Yüzde 55’in anlamı

6 Şubat 2012

Değişik kamuoyu araştırma kuruluşlarının yaptıkları çalışmalarda ortak nokta, AKP’nin seçmen desteğinin yüzde 55 dolayında olduğunu gösteriyor. Diğer partiler üç aşağı beş yukarı son seçimlerde aldıkları oranlarda duruyor.CHP’de artış yok, bazı araştırmalara göre, en dip noktası olan yüzde 20’ye doğru bir çekilme bile söz konusu.Önümüzdeki ayları iç iktidar mücadelesiyle geçirecek olan CHP’ye yakın dönemde seçmen desteğinin artması da pek mümkün değildir.***Kürt meselesi ve terör konusunda seçim öncesi geliştirdiği çatışmacı üslubu giderek yerleştirmiş olan Başbakan Erdoğan’ın, bu sayede Orta ve Batı Anadolu’da daha çok MHP’ye giden muhafazakâr milliyetçi oylardan bir bölümünü çektiği anlaşılıyor.Ancak seçim öncesinde Erdoğan’ın açık hedeflerinden biri, BDP ile paylaştığı Kürt seçmenin oylarını daha yüksek oranda partisine çekmek, Kürt siyasetinin halk tabanını zayıflatmaktı. Adil Gür’ün son araştırmasının sonucu o hedefin tutmadığını gösteriyor. Buna göre BDP’nin oy desteği yüzde 8’in üzerinde ve önümüzdeki seçimlerde, katılacak genç oyların etkisiyle bu partinin yüzde 10 barajını aşması bile muhtemel.***Kürt seçmenlerin AKP’den uzaklaşma, BDP’ye yaklaşma eğilimi göstermesi, temel sorunun çözümü yolunda bu kesimde iktidar partisinden beklentinin azaldığı anlamına geliyor.Hızını kesmeyen KCK operasyonlarının üzerine gelmiş olan Uludere katliamının yaşanan değişime yol açan asıl etkenlerden olması doğaldır.***Şu anda geçerli olan eğilimlerin devam etmesi, daha önce de üzerinde durduğumuz “tek partili sistem”e gidişi iyice hızlandıracaktır.2014’teki yerel seçimlerde AKP oylarının yüzde 60’a yaklaşmasına ve cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın “rakipsiz” kalmasına bakarak da “tek partili sistem”in “yerleştiği”ni ilan etmek yanlış olmayacaktır.İktidar partisi dışında ikinci siyaset odağı olarak sadece BDP’nin kaldığı bir yapının demokrasinin yakın geleceği için elverişli olduğunu söylemekse zordur. Siyasetin tıkandığı yapılarda demokrasi bütün zararlı rüzgârlara açık hâle gelir. Bu rüzgârların en vahimi de “bize bu kadarı yeter” anlayışının hâkim olmasıdır.

Devamını Oku

CHP’de ne oluyor?

