Başbakan Erdoğan, asıl sürecin PKK’nın sınır dışına çıkışıyla başlayacağını söylerken, Öcalan’ın önerileri ve yol haritası da iyice netleşti.Nevruz’da, 21 Mart’ta Öcalan “çatışmasızlık-ateşkes” çağrısı yapacak, yaz başında da silahlı grupların sınır dışına çekilmeleri başlayacak.Bu sürede “devlet”in ne yapacağına ilişkin bir açıklama olması gerekmiyor. Zaten yapılması gereken bazı yasa düzenlemeleri var. Bunlar bir “pazarlık”ın parçası olarak görülmemesi gereken düzenlemelerdir.Önce ‘mevzuat’Terörle ilgili yasalarda “şiddet” unsurunun açık tanımlanmamış olması dolayısıyla, bugüne kadar süregelen ve bir yazıyı, bir pankartı, bir gösteriyi en ağır terör suçu sayabilen “mevzuat”ın düzeltilmesi, dördüncü yargı paketinden bekleniyordu.Bazı hukuki gerekçelerle ertelenen bu değişiklikle gerçek anlamıyla terör faaliyetine katılmamış olanların “rehine” gibi içerde tutulmaları sona erecektir.PKK’nın kimi yöneticilerine, başka ülkelerde yer bulunması bundan sonraki işlerdir ve çözümü en kolay ayrıntılardır.Sınır dışına çekilme başlayıncaya kadar, askeri operasyonlarla ilgili tartışmalar da gündemde olacaktır. Erdoğan’ın bu konuyla ilgili tavrında bir değişiklik yok. Dağda silahla dolaşanlar olduğu sürece güvenlik güçlerinin onlara müdahale etmesi doğaldır.Bu operasyonların tarzıyla ilgili özeni göstermek de güvenlikle ilgili sorumluların görevidir.Barış için bir tuğlaPKK’nın elindeki esirlerin salınması, Öcalan’ın “yol haritası”na Kandil’in onay ve bağlılığının işareti olacağı için bugünün meselesidir. Esirlerin salınması gerçekleştiğinde, Kandil-İmralı hattına ilişkin ve genellikle masa başında üretilen soru işaretlerinin çoğu geçersiz hâle gelecektir.Türkiye, 30 yıllık değil, 90 yıllık bir sorunu barış ve demokrasi ekseninde, bir arada yaşama iradesi ekseninde çözmeye en yakın noktaya geldi. Bu noktadan geri dönüşün herkes için maliyetini ülkenin büyük çoğunluğu biliyor.Buna “hangi köşeden taş koyabiliriz” diye düşünmeye devam edenler, artık “barış için bir tuğla da biz koyalım” deme aşamasına bir an önce geçmelidirler.Savaşın kazananı, barışın kaybedeni yoktur, bundan sonra da olmayacak.
Çözerse bu iktidar çözer, duygusunun kuvvetlenmesinin muhalefette yarattığı rahatsızlık doğal görülebilir. Silahların susmasını sağlayanı halk alkışlayacaktır, o alkışların “siyasi prim”e dönüşmesi de muhtemeldir.Muhalefetin buna karşı taktiği, ilk açılım döneminde olduğu gibi, “yapamaz” demek ve gerilim yaratılması kolay konuların üzerine gitmek oldu. Bu taktik belli bir başarı kazanmış gibi de göründü.CHP, Sinop-Samsun provokasyonunun üzerine giderken de, milliyetçilik tartışması açma tarzıyla da ve “o sözü Rize’de söyle” diyerek de yine “gerginlik yaratma” taktiğini sürdürüyor.‘Asıl dert başkanlık’Bir siyasi tavır da “Erdoğan’ın asıl amacı başkanlık, barış süreci bunun için bir araç” diye özetlenebilecek beyanlarla geldi. Bu beyanın ardında, barış sürecinde başarı elde edilirse, sonuçta Erdoğan ve AKP’ye destek artışı sağlayacağı fikri yatıyor. Her fırsatta gerilim yaratmanın amacı, gelişmeleri en azından yavaşlatmak.CHP’liler de, en gergin çıkışlarının satır aralarında halkın büyük kesimindeki “barış iradesi”ni gördüklerini itiraf etmiş oluyor.Bu yüzden Sinop-Samsun provokasyonunu açıkça kınamıyor, “Rize” sözüyle adeta böyle olayların tekrarlanması beklentilerini de ifade ediyorlar.Erdoğan’ın silahların susmasında ilerleme sağladığında kazanacağı desteğin başkanlık sistemine desteğe dönüşebileceğini düşünmek de halkın duygusunun farkında olunduğunu ifade etmenin bir başka şeklidir.Gerginlik kazandırır mı?Şu andaki “büyük” tartışma konularından en tartışmalısı, başkanlık sistemidir. AKP’ye oy verenlerin bir kısmı da, başkanlık sistemine destek verme aşamasında değil. Erdoğan bu süreçlerde, anayasa hazırlığında başkanlık sistemi talebinin nedenlerini anlatacaktır.Bunda başarılı olabilir, halk desteğini artırabilir, yahut artıramayabilir ve vazgeçebilir.Ama “barış süreci”ni ‘başkanlık sistemine geçiş stratejisinin bir taktiği’ olarak sunmak üzerine kurulu bir tahlilin siyasi sonuçları da gerilim dışında bir siyaset üretememektir.Germek kolaydır. Barış sürecine ve yeni anayasanın oluşturulmasına “germeden” katılmanın asıl “siyasi getiri” alanı olduğunu görmemekte ısrar etmenin sonuçları ise bellidir.
