Fransa’da inkâr yasasıyla ilgili ilk girişimler başladığı sırada Hrant Dink henüz öldürülmemişti. O sırada Hrant ile yapılmış bir konuşma birkaç gün önce elime geçti.Hrant’ın neden öldürüldüğünü merak edenler, insani “empati”nin ne olduğunu merak edenler için:- “Hasta iki toplumuz biz. Türkler ve Ermeniler. Birbirlerine yönelik ilişkilerinde. Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik. Türkler ise Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkimiz de klinik vakalarız. Tam klinik vakalarız.Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı? Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek; kim bizim doktorumuz?Ermeniler Türklerin doktoru. Türkler de Ermenilerin doktoru. Onun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok. Diyalog tek reçete, doktor da birbirlerinin doktoru. Bunun dışında bir çözüm yok. Yok ve yok.- Ben açık konuşayım. Yaz buraya; sesleniyorum Ermenilere. Şunun için sesleniyorum: 1915’e takılıp kalmayın, kendinizi 1915’e bağlamayın, kendinizi dünyadaki insanların bu soykırımı kabul edip etmemesine zincirlemeyin. Bu tarihsel bir acımızdır. Biz yaşadık, atalarımız yaşadı. Anadolu’da hoş bir laf vardır. Ve biz Anadolu insanıyız. Acıyı onurla sırtlayıp taşımak. Yaygara yapmadan patırtıya vermeden sırtlar, taşırsın. Dünyaya diyorum ki, insanlığa; dünya insanı senin Ermeni soykırımını tanımış olman ya da tanımamış olman benim için beş para ifade etmez. Ermeniler Türkleri öldürmediler mi? Öldürdüler. 1918’li yıllarda Ruslar 15’ten sonra 18’li yıllarda Ruslar yukarıdan tekrar gelirken intikam dediğimiz kavram ne ise lanet ediyorum o kavrama zaten. Oldu bunlar.- Türklere diyorum ki: Ermeniler niye bu kadar çok ısrar ediyor diye bu soruyu sorun, bunun üzerinde durun. Biraz bunun üzerine empati yapın. O zaman belki onların bu duruşunda biraz onur görebileceksiniz.Ermenilere de diyorum ki: Türklerin ‘hayır bu bir soykırım değildir’ sözünün üzerinde de bir onur görmeye çalışın. Bir onurlu duruş bulmaya çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım. Soykırım Allah‘ın belası bir şey, dolayısıyla benim atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam.’ Dolayısıyla burada bir onurlu duruş vardır.- Bir gün şu telefonum benim çaldı. Sivas’ın bilmem ne köyünden yaşlı bir amca. ‘Oğul’ dedi ‘seni söylediler, seni buldum ben’ dedi. ‘Buraya yaşlı bir kadın geldi Fransa’dan. Bir 10 gün buralarda kaldı. Dolandı durdu, sonra Allah’ın rahmetine kavuştu biz de aldık onu gömdük. Duamızı ettik, namazımızı kıldık, gömdük. Ama öğrendik ki bu herhalde sizlerdendir. Ve seni söylediler ben de seni buldum, bir bak araştır. Adı soyadı şudur, kimlerdendir. Varsa eşi, dostu, akrabası, oğlu, kızı buyursunlar biz burada onlara yardımcı oluruz. Eğer cenazeyi alıp götürmek isterlerse biz gömdük ama eğer isterlerse alıp götürürler.’‘Peki amca ben bakarım’ dedim. Sivaslı bir Efe ağabeyim var benim. Hemen ona açtım, adı soyadı şu. ‘Oğul’ dedi ‘senin karşı kaldırıma geç, orada ufak bir kunduracı var; git onlara sor, onlar bilir’ dedi. Gittim sordum ‘böyle birini tanır mısınız’ dedim. Döndü bana ‘o benim anam’ dedi. Dedim ‘senin anan nerede?’ ‘Fransa’da yaşıyor.’ Dedim, ‘Türkiye’ye gelir mi?’ ‘Abi dedi ‘Türkiye’ye gelir ama İstanbul’a bize ya uğrar ya uğramaz, bizim memlekete, Sivas’a gider, doğduğu yere; bir 15 gününü orada köylülerle geçirir sonra dönüşte bana ya uğrar ya uğramaz, gider.’Böyle böyle dedim. Hüngür hüngür ağladı tabii. Neyse yolladım, dedim ‘gidin.’ Gittiler. Ertesi gün kızkardeşi telefon açtı. ‘Abi geldik. Doğruymuş, anamdır bulduk.’Peki getiriyor musunuz dedim. ‘Abi ben getireceğim de burada yaşlı bir amca var geldi kulağıma dedi ki...’ Başladı ağlamaya. Yahu kızım ne ağlıyorsun, ne oldu? Panikledim bir şey mi var. Yaşlı amca aldı. Amca ne yaptın? Oğul hiçbir şey yapmadım. Ona dedim ki kızım; anandır, hakkındır, alırsın gidersin, sen bilirsin. Ama bana sorarsan bırak ‘su çatlağını buldu,’ kalsın. Bu cümle beni mahvetti. Ben de oturdum ağladım. Su çatlağını buldu. O ne laf yarabbi. O ne edebiyat, o ne dervişlik, o ne Anadolu insanının cümlelerle sayfalarla anlatılamayacak özdeyişi bu. Geliyor, kendi çatlağını su buluyor.”
Orada 34 cenaze hâlâ yerde yatıyor. Bu insanların neden öldüğüne ilişkin hiçbir açıklama da yapılmıyor. Başbakan’ın açıkladığı yüklü tazminatların ödenmesi cenazelerin kalkmasını sağlamaz.Bugüne kadar sorumlu durumdaki siyasiler katliamın nasıl meydana geldiği konusunda bir şey söylemedi. Başbakan salı konuşmasında soruşturmanın devam ettiğini söyledi. O kadar.Aradan geçen bir ay içinde o sözden başka bir şey söylenmediği için de, böyle durumlarda ne oluyorsa o oldu, çok ağır iddialar ortaya atıldı.***Bu iddialardan biri, operasyon gecesi askeri yetkililerin Başbakan’ı aradığına ve Başbakan’ın da, gelenlerin arasında sivillerin olabileceği uyarısına rağmen “vurun” dediğine ilişkin. Bu iddiaya hükümet tarafından bir cevap gelmedi.Bu, çok ağır bir iddiadır.Önemli bir askeri operasyonda, terörist olmayanların da zarar görmesi ihtimali varsa, buna rağmen operasyon yapılması için en üst siyasi sorumlu karara ortak ediliyor, hatta kararı onun vermesi sağlanıyorsa yönetimle ilgili ciddi sorun olduğu ortadadır. Eğer bu iddia doğru değilse de Başbakan buna ilişkin açıklamayı zaman geçirmeden yapmalıdır.***Bir diğer iddia da Uludere katliamının, devlet içinden bir “mihrak” ile PKK’dan bir grubun bilinçli operasyonu olduğuna ilişkin.Bu iddiada belirtilen durum, eğer doğruysa, açıkça hükümete ve barışa karşı bir “komplo” anlamına gelir.Olay duyulduğu andan itibaren buna benzer ihtimaller ölçülü olsa da dile getirilmişti. Ama aradan bir ay geçtiği halde siyasi irade tatmin edici bir açıklama yapmayınca çok açık olarak ortaya getirildi.Başbakan bu olayın “devletin derin dehlizlerinde kaybolmayacağını” söyledi. Bir ay geçti ve eğer en üst düzey siyasi yetkililer olayın gerçek yüzü hakkında hâlâ bilgi sahibi değilse, “derin dehlizlerde kaybolma” süreci başlamış demektir. Hükümet bilgi sahibi olduğu halde açıklama yapmıyorsa da bir tür “koruma sistemi”nin bir kez daha çalıştığına hükmedebiliriz.***Şeffaflık devletin hâlâ uyum sağlamadığı bir medeni idare tarzının adıdır. Vatandaşın her konuda bilgi sahibi olma hakkına saygıyla birlikte hiçbir suçun ya da kabahatin gizlenemeyeceği, gizlemenin kendisinin suç olduğu anlayışı hâlâ Ankara’nın civarına uğramamış görünüyor.Uludere katliamı gibi olaylarla ilgili “gizlilik” hâli devam ettikçe ortaya çok daha vahim iddialar atılır ve ortaya atılacak her türlü uçuk iddia ve söylenti çok daha fazla yıpratıcı olur. Uludere olayının devamı, Ankara’nın geleneksel kapalılık refleksinin medeni bir şeffaf yönetim anlayışına üstün geldiğini gösteriyor.