5 Şubat 2012

Yakından izlemeyenlere CHP’de şu anda yapılan tüzük kavgasını anlatmak kolay değil. Kimi CHP’liler zaman zaman anlatmaya çalışıyor, ama başarılı olamıyorlar.Tüzük tartışması üzerinden CHP’de olanları anlamak kolay değil, çünkü mesele, tüzük değil. Muhalifler, tüzük değişikliği üzerinden ilerleyerek yakın zamanda seçimli bir kurultay daha toplanmasını sağlamak ve Genel Başkan’ın “çevresini temizlemek” için yola çıkmış durumdalar.Kılıçdaroğlu ve kadrosu düşünülen “çevre temizliği”ne direnirken, kapsamlı bir tüzük değişikliğiyle birlikte örgütü yenilemek için harekete geçti. Örgütte yeni bir yapılanma sağlanmadan önce muhalifler seçimli kurultayla bu değişim çabasını durdurmaya uğraşacak.***Karmaşık tüzük tartışmasının ötesinde CHP’deki yeni iktidar mücadelesi böyle görünüyor. Bu mücadelede kimse “siyasi” bir tartışma da yapmıyor. CHP’nin yeni yönetiminin mütevazı açılımları konusu da tartışılmıyor, partinin programı da konuşulmuyor.CHP’nin “ulusalcı-devletçi” çizgisinin hâlâ bir tür solculuk gibi algılanması dolayısıyla kendisini solcu hisseden yüzde 20 dolayındaki bir seçmenle yetinerek varlığını bu hatta ve bu boyutta sürdürmeyi kabullenmiş olan kanat, aslında bu hamleyle son şansını deneyecek.Kılıçdaroğlu ve onunla birlikte, CHP’yi “demokrat ve solcu” bir hatta yeniden yapılandırma umudunu taşıyan kadrolar için de fazla seçenek kalmış değildir. “Ulusalcı-devletçi” CHP’liler tüzük üzerinden başlayan bu kavgadan galip çıkarlarsa çevresi boşaltılmış Kılıçdaroğlu’nun yerinde durması zor olacaktır.Eğer “yenilikçi” kanat bu operasyonu başarısızlığa uğratırsa, onların da yeni yapılanma içinde muhafazakâr kanatla koalisyona devam etmeleri çok düşük bir olasılıktır.***İki tüzük kurultayının ardından CHP’deki “ikili yapı”nın devam etmesi mümkün değildir. Bu sürecin sonunda, taraflardan kimse açıkça dile getirmese de çok boyutlu tasfiyeler ve fiili bir “bölünme” gelmesi ihtimali yüksektir.Belki ondan sonra da bugünün dünyasında solun, sosyal demokrasinin ne olduğu ve Türkiye koşullarında taşıması gereken unsurlar daha açık olarak konuşulabilecektir.

Devamını Oku

Bir haftada çok şey olur

3 Şubat 2012

Demokrasimizin eksiklikleriyle ilgili eleştirilere Başbakan Erdoğan “bir haftada her şeyin değişmesini istiyorlar” diyerek cevap verdi.Bu cevabın temelinde Erdoğan’ın “150 yıllık yapı” olarak nitelediği “muhafazakâr devletçi” yapıyı değiştirmenin güçlüğü yatıyor.Devletçi-muhafazakâr zihniyetin ve yapılanmanın bir haftada değişmesinin, dönüşmesinin mümkün olmadığı doğrudur.Bu zihniyet ve yapı hâlen etkili ve her demokratik gelişmeye karşı çeşitli yollarla direniyor.***Söz konusu yapının değişmesi, demokratik düzenin “vesayetler”den kurtulması yolunda en önemli adımlar AKP iktidarı döneminde atıldı. Bu adımlar arasında hukuki reformlar da var, demokrasiye müdahale faaliyetlerinin soruşturulması, yargı önüne çıkması da var.Son dönemde haklı olarak artan eleştirilerin nedeni, demokrasiye doğru adım atmada duraksanması ve demokrasilerde mümkün olamayacak uygulamalardaki artıştır.Eleştirilerin kaynağı olan bu hususları “terörle mücadelenin getirdiği zorunluluklar” gerekçesiyle savunmak bugünün buluşu değildir, ülkemizde her türlü demokrasiyi kısıtlama hamlesinin en başta gelen gerekçesi olarak her zaman “terör, bölünme” gibi tehlikeler öne sürülmüştür. İfade özgürlüğünün Batı demokrasileriyle aynı düzeyde olmasını engelleme gerekçesi her zaman “bundan bölücüler ve irticacılar faydalanır; ülke bölünür veya irticanın eline geçer” korkusu olmuş ve bu korku çeşitli yöntemlerle beslenerek toplumun da “az demokrasi”ye razı olması sağlanmıştır.***Bir haftada 150 yıllık yapı değişmez ama bir haftada o yapının değişmesi için çok şey yapılabilir.Şu anda yaşanan tıkanma da haftalar art arda geçip giderken hükümetteki atalet hâlinin devam etmesinden ve bunun için gerekçeler üretilmesinden başka bir şey değildir.150 yıllık yapının değişmesinin ve dönüşmesinin tek yolu, demokratik süreçlerin devam etmesi, varolan arızaların giderilmesidir. Demokratik süreç tıkandığında o “150 yıllık yapı” nefes almak, gücünü toplamak için zaman bulmuş olur.Siyasi iktidarın tepesindeki irade eksikliğini teşhis eden geleneksel yapı, kendisini korumak ve yenilemek için her imkânı kullanacaktır.150 yıllık açıdan bakıldığında bugünkü durum budur.Bunu gören, o “bir haftalar”ın değerini de kavrayabilir.

