Bir gün önce başarabileceklerini söylemiştik. Başardılar. Devlet adına suç işleyenleri korumayı görev bilen bir yargı sisteminin utanç listesine bir madde daha eklemekten çekinmediler. Vahim bir siyasi cinayeti, örgütlü olduğunu en zayıf gözlerin bile gördüğü bir komployu beraat ettirdiler.Hrant Dink cinayeti davasını “milliyetçi bir arkadaş grubunun icraatı” olarak karar bağlamak, sanıklara verilen cezalar ne olursa olsun beraattir, aklanmadır.Rahat nefes alabilirler, halen Silivri’de bulunan Hrant Dink operasyonunu başlatanlar rahat nefes alabilirler, adım adım inşa ettikleri bir cinayetten aklandılar.Cinayetin ilk günü katillerle “empati” kuranlar, soruşturmanın tıkanmasına aldırmadan cinayeti bir arkadaş grubunun işlediğine insanları inandırmak için uğraşanlar rahat nefes alabilirler. Aklandılar.***Soruşturmanın her aşamasında delilleri gizleyen, birbirleriyle “savaşır gibi” göründükleri halde bu cinayette birbirlerini sonuna kadar koruyup kollayan bütün “kamu görevlileri” de rahat nefes alabilirler. Hepsi aklandı.Bu cinayet kendilerine siyaseten zarar verdiği için bir an önce olayın kapanıp gitmesini istemekle suça “fer’an iştirak” edenler de rahat nefes alabilirler. Onlar da aklandılar.***İstanbul’a ilk kez gelen on yedi yaşında bir çocuğun tek başına Hrant Dink’i bulup, en soğukkanlı şekilde arkasından vurup öldürmesinden bile kuşkulanmayan bönler de sevinebilir. Onlar da kendilerini aklanmış hissedebilirler, bön olmadıklarına inanarak daha da çok sevinebilirler...“Çeteleri yok ettik” diye bağıranlar da rahat nefes alabilirler, “işte gördünüz bu cinayet çete işi değilmiş” diyerek kendilerini avutabilirler. Bunu söylerken neden hâlâ bu kadar ağır bir korunma düzeni içinde yaşadıkları akıllarından geçmeyebilir.***Bunların hepsi bu cinayetten yırttıklarına sevinebilirler, Silivri’de bayram edebilirler, “biz hapiste olabiliriz ama fikirlerimiz iktidarda” diye düşünüp daha da çok sevinebilirler.Bugün sevinebilirler. Ama Hrant Dink’in delik ayakkabısı insanlığın vicdanında yaşamaya devam edecektir. Bir gün, “bu ülkede yargı var, adalet var” denilebildiği gün, o fotoğraf yine önlerine konulacaktır.
Hrant Dink cinayeti siyasi tarihimizin en başarılı siyasi suikastıdır. Amaçlanan bütün sonuçlara ulaşılmıştır, son nokta da büyük olasılıkla bugün konulacaktır.Başarılıdır, toplum içinde kimileri “demokrasi”yi konuşurken, onlara ve onlara katılmaya hevesi olanlara “siz oynayın, biz İstanbul’un göbeğinde adam öldürürüz” diyerek bu ülkenin sahibinin o “birileri” olduğu gösterilmiştir.Operasyonun kendisi de başarılıdır. Hayatında İstanbul’a gelmemiş, 18 yaşından küçük bir çocuk, önce MacDonalds’a bomba attırılarak sınavdan geçirilmiş ve bu çocuk hayatında hiç görmediği bir kişiye arkasından yaklaşıp “görevini” yapmıştır.***Başarılıdır, dipte yatan ırkçılığın kuvveti, katille anı fotoğrafı çektiren görevliler sayesinde ele güne kanıtlanmıştır.Başarılıdır, bu cinayetle Ermeni soykırımı meselesi iyece ülkenin alnına yapıştırılmış, medeni dünya ile mesafeli kalma konusunda bir adım daha atılmıştır.Başarılıdır, devletin çeşitli birimleri, devlet adına “iş görenler”in korunması konusunda tartışmasız bir dayanışma içine girebilmiş, bu birimler böyle bir konuda cumhurbaşkanı, başbakan talimatı bile dinlemeyeceklerini ele güne göstermiştir.Başarılıdır, demokratik bir ivme yakalandığına inanılan bir aşamada, siyasi iktidara “kendi başına iktidar olmadığı” gösterilmiştir.***Başarılıdır, yargının vatandaş hakları ve adaletten önce “devletin korunması”nın araçlarından biri olabildiği, üstelik böyle önemli bir meselede, aksini umut eden herkese gösterilmiştir.Başarılıdır, cinayet öncesi ortalıkta dolaşan ve Hrant Dink’i hedef gösteren Ergenekon sanıkları da olaydan sıyrılmış, aynı faaliyetin içinde yer almış olan medyanın nefretçibaşıları da yerlerinden kımıldamamıştır.Başarılıdır, böyle bir siyasi cinayeti bir arkadaş grubunun icraatı olarak göstermek için daha ilk günden ortaya atılanların haklı çıkması için soruşturma dört bir yanından tıkanabilmiştir.***Hrant Dink cinayeti bugün, “milliyetçi bir arkadaş grubu”nun mahkûmiyetiyle kapatılmış “gibi” olacaktır. Bugün için bir başarıdır, ama bu cinayet, azmettireniyle, destekleyeniyle, koruyanıyla, toplumun, insanlığın vicdanından silinmiş olmayacaktır.
