Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun yaşanan son olaylardaki tavrı aslında hem iki CHP’nin varlığını, hem de ikisinin bir arada yaşamasının mümkün olmadığını tescil etmiş oldu.“Faşist” ruhun püskürmesini sağlayan, Meclis’te “ana dilde savunma hakkı” getiren yasanın görüşülmesi sırasında ve öncesinde alınan siyasi tavırlardır.“Ana dilde savunma hakkı” ile ilgili yasa değişikliğine CHP komisyon çalışmalarında destek vermiş, hatta komisyonun CHP’li üyesi yeni yasanın daha işlevsel olması için katkıda bulunmuştur.Herhalde o CHP’liler bu katkılarda bulunurken kendi başlarına değil, yönetimin, Genel Başkan’ın kararıyla davranmışlardır.***Komisyonda “birinci” CHP faaldir.Bu yasa değişikliğiyle temel bir hakkın tesliminin sağlanacağını CHP yönetimi kabul etmiştir.Hatta öncesindeki tartışmalarda, Almanya’da yaşayan Almanya vatandaşı Türklerle ilgili örnekleri veren CHP’liler vardır.Yasa değişikliği Meclis Genel Kurulu’na geldiğindeyse idareyi “ikinci” CHP ele almış, yasanın geçmesini en kaba faşizan üslupla engellemeye çalışmıştır.Engelleme çabasında işbirliği yapılan grup, MHP grubudur.MHP grubu başından beri bu demokratik hakka karşı olduğu için aynı tavrı her aşamada sürdürmüştür.***Yasa değişikliği ortaya atıldığı sırada ve komisyonda olumlu davranan CHP’nin Genel Kurul’da MHP’nin yanına gitmesinin partinin yönetimi ve Genel Başkanı açısından açıklanması çok zordur.Aynı yasa çalışmasında, bütün demokrasilerde var olan bir hakkın tesliminde birbirine taban tabana zıt iki pozisyonu art arda alan bir siyasi partinin ağır bir inandırıcılık sıkıntısı içinde olması kaçınılmazdır.CHP yöneticileri, meselenin esasıyla ilgili bir açıklama yapmış değil.Komisyonda destekleyip katkıda bulundukları bir yasaya Genel Kurul’da bu kadar sert şekilde karşı çıkmalarını açıklamakla en başta yükümlü olan kişi tabii ki Genel Başkan’dır.Genel Başkan’ın bu kriz süresince ana uğraşısı ise “kimse konuşmasın, kimse beyanat vermesin” çağrılarından ibaret kalmış, ortadan ve net olmayan ifadelerle yüklü bir açıklamayla durum geçiştirilmeye çalışılmıştır.“Geçiştirme” taktiğinin her zaman bir sınırı vardır ve CHP de bu sınırın fazla uzağında değil.
Bu meblağ birçok kez telaffuz edilmişti, Başbakan kesin bir sayı söyledi: 30 yıl içinde terörle mücadelede 400 milyar dolara yakın bir para harcanmış.400 milyar doların ne anlama geldiğini herkes kendi havsalası içinde düşünebilir.Para işlerinden anlayanlar, bu kadar parayla kaç okul, kaç hastane yapılabileceğini, kaç iş yeri açılabileceğini hesaplayabilir.GAP’ın tamamlanmasıyla sağlanmış olacak ekonomik gelişmenin hesabı da kolay yapılır.Ama bu para uçup gitmiştir. Geri gelmeyecektir.Bu para insanlara daha iyi bir hayat sağlama yolunda harcanmadı, savaş için kullanıldı.***Otuz yıl önce örgüt kuran küçük bir grubun otuz yıl boyunca savaşarak büyümesini açıklamakta hâlâ zorlananlar var.İlk terör eylemlerini gerçekleştiren küçük grubun sürekli olarak büyümesini hâlâ sadece “dış destekler“e bağlayarak 400 milyar doların buharlaşmasının sorumluluğunu kendi üstlerinden atmak için uğraşanlar var.Bu savaşın otuz yılı boyunca sadece “devlet”in 400 milyar dolar harcamış olması üzerinde biraz duranlar, neden hâlâ bir “savaş lobisi”nin var olduğunu anlaşılır kılan bazı sonuçlara varabilirler.400 milyar dolar hasıl ve hangi kalemlere harcanmıştır?Bu sorular sorulmamıştır; soranlara da “terörle mücadele” cevabı verilmiş, herkes o cevapla yetinmek zorunda kalmıştır.***Otuz yıllık savaşın yarattığı diğer rantlar üzerinde de hâlen fazla durulmuyor.Bu savaş sayesinde Türk toprakları üzerinden yürütülen çeşitli “ticaretler”in sağladığı rantlarla ilgili bilgiler Batılı kaynaklardan bulunabiliyor, ama içeride sadece büyük sessizlikler var.Başbakan’ın sözünü ettiği 400 milyar doları dışarıdan birileri ödemedi.Bu ülkenin vatandaşlarının ödedikleri vergilerden yapıldı o harcamalar.Türk vatandaşları, o 400 milyar doları kendilerinin ödediğini biliyor, savaşın sona ermesi gerektiğini de biliyor ve bunu talep etmeye devam ediyor.“Savaş lobisi” de silahların er geç susacağını biliyor, ama şu anda süreyi uzatmak, zaman kazanmak için bütün “ince” oyunları oynamaya devam ediyor...