Devamını Oku

İstenen “fikri hür, vicdanı hür” bireyler değil

3 Şubat 2012

Raporu Dünya Bankası yazmış, Milli Eğitim Bakanı da kendisini “kötü hissetmiş.”Raporda yazılı olanlar eğitimdeki düzeyimizin hâlini ortaya koyuyor ve belirtilen hususlar arasında bilmediğimiz bir şey de yok.Türk vatandaşları çocuklarının eğitimi için, gelişmiş ülkelere göre iki kat fazla harcama yaptıkları halde, çocuklar bu ülkelerdeki düzeyin çok gerisinde...Gelir dağılımındaki eşitsizlik eğitim düzeyleri arasında büyük farklar yaratıyor...Öğretmen kalitesi düşük, üstelik öğretmenlerin işlerini ciddiye almadıklarına ilişkin işaretler var...Sınava endeksli bir sistemde çocukların gelişme imkânı iyice kısıtlanıyor; çocuklar, gençler sürekli sınav sarmalı içinde düşünme yeteneklerini geliştiremiyor...***Dünya Bankası’nın eğitim sistemimizin durumuyla ilgili tespitleri böylece uzayıp gidiyor, rapordaki ifadeler tam böyle değil, biz daha açık hale getirdik.Rapordaki tespitleri alt alta sıraladığınızda ortaya çıkan duruma en uygun sıfat da “berbat” oluyor.Çocuğunun iyi eğitim almasını isteyen bütün ebeveynler gibi, eğitimle ilgili olan herkes de durumun “berbat” olduğunu biliyor. Yani bütün ülke durumu biliyor, ama durumu değiştirme yönünde parmak kımıldamıyor.***Parmak kımıldamıyor, çünkü parmağını kımıldatması gerekenler, yönetim odakları “fikri hür, vicdanı hür bireyler” yetişmesini istemiyorlar.Bunun yerine ne istendiği, Başbakan ile ana muhalefet liderinin kısır polemiklerinden birinde açıkça ortaya konuldu.Ülkemizin bir iktidar odağı için gelecek nesiller “milliyetçi, muhafazakâr” olmalı, diğeri için ise “milliyetçi, devletçi” olmalı.Bu sıfatlara “dindar” veya “Atatürkçü” gibi sıfatlar eklenmesi iki tercihin temel niteliklerini değiştirmiyor. Tanımların her ikisinin de dünyaya aynı uzaklıkta; epey uzakta olması durumu, birinin işe dini, diğerinin Atatürk’ü katmasıyla değişmiyor. Her iki tanımda da temel nitelik “itaatkârlık”, “hürriyetlere değil otoriteye” bağlılıktır.***Her iki zihniyet de “fikri hür, vicdanı hür” kuşakların yetişmesine kapıları kapalı tutarak bugünkü “berbat” durumu yarattı.Mevcut zihniyetlerden “fikri hür, vicdanı hür” nesilleri hedefleyecek zihniyete geçiş kolay değil. Ve bu geçiş gerçekleşmedikçe de “dünyaya uzak” kuşaklar yetişmeye devam edecek, dünya ile fark çok daha fazla açılacaktır.