AKP hükümetinin, seçim sonrasında ağırlık kazanan politikaları üzerine iki soru yoğun şekilde sorulmaya başlandı:-Birinci soru: Ergenekon davaları dâhil, “askeri vesayet”in geriletilmesi girişimleri AKP için bir demokrasi mücadelesi midir, iktidar mücadelesinin zorunlu bir aşaması mıdır?İkinci soru: AKP üçüncü iktidar döneminde, kendilerini merkez sağ veya merkez sol olarak niteleseler de ortak özellikleri “devletçilik” olan geleneksel siyasi partilerin yoluna girmiş midir?Bu sorular, AKP’nin ilk gününden itibaren her uygulamasının arkasında “gizli gündem” arayanların, demokratik gelişmelerden korkanların sordukları sorular değildir. Bunları, Ankara’daki “müesses nizam”ın yerine her türlü vesayetten kurtulmuş bir medeni demokrasi yolundaki adımları destekleyenler soruyor.***Türkiye’de medeni bir demokrasinin önündeki birinci devasa engel Kürt sorunudur. Bu sorunun son otuz yılık döneminde terörün kazandığı ağırlık da, sorunu çözme yolunda her demokratik girişimin anında engellenmesiyle güçlendi.Yeni anayasa bugün tıkanmış gibi görünen demokratik sürecin, geri dönüş yollarını da tıkayacak bir ivmeyle ilerlemesini sağlayabilecek temel dayanaktır.AKP’nin son dönem politikaları dolayısıyla “devletçilik” sorusunun öne çıkmasına, yeni anayasa için siyasi iradenin en zayıf görüntüyü vermesi neden oluyor. 1982 anayasası, vatandaşına karşı “devleti korumak” mantığıyla kuşkusuz siyasi iktidarlar açısından yönetme kolaylığı da sağlıyor.***- Medeni bir anayasa terörle mücadeleyi engellemez, ama terörle mücadele gerekçesiyle fiili bir olağanüstü hal uygulamasını engeller.- Medeni bir anayasa yargının işlemesini engellemez, ama “önce devlet” ruhuyla adalet duygusunu zayıflatmasını engeller.AKP, son dönem politikalarıyla ilgili soruların artmasından rahatsız olmak yerine, kendisine atfettiği misyona hâlâ sahip olduğuna inanıyorsa, bunu medeni bir anayasa için gerçekten harekete geçerek gösterebilir.Devlet partileri, devletçi partiler “esaslı inkılâp” yapamazlar, “müesses nizamın” bekçileri olarak gelirler, giderler.