Başbakan Erdoğan, yeni anayasa çalışmasının öne alınacağını açıkladı. Erdoğan’ın Meclis’te yürüyen ya da yürüyüp yürümediği pek anlaşılmayan ortak komisyon çalışması için verdiği süre iki ay.İki ay sonra bu yöntemle ciddi bir ilerleme sağlanmaması hâlinde AKP kendi başına bir çalışma yapacak, kendi metniyle ilerleyecek.Meclis Başkanı Cemil Çiçek ve Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun son konuşmalarından anlaşıldığına göre Meclis’ten ortak ya da esasta anlaşılmış bir metne ulaşılması artık son derece zor.Bundan sonrası için de üç ihtimal yok. Ya “olmuyor” denilir, AKP de konuyu gelecek seçim sonrasına erteler ya da AKP inisiyatifi ele alır.Başbakan, ikinci ihtimali ilan etti. Mart sonunda AKP tek başına bir metin hazırlama ve Meclis önüne bu metinle çıkma yolunu seçmiştir.Bu metinde, daha önce hazırlanmış ve AKP’nin görüşlerini yansıtan hat üzerinden gidildiği takdirde, CHP’nin bir kısmının ve BDP’nin karşı tavır almayacağı “özgürlükçü” bir temel kurulması zor değildir.***AKP’nin Meclis’e getireceği taslak, alt komisyondan, sonra komisyondan geçerek Meclis Genel Kurulu’na gelecek. Bu süreç, oldukça kapsamlı bir çalışma ve belirli bir zaman anlamına geliyor.Meclis’in ve halkın önüne gerçekten “medeni” bir metnin konulması hâlinde sürecin daha hızlı ve kamuoyu desteğini de toplayarak ilerleyeceği kuşkusuzdur.Eğer gerekiyorsa, Meclis sadece anayasa çalışmasının tamamlanması için tatile girmez, hatta tek başına anayasaya yoğunlaşmış bir tartışma ortamı, halkın daha iyi bilgilenmesi için de bir imkân sağlamış olur.Başbakan’ın söylediği gibi, bu çalışmanın sonunda halka sorulması büyük olasılıktır. Demek ki Türkiye’nin üç seçim sathımailine girmesinden önce bir sandık daha ortaya konulacak, yeni anayasa referandumla halkın onayına sunulacak.***Ana hattı belli olan bu yol haritasında, hâlâ bir soru işareti bulunuyor.Başkanlık sistemi tartışmasını AKP şu anda geriye almış görünse de meselenin gündemden çıkıp çıkmadığı sorusunun cevabı henüz açıkça verilmiş değildir.Bu tartışmaya bir ön katkı olarak Metropoll’un son araştırmasından bir bölümü aktaralım.Haziran 2012’de “başkanlık sistemine geçilmelidir” diyenlerin oranı yüzde 43,2. Bu oran aralık ayının son haftasında yüzde 36,9’a düşüyor.“Geçilmemelidir” diyenlerin oranı da yüzde 37,7’den yüzde 44,2’ye çıkıyor.Yeni anayasa için ortaya gelen mantıklı yol haritasına başkanlık sistemi tartışmasını katmak isteyenler “esası kaybetme” tehlikesini ciddi şekilde düşünmek zorundadır.