Devamını Oku

‘Sana ne’ dünyasında değiliz

1 Şubat 2012

Neyse ki içine kapanmış toplumların, gözlerinin dünyaya kapalı olduğu dönemler epeyce gerilerde kaldı.Neyse ki dünyanın bir ucunda yaşayanlar diğer ucunda yaşayanların sorunlarını biliyor, izliyor, onlara yardımcı olmaya çalışıyor.Neyse ki “bu benim iç işim, sana ne!” diyenlerin yönettiği ülkelerden yeryüzünde çok az kaldı.Neyse ki, Çin’deki öğrenci kıyımı da, Sudan’daki azınlık kıyımı da, Güney Amerika’daki yerlilerin kaderi de, Somali’deki açlık da, Filistinli çocuklar da giderek daha çok sayıda “dünyalı” insanın ilgi alanına giriyor.Neyse ki Türkiye’de yaşanan her insan hakkı ihlali hızla bütün dünyanın bilgisine ulaşıyor, neyse ki dünyanın diğer ucundakiler insan haklarını savunmak, insan haklarını savunanları desteklemek için harekete geçiyor...***“Sana ne” diyenlerin dünyası iyice gerilerde kalırken, Ankara’dan ağır bir “sana ne” sesi yükseldi. “Sana ne” diyen, Başbakanımız Tayyip Erdoğan; “sana ne” denilen de Paul Auster, Amerikalı yazar.Paul Auster da bir dünyalı olarak Türkiye’de ifade özgürlüğü sıkıntıları olduğunu biliyor, buna tepkisini göstermek ve durumu bilmeyenlerin dikkatini çekmek için “Türkiye’ye gelmeyeceğini” söyledi.Başbakan’ın Auster’a cevabı “gelsen ne olur, gelmesen ne olur” olmuş. Yani “Sana ne” diyor...“Filistin benim sorunum” diyen, “Suriyeli insanların sorunu benim sorunum” diyen bir kişi, Paul Auster’e “sana ne” diyorsa, ortada bir “tutarlılık sorunu” var demektir.***Paul Auster’ın dikkat çektiği ifade özgürlüğü konusunda “yaralı” olduğumuz ortada.Daha vahim durumları önceden yaşamış olabiliriz, ama daha önce yaşadıklarımız, bugün de medeni koşullara sahip olamayışımızın gerekçesi olamaz. Dünya ifade özgürlüğü klasmanında yüz bilmem kaçıncı sırada, demokrasiden çok uzakta birkaç üçüncü dünya ülkesinin bile gerisinde yer alıyorsak ortada bir sorun var demektir ve Paul Auster da bunu söyler.***Bugün “Sana ne” dünyasında yaşayan çok az ülke kaldı. Onların yanına doğru gerilemek istemiyorsak Paul Auster’e ancak teşekkür edebiliriz. Ona “sana ne” demek zaten kendine güvensizliğin ifadesidir; göğsünü gere gere davet edebilmekse, güveni gösterir. Gösterirdi...NOT: Paul Auster’ın davranışını “Yahudiliğine” bağlamak en basitinden ırkçılıktır. Belki “rating” yapar, alkış bile alır; ama “kin ve nefret söylemi”nin en ucuz örneklerinden birisidir. Bu örnek de medyamızın kara listesine eklenmiştir.