Aylardır Ankara’dan Fransa’ya “düşünce ve ifade özgürlüğü” dersi veriliyor. “İnkâr yasası”nın kabul edilen şeklinin düşünce özgürlüğünü kısıtlayacağını birçok Fransız da belirtiyor. Ama Ankara’dan Fransa’ya ders vermeye devam edenlerin durumu biraz farklı.Önce bu ders vericiler iki soruya samimiyetle cevap vermelidirler:- Fransa’da “soykırım olmamıştır” demenin yasaklanmasını düşünce ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğu için ayıplıyorsunuz, ama Türkiye’de “soykırım olmuştur” demek serbest midir?- Fransa’nın düşünce özgürlüğünü kısıtlayan bir kanun çıkarmasını ayıplıyorsunuz, siz Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunları neden değiştirmiyorsunuz?“İnkâr yasası” dolayısıyla düşünce özgürlüğünün önemini anlamış gibi davrandığınıza göre hemen gereğini yapın. Gereği bellidir, bilmeyenler için tekrar edelim: TCK’nın, 301’inci maddesi başta olmak üzere yaklaşık 40 kadar maddesi düşünce ve ifade özgürlüğünü açıkça kısıtlar niteliktedir. Terörle Mücadele Kanunu’nun iki maddesi fikir beyanını terör suçu olarak nitelemektedir.Bu kanun maddeleri geniş şekilde uygulanıyor ve şu anda onlarca gazeteci bu nedenle hapiste, terörün her türlüsüyle mücadele edenler hapiste...***Fransa’da demokrasiye, düşünce özgürlüğüne aykırı bir durum ortaya çıktığı için isyan edenlerin, avazı çıktığı kadar bağıranların yapması gereken, “demokrasi ayıbı” dedikleri şeylerin kendi ülkelerinde ortadan kalkmasını sağlamaktır. Paris’e doğru bağırırken, seslerinin fazla uzağa gidememesinin nedeni de başkalarına demokrasi dersi verenlerin kendilerinin demokrasi arızasıyla malul olmalarıdır.Fransa’da demokrasi ayıbı sınıfına giren bir icraata isyan edenler, eğer samimi iseler yapmaları gereken, bir an önce kendi ülkelerindeki ayıplardan kurtulmalarıdır.Sen halkını bu ayıplarla yaşamaya devam ettirirken, başkalarına demokrasi dersi veriyorsan, inandırıcı olamazsın. Daha Hrant Dink cinayetinin lekesi üzerinde dururken “ülkemize haksızlık ediliyor” dediğin zaman da ciddiye alınmazsın.Eğer samimiyseniz, samimiyetinizi gösterme imkânı da elinizdedir, hemen Meclis’te harekete geçip yargıda reform paketine düşünce özgürlüğünü kısıtlayan bütün maddelerin temizlenmesini ekleyin.