KCK operasyonlarında dalganın boyu, milletvekilleri, büyük şehirlerin belediye başkanları ve sendikalar düzeyine yükselirken “aynı sabah” İstanbul’u mahvedecek bomba ve bombacıların ele geçtiğinin açıklanması “savaş”ın nasıl devam edeceğini de gösteriyor.AKP’nin “açılım”ı ilan etmesi ve kararlı bazı adımlar atması “barış içinde bir arada yaşama” umudu ve beklentisini en üst noktaya çıkarmıştı. “Açılım”ın Habur ayağındaki sabotaj başarılı oldu ve AKP ilk türbülansı yaşadı.Habur ile başlayan engelleme zincirinde, seçim öncesi hem AKP hem Kürt siyasilerin giriştiği gerilimi tırmandırma yarışının ardından PKK’nın büyük saldırılarının gelmesiyle büyük beklentilerin yerini umutsuzluk aldı.***KCK operasyonlarına terörle en küçük bir ilgisi olmayan kişilerin dâhil edilmesi, gazetecilerin, yayıncıların, öğretim üyelerinin hapse atılması, sadece güvenlikçilerin belirlediği ve uyguladığı bir strateji olamaz. Yok eğer bu stratejiyi belirleyen ve bütün uyarı ve eleştirilere rağmen uygulamakta ısrar edenler güvenlik güçlerinin yöneticileriyse hükümet işi onlara terk etmiş demektir.Uludere katliamının nasıl meydana geldiğini kamuoyu hâlâ bilmiyor. Böyle büyük bir operasyonu, bölgede görevli bir jandarma subayını görevden alarak unutulmaya terk etme eğiliminin öne çıktığının bütün işaretleri de görülüyor.Son operasyonlar aynı tempoda tırmanırken, bir ara bazı bakanların ortaya attığı hukuki düzenlemelerden hiçbir ses gelmiyorsa, bundan çıkacak tek sonuç siyasi iradenin kendisini tümüyle devletin geleneksel “asayişçi” stratejisine teslim etmiş olduğudur.***Aynı strateji 1925 yılından beri uygulanıyor. Gelinen nokta da ortada. Bu stratejide ısrar etmenin sonucu, Türklerle Kürtlerin bir arada yaşamalarının iyice zorlaşmasıdır. Bu strateji geçerli olduğu sürece de, bütün demokratik opsiyonlar tıkalı kalacağı için bugüne kadar yaşananlar bir kez daha yaşanacak ve “barış içinde bir arada yaşamak” kimsenin telaffuz bile edemeyeceği bir hayal olarak kalacaktır.
Bir süredir Batı medyasında Türkiye’deki siyasi durum ve AKP hükümetinin politikalarıyla ilgili “kuşkucu” yorumlar yer alıyor. Türk ekonomisiyle ilgili “olumlu” tahliller de siyasi yorumlardaki ağırlıklı “olumsuzluk” payını etkilemiyor.AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Batı’da algı çok daha “kuşku” doluydu. Siyasi İslam kökenli bir siyasi partinin, eski siyasi yapıyı silip süpürerek seçim kazanması üzerine Türkiye’nin alacağı yön ile ilgili sorular anında ortaya atılmıştı.Batı’nın iktidardaki AKP ile ilgili algısı ve kuşkuları, demokratik reformların hız kazandığı dönemde önemli ölçüde değişti. Bu adımların Türkiye’de AKP dışındaki liberal çevrelerden aldığı destek Batı’daki AKP algısının değişmesinde etkili oldu. Ergenekon soruşturması ve davaları da algıdaki değişimin devam etmesini sağladı.***Batı medyasında ve kamuoylarında iktidardaki AKP ile algı bir kez daha değişmiş görünüyor. Batı medyasında yer alan tahlil ve yorumlarda bu kez ortaya konulan kuşku, AKP’nin daha otoriter bir siyasi çizgiye yöneldiğine ilişkin.Böyle durumlarda klasik refleks “içimizdeki İrlandalılar” tarzı suçlamalarla eleştirileri atlatma girişimidir. Fazla yüksek perdeden olmasa da AKP sözcülerinin de buna benzer çabaları oldu.Batı medyasının bakış açısındaki temel kavram “demokrasi”dir. Ve Batı medyası şu anda iki konuda kuşkusunu açık olarak belirtmeye devam ediyor:1- Kürt meselesini de kapsayan demokratik süreçte, reform niteliğindeki adımlar ve hukuki düzenlemelerde uzun süredir bir gelişme görülmüyor.2- Ergenekon davaları sürerken, bu soruşturmalar kapsamına farklı nitelikte siyasi faaliyette bulunmuş kişiler dâhil ediliyor.3- Teröre karşı yürütülen operasyonlara ve tutuklamalara, terörle ilişkisi olmadığı ayan beyan ortada olan kişiler ve gazeteciler de katılıyor.***Batı medyasında, Türkiye’deki demokratik süreci yakından izleyen başka birçok kurumda aynı eleştiriler ve kuşkular dile getiriliyor. Bunlar zaten içerde de yoğun şekilde ortaya konulan eleştirilerdir. Bu eleştirilerin tümündeki kaygı aynıdır: Türkiye’de demokratik sürecin yara almaması, bu sürecin önemli unsuru olan davaların başka amaçlarla kullanılmaması.Şu andaki manzaradan çıkarılması gereken bir tek sonuç var: AKP hükümetinin politikalarını gözden geçirerek acil bir “demokrasi ayarı” için düğmeye basması gerektiği.