Cumhuriyet tarihinin en önemli davaları devam ediyor. Bu önemli davalarda, yarım yüzyılın “müdahale” gelenekleri yargılanıyor.O geleneklerde şiddet de var, zulüm de var, işkenceler de var, faili meçhuller de var. Çok bol miktarda insan hakları ihlalleri de...Ama hâlâ bu davaların içerikleriyle ilgili kuşkular da var.Davaların yürütülüş şekli, güvenlik güçlerinin çalışma alışkanlıkları dava süreçlerine bol miktarda soru işareti ekleyince olayların esası giderek gözlerden uzaklaştı.Yargı, demokrasi tarihinin utanç verici olaylarının aydınlanması yönünde mi çalışıyor, yoksa sürekli yeni soru işaretleri üreterek kafa karışıklığını artırmayı, dolayısıyla yakın tarihin karanlıklarının devam etmesini mi amaçlıyor?***Büyük siyasi davalarla ilgili olarak bu soru epeydir soruluyor. Sadece bu “ana” soru değil, örneğin “uzun tutukluluk” hâlleriyle ilgili olarak yargının sarsılmaz bir direniş göstermesinin nedenleri de haklı olarak soruluyor.Türk yargısının, eğitimin ilk anından itibaren tümüyle “devletçi”, kendisine verilmiş “önce devleti koruma” tanımlarına sıkı sıkıya bağlı bir yapıyı koruduğu biliniyor.Bu yapıda “insan hakları” ve “demokrasi” gibi kavramlar, “kamu vicdanı” gibi etik kaygılar, “önce insan” gibi medeni ufuklar bulunmuyor.Bu yapıda “bir pankarta, bir cümleye otuz yıl hapis” gibi durumların vicdani rahatsızlık yaratması da söz konusu değil...***Yakın dönemde, birçok yasa değişikliği yapıldı, “reform” niteliğinde birçok gelişme sağlandı.Ama temel zihniyet öyle kökleşmiş ki, bu değişikliklerin çok az bir kısmı hayatta karşılığını buldu.Eski dünyanın en büyük direniş alanı hâlâ yargı.Bu direnişle “ikinci vesayet sistemi” korunmaya çalışılıyor ve başarı da sağlanıyor.Neredeyse her yargı kararı tartışma konusu oldukça, herkes yargıdan şikâyetçi oldukça “adalet” kavramının sıfırlandığını gören hukukçuların çıkması bekleniyor.Umutlar her gün biraz daha azalsa da yargıda bir “demokratik devrim” hareketini başlatacak hukukçular ve bu harekete yol verecek siyasi irade beklenecektir.
Kendisini sol olarak niteleyen siyasetlerde bazı yanlışların affı olmaz; ırkçılık, kin ve nefret söyleminin affı ise hiç olmaz... CHP’nin bir tarafı açık bir ırkçılığa karşı tavır almakta tereddüt ederken, diğer taraf; ırkçılığı savunan taraf, ataklarına devam ediyor.Bu konumlanma, hangi tarafın bölünmeyi göze aldığını, hatta istediğini de açık olarak gösteriyor.Ulusalcı-devletçi CHP, “sızmış hainleri tasfiye ederek” önümüzdeki dönemde partinin dümeninde olmak istiyor.***Önümüzdeki dönem “barış süreci” dönemi; medeni anayasanın yazılacağı dönem.Ulusalcı-devletçi CHP’liler bu dönemde, “iki arada bir derede” siyasetlerle, iniş çıkışlarla var olmak yerine, kendi hatlarında muhalefet edecek “tek kanatlı” bir partiyle yürümeyi tercih etti.CHP’nin politikalarını ulusalcı-devletçi politikalara, hatta kesin dönüşte MHP ve İşçi Partisi politikalarına iyice yaklaştıranların, bu tercihin uzun vadedeki siyasi sonuçları üzerine tahliller yaptıkları kuşkuludur. Şu anda onlar için önemli olan, hayati bir demokratik dönüşüm sürecinin engellenmesidir.***Genel Başkan, parti içinde sosyal demokratların, solcuların bütün yönetim katlarından gönderilmesi, temsilin tümüyle ulusalcı-devletçi kanat tarafından yapılması hedefinin önündeki engellerden biri olarak görünüyor.Genel başkan Kılıçdaroğlu’nun gönderilmesi, ulusalcı-devletçi operasyonun kolay yanlarından birisidir. CHP’ye oy verenler bile, partinin iktidar olacak kadar oy almamasının başta gelen nedeni olarak “genel başkan sorunu”nu işaret ediyor..***Önümüzdeki üç seçim döneminde CHP’nin ortaya koyacağı manzaraya ilişkin beklentilere bir genel başkan değişikliği olasılığı uygun düşüyor.Yeni genel başkanla, ulusalcı-devletçi hatta tavizsiz politikalar yürütecek kadrolarla, 1950’ler, 1960’lar modeli siyaset üretimleriyle ortaya çıkacak bir CHP’nin toplumda neyi temsil edeceğini 2013-2015 günlerinde halka anlatmak elbette kolay olmayacaktır.Bu operasyonun ardından CHP’den geriye kalacak olan çok bellidir.Ancak, o sayede siyasi yelpazede “sol”a bir alan açılmış olacaksa, ulusalcı-devletçilerin topluma bir fayda sağladığından söz edilebilecektir.