Fransız siyasetinin tarihe kanunla müdahale tavrının savunulacak bir yanı yok. Fransız siyaseti bu tavrıyla tarihi gerçeklerin aydınlanmasına, halkların dostluğuna değil; tarihi gerçeklerin kavranması sürecinin zayıflamasına, dostlukların ertelenmesine katkıda bulunduğunu görmedi.Kin ve nefret söyleminin yok edilmesi için, insanlar arasında bunların kaynağındaki duyguların bilinmesi gerekiyor. Fransız siyasetinin tavrı, iddia edilen amacın tam tersine, o duyguların beslenmesine yaradı.Türk toplumunun, hem siyasi yapısı hem insani duyarlılıklarıyla bu “travma”nın üstesinden gelmesi yolunda bir gerileme yaşanacak. Fransız siyaseti Türk toplumuna kötülük etti, ama dostluk sürecini geciktirerek Ermeni toplumuna da kötülük etti.Şimdi ortalığı bir kez daha kin, nefret, ırkçılık rüzgârları kaplayacak. Bu rüzgârların içinde sağlıklı düşünce ortamları yaratmak kolay değil, ama Türk toplumu bütün bunların üstesinden gelmenin yollarını da bulmak zorunda.***Dağılan imparatorluğun son yöneticilerinin işledikleri bir insanlık suçunu bizim suçumuzmuş gibi üstlenmekle başlayan yanlışlar zincirinin yarattığı önyargıların üstesinden gelmek zorundayız.Dünya, kimilerinin sandığının aksine, bu olayla ilgili olarak kanaatini belirlemiş durumda; çok çok azınlıkta kalmış birkaç tarihçi ve kaynağın bu kanaati değiştirebilmesi ihtimali sıfırdır.Bu kanaatin, Türkiye’den yükselen, kimisi bu kanunu çıkartanlara neredeyse hak verdirecek nitelikteki tepkilerle değişmesi ihtimali de sıfırın altındadır.***Türk toplumu bu sıkıntının içinden, onlarca yıldır ezberletilmiş “kin, nefret, düşmanlık” üslubunun tekrarlanmasıyla çıkamaz. Ama “kendisine bakarak” çıkabilir.İşe önce, ortada bir “insanlık suçu” olup olmadığı üzerine düşünerek başlayabilir. Tarihle ilgili yalanları söyleyenlerin, asıl “düşmanlar” olduğunu görerek yola devam edebilir. Sonra tartışılır, bu suçta hiçbir sorumluluğu olmayan cumhuriyetin ne yapması gerektiği.***Adına ister sadece “tehcir dolayısıyla yaşanan talihsiz olaylar” deyin, isterseniz “soykırım” deyin, isterseniz “büyük felaket” deyin, Fransız siyasilerle ve bütün dünyayla savaşmadan önce, en başta “kendimize bakalım.”Eğer öteden beri gittiğimiz yollarla devam edersek, bu toplum sorumluluğu olmayan bir suça biraz daha fazla gömülür, işin içinden çıkmak daha da zorlaşır.
Fransa Senatosu “inkâr kanunu”nu görüşmeye başlayacak. Önce hatırlamak gerekiyor, bu kanun doğrudan Ermeni soykırımını inkâr edenleri cezalandırmak için hazırlanmış bir kanun değildir. Avrupa Birliği müktesebatındaki “kin ve nefret suçlarının önlenmesine” ilişkin kararlara dayanarak hazırlanmış bir kanundur.Avrupa’nın da faşisti, ırkçısı, kin ve nefret suçu işlemeye, başkalarını aşağı görmeye meraklı vatandaşı az değil. Birlik bu gibi kanunlarla tedbir almayı amaçlıyor. Fransa’da görüşülecek olan kanunun gerekçesinde Ermeni soykırımı açık olarak belirtilmiş olduğu için bu husus öne çıkarılıyor. Senato komisyonu da kanunla ilgili görüşünde özetle kanunun bu şekliyle başka haksız suçlamalara kaynak olabileceğini, buna karşılık suç tanımının muğlaklığı dolayısıyla çeşitli konularda fikir beyan edilmesini engelleyeceğini belirtti.