Leyla Zana yanılıyor ve Kürtleri yanıltıyor. Silah Kürtler için güvence değil ağır bir yüktür. Yük olduğunu Kürt siyasetinin birçok önemli isminin görmesi fakat Leyla Zana’nın görmemesi, barışın önünü tıkayan körlüğün kesafetini de gösteriyor.Körlük tabii ki Leyla Zana’nın sözüyle sınırlı değil; diğer tarafında Kürtlerin temel haklarını reddeden muhafazakâr-devletçi ruh vardır ve ikisi birlikte çemberi tamamlıyor.***Türkiye’nin koşulları 1992 yılında Leyla Zana ve Kürt milletvekillerinin Meclis’ten alınıp hapse atıldıkları günkü koşullardan çok farklıdır.Yaşanan değişimde silahlı siyaset, sadece Kürtler açısından değil devlet açısından da tartışılacaktır.Sonuçta toplum ve siyaset, meselelere demokratik siyaset üzerinden çözüm arayışının ve barışın birinci hedef olduğu konusunda çok önemli aşamalar kaydetmiştir.Son aşamada silahın Kürtler için bir güvence ve “pazarlık aracı” değil, ağır bir yük olduğu çok açıktır. Bu yükün ağırlığıyla demokratik süreç tıkanmakta, “askeri-asayişçi” tavırda direnenlerin elleri güç kazanmaktadır.***Silahların kesin olarak sustuğu bir ortam her türlü demokratik siyasetin güvencesidir. Bu ortama, sadece temel demokratik hakların savunulması için değil, aynı zamanda kendi içinde de demokrasiyi yaşayabilmek için çok ihtiyaç vardır. Güvence silah olduğu zaman, silahı elinde tutanın iradesinin demokrasi tanımadığını Leyla Zana ve Kürtler hâlâ göremiyorsa, bu kendi adlarına büyük talihsizliktir.Kürtler kendi geleceklerini önce kendi içlerinde demokratik bir şekilde tartışma imkânına hâlâ sahip değil. Mücadele demokratik haklar için veriliyorsa bu haklar herkes için, Leyla Zana gibi düşünmeyen Kürtler için de savunulmak zorundadır.***Silahlar ortada olduğu, güvence olarak görüldüğü sürece “savaştayız, demokrasi gerekmez” anlayışının hâkim olması kaçınılmazdır. Bu anlayışın hâkim olmasının ne anlama geldiğini bilenlerin sayısı neyse ki hem Türkler hem Kürtler arasında artıyor.Leyla Zana “silah güvencedir” derken Orhan Miroğlu “Silahları gömmek” diyerek yükün ağırlığını gösteriyor. Kulak vereceğimiz, elbette Orhan Miroğlu’dur.
Ergenekon davalarında dolaylı savunma alanlarından biri, düz mantığa dayalı “darbe olmadı ki” cümlesiyle akıllarda soru işareti yaratmak.Ama 12 Eylül 1980’de darbe oldu. 1977-1980 arası, bu darbe için hâlâ “iyi ki oldu canımız kurtuldu, ülke kurtuldu” denilmesini sağlayacak kanlı faaliyetlere sahne oldu. Darbe ortamını yaratma ve darbeyi gerçekleştirme başarısı, hâlen yargılanan kişilerin, benzer hazırlıklar yapılırken açıkça “örnek” alınmasını istedikleri düzeyde gerçekleşti.Davanın şu anda iki sanığı var. Biri eski genelkurmay başkanı ve devlet başkanı, diğeri eski hava kuvvetleri komutanı.Bu iki sanık, 11 Eylül günü ülke hâlâ bir kan gölü hâlindeyken, darbeyle birlikte nasıl “sütliman” hale gelindiğini açıklayacaklar. Bir gün önce birbirinin üzerine kurşun sıkanların bir anda nasıl duruverdiğini açıklayacaklar. “Korktular” demeleri yetmeyecek, çünkü daha önce uzun süre sıkıyönetim yürürlükte olduğu için asayişle ilgili bütün yetkiler zaten askeri makamların elindeydi.***12 Eylül 1980 gününden itibaren “asmayalım da besleyelim mi” özdeyişiyle başlayan, siyasetle ilgilenen her vatandaşın suçlu muamelesi gördüğü, işkencenin günlük uygulama haline geldiği bir dönem yaşandı.Kitaplar yakıldı, filmler yakıldı, insanlar sorgusuz sualsiz, hiçbir açıklama yapılmadan 90 gün nezarete tıkıldı. Komşu komşuyu ihbar etti, hapishaneler adam almaz hale geldi.12 Eylül darbesine giden yolda vahim katliamlar yaşandı. Kahramanmaraş, Çorum, Malatya, Sivas’ta Sünni ve Alevi vatandaşların birbirlerini kırmalarını amaçlayan komplolar başarılı oldu. Zamanın iletişim düzeninde, Sünni mahallelerinde kahvelere giden şahıslar “Aleviler cami bombaladı, yaktı” diye dolaşır, Alevi mahallelerinde de o şahısların benzerleri “Sünniler cemevi yaktı” diye dolaşır, işi bitirirlerdi.Bu başarı yakın yıllarda darbe planı hazırlayanların damağında öyle bir tat bırakmış ki, fazla uzağa gitmeden operasyonun başına hemen “cami bombalama”yı koydular.