar, örneği giderek azalan, insanlık geliştikçe yok olmaya mahkûm bir türdür.“Askeri çözüm” öne çıktığı anda sonuç bundan başka bir şey olamaz.“Asayişçi” dil egemen olduğu anda şiirde, tuvalde terör arar, gazeteci tutuklar, yayınlanmamış kitabı bomba gibi görürsünüz. Bu stratejiler siyasete ne zaman hâkim olduysa hep aynı şekilde duvara çarpmışlardır.***Hükümet, “askeri çözüm”ün başarılı olduğuna bir süredir inanmış görünüyor, halkı da öyle olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Askeri bakış açısında övünme vesileleri hep aynıdır: “Çok zayiat verdirdik, çok terörist öldürdük” ve “istihbaratımız çok iyi çalışıyor, en küçük deliğe kadar izliyoruz” gibi çok tekrarlanmış sözler...AKP hükümeti de aynı tuzağa çekilmiş, gözleri bu laflarla karartılmış, askeri çözümün mümkün olduğuna inandırılmıştır.***Katliamın kaynağındaki istihbarat sorunuyla ilgili tartışma da durumun fecaatinin en büyük göstergesidir. Böyle bir olaya bir istihbarat beceriksizliği yol açmışsa, bunun bütün sorumlularının, bir süredir istihbarat gücüyle övünen siyasi yetkililer en başta gelmek üzere, tümünün evine gitmesi gerekir.Eğer olay bir “istihbarat oyunu” ise, yani “birileri” bilerek askeri yetkilileri oyuna getirip bu katliamı yaptırdıysa durum daha da kötüdür. O “birileri” PKK ise de, başka eller devreye girmişse ve bu olayı Hükümet’in alnına yazmayı başarmışsa, siyasi iktidar nereye ne kadar hâkim olduğunu çok iyi düşünmelidir.***Siyasi iradenin “açılım”ı sadece Habur’da değil, tutuklama furyasıyla da “oyuna” getirildi ve siyasi iktidar “askeri çözüm”e yaklaşarak kendine kurulmuş tuzakların içine düşmeye hazır hale geldi.35 fukaranın katliamıyla askeri çözüm ihtimalinde bunların hep olacağını, her türlü kirli ve kanlı oyunun çok kolay zemin bulabileceğini bir kez daha bütün ülke olarak görmek zorundayız.

Devamını Oku

Kayıp bir yıl

30 Aralık 2011

2011 yılı, tarihin kayıtlarında kayıp yıllar arasında yer alacaktır. Kaybın büyüklüğünü gösteren, yıl sonuna üç gün kala 35 köylünün ölümüdür.Seçim kampanyasında, bolca uçuşan kısır lafların yanı sıra Türk halkına iki de önemli vaatte bulunuldu.Biri çağdaş bir anayasa diğeri de yine anayasayla yakından ilgili, Kürt sorununun çözümü yolunda ciddi adımlar atma vaadiydi.İkinci vaat, aynı zamanda hem terörden kurtulma hem de lafta kalmayacak bir “ileri demokrasi”ye doğru hızlanma vaadidir.2011 yılının sonunda bu beklentilerin tam tersine görüntüler bütün ülkeyi kapladı, toplumun yaz sonunda girdiği iyimser havayı dağıtan kara bulutlara dönüştü.***Soruşturmalar, operasyonlar, gazeteci tutuklamaları ve dolup taşan hapishaneler ilerleme değil gerileme göstergesidir.Bunca yılda birikmiş kirleri temizlerken ve toplum da bunu talep ederken, insanlarda “ne oluyor” sorusunun doğmasına yol açmak temizliğin kendisi hakkında da kuşkular yarattı.Türk toplumu geriye dönük temizlenme talebini Dersim olayının tartışması dolayısıyla da gösterdi. Ama hiçbir temizliğin başka kirlenmelere yol açmasını, temizliğin başka amaçlarla kullanılmasını istemediğini de her fırsatta gösterdi.***2011’de Kürt sorununda ve demokraside ilerleme mi sağlandı gerileme mi?Bu sorunun cevabını “gerileme” olarak verenler çoğalmışsa siyasi iradenin kendisini tekrar değerlendirmesinin zamanı gelmiş demektir. 33 kurşunun vicdani ağırlığından kurtulmak isterken, bombalar altında parçalanmış 35 ceset bütün kayıpların sembolü olarak anılacaktır.2011’in neden kaybedildiğinin cevabı da bellidir, kaybetmemekle yükümlü olanlar da bellidir.2012’nin de kayıp yıllar arasına girmemesi için yapılacak bütün açılımlar “hayati” hale gelmiştir. Önümüzdeki yılda, ekonomiyle ilgili olumsuz beklentiler de şu andaki kara yığının üzerine çökerse, 2012’nin kayıplarının katlanarak artması, çok ciddi bir tehlike olarak önümüzde duruyor.***Yeni bir yılı açarken karamsar olmamak gerekir, ama o 35 cesede bakıp da düşünmeyenler hepimizi karamsar olmaya zorluyor.Yine de 2012’nin bir öncekine göre daha iyi bir yıl olması için en küçük umutları bile büyütmeye ihtiyacımız var, bunu sağlayacak olanların da bilinçlerini tazelemeye şiddetle ihtiyacı var.Hepimizin, ülkemizin ve dünyanın yeni yılının mutluluklar getirmesini diliyoruz. Her şeye rağmen.

Devamını Oku