Devamını Oku

Doğru bilgi yoksa, kulaklar söylentileri duyar

31 Ocak 2012

Uludere katliamı konusundaki tartışma bitmiyor, bitmemeli. Hükümet, Başbakan, aradan bir ay geçmesine rağmen, yürütülen dört soruşturmadan herhalde bir sonuç alınamadığı için açıklama yapmıyor.Doğru bilginin, inandırıcı bilginin olmadığı yerde insanların kulakları söylentilere ve anlamlı anlamsız her türlü iddiaya açık kalır.Uludere olayında da böyle oluyor. İnandırıcı bilgi gelmedikçe, CHP ve BDP “vur emrini Başbakan bizzat verdi” iddiasını tekrar ediyorlar. CHP işin içine İsrail’i de karıştırdı...***Halk bu iddiaları ne ölçüde ciddiye almıştır, bilinmez ama soruşturmalarla ilgili bir açıklama yapılmadıkça iddialara kulak verenlerin sayısının artacağı kesindir.Böyle önemli bir olayın soruşturmasında bir ayı aşkın süredir hiçbir sonuç alınamamış olmasını açıklamak da kolay değildir.Bu soruşturmaları yürüten yetkililer ya doğru kaynaklara gitmiyor ya da bilgi alamıyor.***Uludere katliamı ve devamı bu ülkede Türklerle Kürtlerin bir arada yaşama iradesini sorgulama ortamı yaratmış önemli olaylardan biridir. O nedenle soruşturması da halkın en kısa zamanda doğru bilgilere sahip olması da son derecede önemlidir.“34 Kürt genci katledildi ve üzeri örtülüyor” kanaatinin bu ülkede yaşayan Kürtlerde uyandıracağı duyguların ağırlığı bir taraftan, “bu olayların hesabının sorulamadığı günlere döndük” kanaatinin yarattığı savaşçı duygular diğer taraftan, barış içinde bir arada yaşama umudunun temellerini biraz daha oyacaktır.***Uludere katliamı “teknik” bir mesele değildir, “kabul edilebilir zayiat” hiç değildir. Toplumun, durumun öyle olmadığını, olamayacağını görmesini sağlayacak olan da, siyasi iradenin olaya “hâkim” olduğuna inanılmasıdır.Siyasi iradenin olaya “hâkimiyeti” açık bir şekilde görülmediği sürece de “Başbakan vur emrini bizzat verdi” veya “işin içinde İsrail de var” gibi iddialara yenileri eklenerek, toplumdaki güvensizlik duygularının artmasının yolu açılacaktır.Başbakan, bizzat çıkıp Uludere’de ne olduğunu “askeri sır, devlet sırrı” gibi bahaneleri bir kenara bırakıp açık açık halka anlattığı gün bu ülkenin üzerine çekilen kara bulutların dağılmasına en büyük katkılardan birisini sağlamış olacaktır.

Devamını Oku

90’ların hesabı

30 Ocak 2012

Güneydoğu’da bir dolu kemik ve kafatası bulundu. 90’lı yıllarda orada bulunmuş olanlar çıkarılan kemiklerin aşağı yukarı kimlere ait olduğunu da biliyorlar.1990-2011 yılları arasında faili halen hukuki olarak ortaya çıkarılmamış tam 1901 cinayet işlendi.İşte “90’lı yıllar” budur...Bütün bu cinayetlerde, öldürülen insanların ‘uzağa gömülmesine’ bile ihtiyaç hissettirmeyen bir pervasızlık vardır.“Bizden kimse hesap soramaz” pervasızlığının dorukta olduğu yıllardır 90’lar.***Bu kemikler ve kafatasları ortaya çıkarken en duyarlı olması gereken bazı kesimlerin olaya uzak kalması da kolay anlaşılır bir durum değil. Kendisini solcu, sosyal demokrat olarak niteleyenler de uzak duruyor, Kürtlerin hakları için siyaset yapanlar da uzak duruyor.Oysa, ortadaki durumu ‘bunlar olmuş bitmiş, geçelim‘ havası içinde geçiştirmenin, bir tür “bu savaştır, her şey yapılır” ruhunu onaylamak olduğunu, meseleden uzak duran herkesin görmesi gerekiyor.***Bütün bu cinayetler, son kurşunu sıkanların iradesiyle işlenmedi.Bu cinayetler, bir savaş stratejisinde, ancak en tepede alınabilecek kararlar dolayısıyla işlendi.Daha birkaç yıl önce, iki astsubay kalkıp “gidelim yarın sabah kitapçı bombalayalım” diye işe koyulmadılar.90’ların savaş stratejisini ya en tepedeki siyasi iradeler belirledi ya da bu kararları askeri iradeye devrettiler. Her iki durumda da sorumlu olan siyasi iradedir. Bütün bu cinayetlerin, kemiklerin, kafataslarının hesabını vermesi gerekenler 90’lı yıllarda siyasi iradenin sahibi olanlardır.***İyi bildiğimiz yargı süreçlerinde oraya ulaşılmasının neredeyse imkânsız olduğu söylenebilir. O zaman doğru adrese ulaşma görevi Meclis’indir.Şu anda Meclis’te çalışan komisyonlar var. Bu komisyonlar, cinayetlerin işlendiği tarihte cumhurbaşkanı, başbakan, içişleri bakanı vs. yetkilerini taşıyan kişileri de çağırıp sormalıdırlar.***90’ların kanlı bilançosu ortaya çıkıyor. Dersim de çıktı. Başkaları da çıkacak. Ama bunların hesabı her zaman siyasi iradeye ait olacaktır.Temizlik; vicdani ve tarihi temizlik, astsubayların otuzar kırkar yıl hapse atılmasıyla değil, bu ağır suçların işlenmesine meydan bırakan siyasi iradelerin sigaya çekilmesiyle gerçekleşebilir.