***1 Mayıs 1977’de Taksim’i kan gölüne çevirmek de çok kolay oldu. Çünkü gerçekte ne olduğunu göremeyen bir kısır solculuk meydanların önünü kaplamıştı.Darbeye giden yolda birçok aydın faili meçhullere kurban gitti. Bunlar solcu bilinen “bir avuç aydın” kişiydi, silahların susmasını isteyen, kurulan komplolardan kuşkulanan “bir avuç” aydındı ve önce bunlar hedef oldu. Diğer kanada yönelik suikastları düzenleyen, uygulayan sol örgütün yıllar içinde ortaya çıkan bağlantıları da herhalde bu dava sürecinde konuşulacaktır.Taksim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Malatya’da yakınlarını kaybedenler, askeri hapishanelerde işkence görenler bu davaya müdahil olmalıdır ki, bu insanlık suçu, sadece sanık sandalyesinde oturacak iki yaşlı adamın yüzüne çarpılmasın, bütün toplumun hafızasına kazınsın ve bu ülkede oynanan bütün kanlı oyunları herkes biraz daha açık olarak görebilsin.
Başbakan Erdoğan, eski genelkurmay başkanının tutuklanması konusunda açık olarak “tutuksuz yargılanmalıdır” diyerek Ergenekon adı çevresindeki darbe ve darbe hazırlığı davalarına yeni bir yön verdi.Bu davalar cumhuriyet tarihinin en önemli siyasi davalarıdır ve 27 Mayıs darbesiyle başlayan, faili meçhullerden geçen, darbeleri, post-modern darbeleri de kapsamaktadır. Soruşturma ve davaların yürütülmesindeki çeşitli zaaflar, soruşturmaları yürütenlerin kimilerindeki siyasi boyut eksikliğiyle birleşince kamuoyunun bir kesimindeki bilinçli direnişlerin devam etmesine yol açtı.***Bu davalar yarım yüzyıllık bir “müdahale” geleneğiyle hesaplaşma davaları olmak zorundaydı, ama ancak kısmen öyle olabildi.Son aşamada eski bir genelkurmay başkanının tutuklanmasıyla bu davalarda en tepe noktaya gelinmiş olduğu söylenebilir.Ve bu noktada, bu hesaplaşma sürecini başlatmış olan hükümetin başbakanı “tutuksuz yargılanmalıdır” diyerek ve sadece kendisinin değil, partisinin de böyle düşündüğünü ekleyerek bu hesaplaşma sürecinin “yumuşak geçiş”e dönüşeceğini açıklamış oluyor.***Aynı sorunla yaşamış olan birçok ülkede adı açıkça konmasa da belli bir “siyasi uzlaşma” ile sorun tümüyle gömülmüştür. Bu siyasi uzlaşmanın bir tarafı en basit özetiyle “artık siyasete müdahale ve silah gücüne dayanan bel altı operasyonlarına son verme ve demokratik sürece tümüyle uyum”dur.Diğer tarafı da davalara, kovuşturma ve soruşturmalara nokta konulmasıdır.Türkiye’de de böyle bir tarihi dönemece gelinip gelinmediğini Erdoğan’ın sözlerinden yola çıkarak kesin olarak söylemek zor. Bu sözleri, Uludere sonrası alınan pozisyonlarla, Başbakan’ın geçen hafta yaptığı konuşmanın mantığı ve Genelkurmay Başkanı’nın Milliyet’teki beyanatıyla bir araya getirdiğimiz zaman ortaya başka bir manzaranın çıktığını da söyleyebiliriz.***Eğer “siyasi uzlaşma”, terörün sona erdirilmesine kadar “demokratik sürecin ertelenmesi” üzerine kurulmuşsa bu, Erdoğan ve AKP açısından tümüyle kesin bir politika değişikliği anlamına gelecektir.Şu anda kesin olarak yapılabilecek tespit, Ergenekon davalarında bir “yumuşatma” sürecinin başlayacağıdır. Bunun da Erdoğan ve AKP açısından yeni sorular ortaya çıkarması kaçınılmazdır.