***Fransa hükümeti tasarının kanunlaşması sürecinde Türkiye’den gelen tepkiler dolayısıyla geri adım atabilir. Bu durumda kuşkusuz, ekonomik kriz beklenirken, Türkiye hükümetinden gelecek ekonomik engelleme girişimlerinin hesaba katılmasının da etkisi olacaktır.Ancak Sarkozy’nin bu kanunu çıkarmaması, bizim meselemiz olan Ermeni soykırımında kimse için bir tavır değişikliği anlamına da gelmiyor. Kimse, Türkiye’den sert tepkiler geldi diye fikrini değiştirmiş olmayacaktır.Söz konusu kanuna karşı çıkan Fransız tarihçilerin görüşü açıktır: “Tarihi bir gerçek kanıtlanmak için kanuna ihtiyaç duymaz; kanun, tam tersine bu gerçeği zayıflatır.” Bu cümle Fransız tarihçi Vincent Duclert’e aittir (Le Monde Gazetesi, 30 Aralık 2011), meseleye vakıf birçok tarihçi de görüşünü benzeri cümlelerle ifade etmiştir.***Fransa’daki bu son kanun çıkarma gibi girişimlerin Türk halkının en kapalı tutulmuş tarih alanlarından biriyle tanışmasını, o alanlarla ilgili gerçekleri öğrenmeye başlamasını geciktirdiği açıktır. Bu durumlarda hemen en kaba milliyetçi tepkiler kabartılıyor, aradan sıyrılan ırkçılıkla birlikte meselenin üstü bir kez daha örtülüyor.Aslında Türk halkının, tarihinin kanlı sayfalarından biriyle yüzleşmesi için fazla bir zaman da kalmadı. Tehcir kararının İttihat ve Terakki tarafından uygulanmaya başlanmasının yüzüncü yılı 2015 yılıdır ve bütün dünyada bu olay anılacaktır. Dersim’i geç de olsa öğrendik, şimdi 1915’i, hatta 1915 öncesi kıyımları da öğreneceğimiz, kendi irademizle ne olduğunu öğrenme hakkımızı kullanabileceğimiz bir üç yılımız var. Bu zamanın kaybedilmemesi için, Türk halkının ırkçı önyargıların baskısından kurtulabilmesi için Fransa yönetimi bu kanunu çıkarmamalıdır.
Mehmet Ali Birand, Başbakan ile yaptığı görüşmede, konu Kürt meselesine gelince rahat tavrının değiştiğini, Erdoğan’ın gerildiğini yazdı. Bu çok iyi bir işaret, demek ki Başbakan da temel meselede işlerin doğru yolda gitmediğini düşünüyor.Hrant Dink davasında, olayın Ergenekon bağlantılarının hukuken kanıtlanmamış, kanıtlanmak bir kenara doğru dürüst araştırılmamış olmasıyla faturanın ibresinin kaçınılmaz olarak siyasi iktidara döndüğünü, kararın okunmasından iki gün sonra sorumlular fark etmiş görünüyor.***Kürt meselesi ve terör ve ilgili bütün konularda beklenen gelişmelerin birer birer sağlanamayışı, siyasi iktidarın defterine yazılacaktır, yazılmaktadır. Gelişmeler siyasi iktidarın vaatleri ve açıklanmış politikaları doğrultusunda değilse ya siyasi iktidar aslında “muktedir” değildir, açıkladığı politikaları uygulamaktan âcizdir ya da açıkladığından farklı bir politika izlemekte, gerçek planlarını gizlemektedir.Her iki durum da bütün sonuçlarıyla siyasi iktidarı yıpratır, inandırıcılık sorunları yaratır.***Birinci Ergenekon davasının iddianamesinde yüzlerce kez Hrant Dink adı geçtiği halde, bu dava sanıklarının cinayete kadar ulaşan “bertaraf etme” faaliyetleriyle ilgisi bile araştırılmıyorsa, üstelik karardan iki gün sonra bu durum siyasi sorumlular tarafından kapalı şekilde olsa da itiraf ediliyorsa ortada bir “muktedir olma” sorunu olduğu açıktır.Uludere katliamının üzerinden haftalar geçti, araştırma sonuçları açıklanmadı. Sadece bölgedeki jandarma komutan vekili görevden alındı. Bunun dışında siyasi sorumluların tavrı, olayı unutulmaya bırakmaktır.Hiçbir siyasi sorumlunun kendi ülkesinde 34 vatandaşının şu veya bu nedenle öldürülmesinden memnun olması mümkün değildir. Hangi siyasi iktidar olursa olsun, böyle bir olay, insani tarafının yanında onun “egemenlik” ve “muktedirlik” durumuyla ilgili kuşkulara yol açar.***Böyle durumlar kısa vadede “oy”ları etkilemez belki ama, art arda “iktidar muktedir mi” sorusunun üretilmesini sağlar ve soruların sayısı arttığında da iktidardaki parti, “iktidar oldu ama muktedir olamadı” mührünü sandıkta da yer.Uludere’de 34 cenaze duruyor, Hrant Dink’in cenazesi duruyor, onlara Hakkâri’de bir genç insanın cenazesi de eklendi...