Başbakan Erdoğan, kabine değişikliği haberlerini doğrulayınca, ‘revizyon’un daha kapsamlı görev değişiklikleri içereceği beklentisi oluşmuştu.Öyle olmadı. Giden isimler de gelen isimler de siyasette “sürpriz” olarak karşılanmadı.Kültür Bakanı Günay ve Sağlık Bakanı Akdağ, “başarılı” olarak görüldüler; uzun görev sürelerinde, kendi alanlarındaki icraatları topluma olumlu yansıyan bakanlar oldular.Bu iki bakanın gidişini, AKP’liler de ‘süre’ye bağlıyor.Milli Eğitim Bakanı Dinçer, sürekli siyasi hedef olmasının dışında, sistemde fazla değişiklik yapılması dolayısıyla yaygın eleştiri alan bir bakan oldu.İçişleri Bakanı Şahin ise, daha çok “anekdotlar” ve gaflarla anılacak.***Kabineye yeni katılan dört bakandan İçişleri Bakanı Güler, bürokrasi deneyimiyle “terörden arınma” döneminde önemli bir geçiş sürecinin sorumluluğunu taşıyacak.Prof. Nabi Avcı’dan, siyaset bilimci olması ve akademik tecrübesi dolayısıyla şu andaki “yap-boz” hâllerini hızla düzeltmesi beklenecek.Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’ndan, Akdağ ile gerçekleşmiş sağlık reformlarını sağlamlaştırması ve yaygınlaştırması istenecek.Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’ten de zaten yürüyen, bazı kaza ihtimallerinin üstesinden gelinerek yürüyen düzenlerin aynı şekilde devam etmesine göz kulak olması beklenecek.Ama dört bakan da esas olarak önemli siyasi süreçlerin siyasi sorumluluk taşıyan isimleri olacaktır. Başbakan’ın seçimlerini buna göre yapmış olduğu anlaşılıyor.***Önümüzde, iki buçuk yıldan bile az bir sürede yapılacak üç seçim var.14 ay sonra yerel seçimler yapılacak.Bugünden itibaren 18 ay, yerel seçimden dört ay sonra cumhurbaşkanını halk seçecek.Cumhurbaşkanı seçiminden 11 ay sonra da genel seçimler var.Bugünden itibaren 14 ay içerisinde birinci gündem maddesi “barış süreci”nde geri dönüş yollarının tıkandığı bir boyutta ilerleme sağlanmasıdır.İkinci madde de medeni bir anayasa yapılmasıdır. Sürecin siyasi yönetimini yapacak olan da, son dört katılımla kesinleşmiş olan bu hükümettir.Hükümetin tümü, bu önemli süreçlerin sorumluluğunun tümünü taşıyacaktır.