Devamını Oku

Tek partili sisteme doğru

29 Ocak 2012

CHP Genel Başkanı, partisine yönelen eleştirilerin ana fikrini belirten bir açıklama yaptı: Muhalefetin durduğu siyasi hat, toplumda önemli bir karşılık bulamıyor ve sistem fiilen “tek partili” bir yapıya doğru gidiyor.Son bir kamuoyu araştırması da bu yönde gidişin devam ettiğini gösteriyor. GENAR’ın araştırmasının sonuçlarına göre AKP yüzde 51’in üzerinde, CHP ve MHP ise seçimlerde aldıkları oy oranlarında duruyorlar. Halk AKP yönetiminden memnun ve bu iktidara bir “alternatif” düşünmemekte...***Tayyip Erdoğan, en sevilen siyasi olarak, isterse iki yıl sonra cumhurbaşkanı seçimini kazanabileceği bir desteğe sahip.Yine 2014’te yapılacak yerel seçimde de AKP’nin oy oranının yüzde 55’e ulaşması ihtimali çok yüksek. Bunun nedeni, iktidar partisinin yerel yönetimi de elinde tutması halinde halkın daha iyi hizmet alacağı inancı olabilir. Sonuçta 2014 yerel seçimlerinden AKP’nin daha da güçlenerek çıkmasını engelleyecek bir unsur görünmüyor.Aynı siyasi parti üç genel ve üç yerel seçimle bir cumhurbaşkanı seçiminden, sürekli olarak güçlenerek çıkabiliyorsa, muhalefetin bir iktidar seçeneği olabilmesi için iktidarın çok büyük yanlışlar yapması gerekir.***CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bu durumu açık olarak tespit etmesi belki bir başlangıç olarak görülebilir. CHP’deki yönetim değişikliği bu partiye yönelik beklenti desteğinin artmasını da sağlamıştı. Ancak genel seçim öncesi o beklenti de hızla aşağıya indi.Karşısında bir seçenek görülmediği sürece bir iktidar partisinin “rahatlığının” siyasi yanlışlara elverişli bir ortam yaratması yanında iktidarın “eleştiriye tahammülsüzlüğü”nü de beslediği ortadadır.Halkın yarısının desteğinin kazanılmış olmasına, iki yıl sonraki iki seçimde de halkın desteğinin artacağı beklentisine dayanarak sistemin “tek partili sisteme” doğru gidişinin, yakın siyasi tarihin bütün tecrübelerine baktığımızda “hayırlı” bir gidiş olduğunu söylemek de pek güçtür.***İktidarın gücü arttıkça ve denetleyici bir seçenek de olmadıkça, siyasi gücü elinde tutanların “reformcu” adımlar atmakta zorlanmaları, benzer koşullarda en fazla görülen “tıkanma”yı yaratarak, “müesses nizam”ın tekrar yeni bir yapıyla egemen olmasını sağlar.

Devamını Oku