Önce kazanan: Adına ister Ergenekon deyin, ister derin devlet, ister öz devlet, ister sadece devlet deyin, “o” kazandı. Hem de yüzde yüz kazandı. Hrant Dink’i “bertaraf etme” operasyonunu sıfır zayiatla atlattığı gibi, bu operasyonu başlatanların şu anda Ergenekon sanıkları arasında bulunan asker ve sivil kişiler olduğunu unutturdu, faturanın da hükümete çıkmasını sağladı.Ergenekon’un akıllı ya da budala ‘avukatları’ zil çalıp oynuyor, faturanın hükümete kesilmesini kutluyor. Onlar için böyle bir cinayetin aydınlanması önemli değildir; soruşturma, operasyonu başlatan yapıya kadar ulaşamamış üstelik de hükümetin beceriksizlik hanesine yazılmıştır.***Dink davası sınavında çakanlardan biri, bir gece önce “biz yürütme olarak her şeyi yaptık” diyen Başbakan Erdoğan’dır.Erdoğan, bu cinayete çeşitli şekillerde bulaşmış ya da en azından bilgi sahibi olan kamu görevlilerinin hiçbirinin ifade vermesinin bile sağlanamadığını unuttu ya da kendisine yanlış bilgi veriliyor.Bu dava, bundan önceki siyasi cinayetlerin aydınlanması için, bundan sonra bir daha işlenmemesi için bir milat olabilirdi. Olamadı. “Ülkenin bölünmesini ve irticanın eline düşmesini önlemek için” cinayet işlenebileceğini düşünenler kazandı.Başbakan Erdoğan, mahkeme kararının ardından, “elimizden gelen bu kadar” tavrı içine girerek zaten yenilgiyi kabul etmiş olduğu görüntüsünü verdi.Durumu Ergenekon ‘avukatlarının’ zafer çığlıklarından bile görebileceği halde, görmedi.***Dink davası sınavının medyada da bir çakanı var. Mahkeme kararının açıklandığı günün ertesi günü, Hürriyet’in birinci sayfasının yarısından fazlasını Denktaş’ın cenaze töreni kaplıyordu. Gazetenin yöneticisi olan üç arkadaşımızın Denktaş’a saygı duruşu fotoğrafı da bu haberde yer alıyordu. Denktaş’ın meşhur Kıbrıs’a dönüşü Hürriyet Gazetesi’nin eseri olduğu için bu şekilde katılım gerekli görülmüş olabilir. Herhalde bir önceki yayın yönetmeninin hiç tanımadığı bir kralın cenazesine katıldığında saygı duruşunda bulunurken çekilmiş fotoğrafını basmasına özenmemişlerdir.Hürriyet’in ilk baskılarında daha da küçük verilen Hrant Dink haberi sonraki baskılarda; anlaşıldığı kadarıyla diğer gazeteler görüldükten sonra, biraz daha büyütülmüş. Köşe yazılarındaysa sadece Taha Akyol’un yazısının altındaki “yarın yazacağız” notuyla olaya değiniliyor.***Başyazar Ertuğrul Özkök’ün “duyarlılık dünyasında” bu cinayet Lady Gaga’dan sonra geliyor olabilir; belki de kötü anılar uyandırıyordur, konuya değinmemeyi tercih etmiştir. Bakarsınız bir gün bir “samimiyet buhranı” ile anlatır, belki de Hrant’ın mezarına gidip içini döker.Sedat Ergin için bu olaydan daha önemli konu Irak’taki iktidar savaşıdır. Yalçın Doğan için ise bu cinayet, başka bir konunun içinde geçen bir cümle kadar önemlidir. Sedat ve Yalçın’ın böyle bir meseleye uzak durmalarının “gazete haberi küçük görüyor” ya da “Ertuğrul alınır” gibi gerekçeleri olabileceğine inanamayız.Hrant Dink cinayeti dolayısıyla akıllı ya da budala “ulusalcıların” ülkelerinin geleceğine ilişkin kafa yormamalarının ya da en azından insani bir refleks sahibi olmamalarının şaşılacak bir yanı yok. Ama Başbakan’ın yaklaşımına ve mesleğin doğal icabı olan duyarlılığı gösterememiş gazetecilere şaşırmamak elde değil.