CHP Genel Başkanı birkaç gün önce “hem ulusalcı hem sosyal demokrat“ olduklarını beyan etti.Hem ırkçı, devletçi ruhla özgürlüklerden korkanlar, hem de insanların eşitliğine inanan, herkes için özgürlük isteyen, her türlü ayrımcılığa karşı olanlar CHP’de bir arada durmaya çalışıyor.CHP üst yönetiminden bir kişi Genel Başkan’ın zihin karmaşıklığına açıklık getirdi, parti programı uyarınca Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağını ifade etti.29 Ekim’de askerlere “cumhuriyete siz sahip çıkmıyorsunuz biz çıkmak zorunda kalıyoruz“ diye seslenen CHP İl Başkanı da ulusalcı demokrasi anlayışını açık olarak ifade etmişti. En büyük ilin başkanı da yerinde duruyor.Irkçılarla solcuların bir arada varolmaya çalıştıkları bir siyasi parti belki de dünyada bir tek bizde mevcut.Milliyetçi, devletçi anlayışın solculuk sanıldığı başka bir ülke bulmak mümkün değildir.***Kısa süre önce, Paris cinayeti üzerine CHP Tunceli Milletvekili‘ne dönük linç girişimi de aslında ulusalcıların solcularla “bir arada yaşama” çabasından vazgeçtiklerinin bir işaretiydi.CHP’de genel başkan değişikliğinin ardından, partinin sol ve sosyal demokrat bir çizgide gelişebileceğini ve siyasete ağırlığını koyabileceğini düşünenler ulusalcı damarla çatışmaktan sürekli kaçındılar.Anlaşılan ulusalcı damar, diğerlerini iterek partiye hâkim olmaya karar vermiş... Doğrusu bundan çıkacak ilk “hayır” ulusalcılıkla solculuğun tümüyle farklı dünya görüşlerini temsil ettiğinin gerçekten solcu duyarlılığa sahip bulunanlar tarafından anlaşılmaya başlanması olacaktır.***CHP’deki kavganın işaret fişeklerini atan ulusalcıların partiye hâkim olmaları ihtimalinin daha yüksek olduğu biliniyor.“İç temizliği“nin ardından diğer ulusalcı parti ve çevrelerle, Silivri hattından geçecek bir “ittifak” üzerine kurulacak radikal siyasetlerle “büyük gerilimler“ hedeflenecektir.Demokrasi karşıtı cephenin ana gövdesini oluşturacak bir CHP için son operasyon sahneye koyuluyor. Zamanlamanın anlamı da çok açıktır.
“Barış süreci”nin yeniden canlanmasının işaretleri verildiği andan itibaren kamuoyundan “iyimser” tepkiler geldi. İşin ucundan gerçekten “barış çıkar mı” sorusu yok olmuş değil, ama umutlu bir hava, hâlen hâkim...“Türkiye iyiye doğru mu, yoksa kötüye doğru mu gidiyor” diye sorulduğunda herkesin kafasında canlanan birinci maddenin ne olduğu belli.Metropoll araştırma kuruluşunun elde ettiği sonuçları hangi tarafından okursak okuyalım, iyimserliğin artışı da açık olarak görülebilir, ama iyimserlikteki artışın hâlen belli bir “ölçülülük” içinde olduğu da söylenebilir.Metropoll yukardaki soruyu eylül ayında sorduğunda aldığı cevap epeyce ağırdı. “İyiye gidiyor” diyenler yüzde 31,8 çıkarken, “kötüye gidiyor” diyenlerin oranı patlamıştı: Yüzde 50,1.Eylüldeki bu havanın neden değiştiğini herkes kolayca anlayabilir. İki ay sonra aralık ayında verilen cevaplarda “iyiye gidiyor” diyenler yüzde 40,2’ye yükselirken, “kötüye gidiyor” diyenler yüzde 39,7’ye iniyor.***Bu iki ayda yapılan, birkaç görüşmedir. Ama esas olarak konuşmaların içeriği ve üslup değişmiştir. Kamuoyunun “hissiyatının” değişmesinde bu kadarı bile çok etkili olduğuna göre siyasetin alması gereken mesaj son derece nettir.Bu “hissiyat”ın daha da “iyimser”e yönelmesinin koşullarını siyasi iradeler de gördüğüne göre, hangi yolların açıldığı da bellidir.Durumu daha da açık anlatan bir soruyu Metropoll sormuş: “Son bir yıl içinde basın özgürlüğü ve gazeteci yazarlar üzerinde baskının arttığını düşünüyor musunuz?” Bu soruya evet diyenler yüzde 51,7; hayır diyenler yüzde 34,4’tür.Siyasilerin durumun gerçekte böyle olmadığına ilişkin açıklamaları etkili olmadığına göre, bu algının değişebilmesi için mevcut “demokrasi arızaları”nın tamiratına yönelik hızlı bir çalışmanın ne kadar gerekli olduğu da gayet açık.Metropoll’ün “bu pazar seçim olsa” sorusunun cevabında seçmenin ana eğilimlerinin değişmediği görülüyor. Kararsızlar dağıtılmadan AKP yüzde 39,1; CHP yüzde 17,6; MHP yüzde 9,8 oranlarına ulaşıyor. Bu oran da AKP’yi yüzde 50’nin üzerinde tutuyor.Araştırmalar üzerine çok yorum yapılabilir, ama “iyimserlik” ve “özgürlükler” kısımları üzerine kimse karmaşık senaryolar aramasın, sonuçlar tek bir şeyi ve çok net anlatıyor.