Deniz Baykal pis bir komplo ile gönderildikten sonra yerine getirilen Kılıçdaroğlu, CHP’de ve CHP’ye oy verenlerde bir umut dalgası yaratmıştı.Parti politikaları tartışılmadan; değil tartışmak, Baykal yönetimine dönük her eleştiriye küfür ve hakaretle cevap vermeye alışmış olan CHP’deki “ulusalcı damar” bu değişikliği sesini fazla çıkaramadan kabul etmek zorunda kaldı.Kılıçdaroğlu’nun ve onun getirdiği yeni kadronun belli bir “oyun alanı” vardı. Kılıçdaroğlu kendisine verilmiş bu alanın bazen içinde kalmaya özen gösterdi, bazen dışına çıktı.CHP’nin sosyal demokrat kimlik kazanacağına inananların, buna katkıda bulunmaya çalışanların katılımıyla ortaya bir “sosyal demokrat-ulusalcı” evliliği çıktı.Bu zoraki evlilik bir süre yürür gibi oldu, seçimde bir başarı ortaya çıkmayınca da “ulusalcı kanat” tekrar güçlü hale geldi.Bu arada CHP’nin yenileri ya da “yeni CHP”nin mümkün olduğuna inananlar, Kürt meselesi, faili meçhuller, yeni anayasa, Dersim gibi konularda kendilerine verilmiş “oyun alanı”nın dışına çıktılar.***Şimdi CHP yeni bir kurultaya götürülüyor, ulusalcılar gerekli sayıda imzadan da fazlasını, oldukça hızlı topladılar ve seçimli bir kurultayı gerçekleştirmek için epeyce mesafe aldılar.Genel seçimden yaralı çıkan CHP’nin iki yıl sonra yapılacak yerel seçimlerde ciddi bir varlık göstermesi bile oldukça zor görünüyor. “Sahiller”de ve “kaleler”de AKP lehine yeni kayıplarla karşılaşması büyük olasılıktır. Cumhurbaşkanı seçiminde Tayyip Erdoğan’ın karşısına çıkacak bir CHP adayının şansı da sıfırdır.Bütün bunlara rağmen ulusalcı kanadın, yönetimi tekrar ele almak konusunda acele etmesinin bir nedeni olması gerekir. Bu yönetim değişikliği gerçekleşirse, parti yönetiminin bir kısmının ve Meclis grubunda bazı isimlerin tasfiyeye edilmesi ya da kendilerinin ayrılması da kaçınılmazdır. Dolayısıyla CHP, 2014’e daha da zayıflamış bir görüntüyle gidecektir.***CHP’nin ulusalcıları bunu göze alıyor, çünkü şu anda kısmen yönetimde olan kadronun ve Kılıçdaroğlu’nun anayasa çalışmasında verilmiş “oyun alanı”nın biraz daha dışına çıkmaları ihtimali yüksektir.Kılıçdaroğlu seçim öncesinde demokratik, medeni bir anayasa icin defalarca söz verdi. Bu çalışmada da yeni anayasanın “sivil, demokratik, medeni” bir anayasa olmasına karşı direnmesi ihtimali zayıftır.O yüzden, CHP’ye şimdiden “ayar” verilmesi gerekiyor. Ulusalcılar için esas önemli olan, yerel seçimlere, cumhurbaşkanı seçimine güçlü bir partiyle gitmek değil, bu süreçte “engelleme” işlevini yerine getirmektir.