Yerel seçimlere yaklaşık bir yıl kaldı. Bundan böyle bütün partilerin yoğunlaşacağı en önemli siyasi faaliyet alanlarından biri yerel seçim olacak. Partilerin yerel örgütleri sadece bu seçimle uğraşacak. Ardından cumhurbaşkanı seçimi geleceği için, kampanyaların da, alınan sonuçların da “yerel” anlamının çok ötesinde bir ağırlık taşıyacağı kuşkusuz.Aynı nedenle partilerin ulaştığı genel oy oranları da önemli olacak.Şu anda AKP’nin iki hedefi belli. “Sahiller”den İzmir ve Antalya başta olmak üzere olabildiğince çok “kale” düşürmek ve Güneydoğu’da AKP-BDP dengesini kendi lehine çevirmek.BDP de yerel yönetimlerde ulaştığı hâkimiyeti korumak için mücadele edecek.CHP ise oldukça iddialı sayılabilecek bir “çıta”yı dillendirmeye başladı. Şöyle düşünüyorlar: Genel seçimde iktidar olabilmek için İstanbul’u kazanmak şarttır, ne yapıp edelim İstanbul’u kazanalım!Akıllarda SHP adayı Prof. Nurettin Sözen’in 1989’daki “sürpriz” galibiyeti var. Bütün kamuoyu araştırmalarında Bedrettin Dalan önde görünürken, kamuoyunun pek fazla tanımadığı Sözen seçimi kazanıvermiş, kazandığına kendisi bile inanamamıştı...CHP’nin oyu yükselir ama...CHP bu seçimde kendisine İstanbul için aday ararken, tabandan en çok seslendirilen isim Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül oldu.Sarıgül’ün bölgesi son yasayla bir miktar küçülmüş olmakla birlikte Şişli’de aday olursa tekrar kazanması çok büyük ihtimaldir.Sarıgül, Şişli halkıyla sürekli iletişim hâlinde siyaset yaparak kendisini sevdirdi. Zaman zaman daha “yukarıda” siyaset yapma eğilimine girmesine rağmen Şişli’de durumu “sağlam”dır. Tekrar seçilmemesi, ancak çok “sansasyonel” bir şeyler olmasına bağlıdır.Ama, Kadir Topbaş’ın karşısında CHP’den İstanbul’a aday gösterilirse “şansı”nın ne olacağı konusunda çok fazla soru işareti var.Sarıgül İstanbul adayı olarak CHP’nin oy oranını yükseltebilir, ama yükselişin seçim kazandıracak oranda olabileceği epeyce kuşkuludur.İstanbul adayı olarak seçimikaybederse, Sarıgül Şişli’yi de kaybetmiş olur ki, önce düşünmesi gereken budur.CHP oyunu artırmış olsa bile Sarıgül iki seçim kaybetmiş olacaktır.Bir yıl içinde daha çok “projeksiyon”lar yapılacak, ama her zaman yerel seçimin en önemli zihin idmanı alanı İstanbul olacak.
Tam 43 yıl mücadele etti Berfo Ana. Önce gözaltında kaybolan oğlunu bulmaya çalıştı, sonra vücudundan kalanları bulmak için didindi. İtildi kakıldı cop yedi, yılmadı.Berfo Ana, gerçek bir sembol isim oldu. 105 yaşına kadar “insanlık” mücadelesi veren bu isim, insanlık suçlarını hep hatırlatacak. Birileri de Berfo Ana adını her duyduğunda korkacak.Berfo Ana tek değil. Bu toprakta işlenen her insanlık suçunda, her zulümde bir Berfo Ana var.Gözler kapatılmış...Öyle bir yakın tarihimiz var ki, kazıdıkça yeni bir şeyler çıkıyor. Çıktıkça çıkıyor. “Her şey tarihe gömülsün bitsin, bir beyaz sayfayla devam edelim” demek kolay değil.Kolay değil, çünkü “devleti korumak için vatandaşa zulüm” kafası çok yakın zamana kadar faaliyetteydi. Tekrar faaliyete geçmemesi için de “gerçekleri“ herkesin bilmesi gerekiyor.Gerçekler, insanlardan çok iyi gizlendi. O kadar iyi gizlendi ki, insanlar öyle bir “devletçi” ruhla yoğuruldu ki bugün ortaya çıkan onca olaya inanamıyor, hâlâ gözlerini kapatmayı tercih ediyor.Gözlerin kapalı kalması için çalışanlar da yine toplumdaki eski korkuları canlı tutmaya çaba gösteriyor, “bu işleri kaşırsanız bölünürüz, parçalanırız, dağılırız” diye parmak sallamaya devam ediyorlar.Barolar da katılmalıCHP’li Tanrıkulu bir öneride bulunuyor: Gerçekleri Araştırma Komisyonu Türkiye Modeli. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu‘nun çalışmasında zaten buna yönelik bir öneri vardı.Böyle bir çalışmanın yine Meclis’te yapılması tarihe düşülecek kayıtlar açısından önemlidir. Amaç, bundan böyle Berfo Ana’lar olmaması, böyle acıların yaşanmamasıdır ve bunun için Meclis “halk adına” çalışacaktır.Bu çalışmaya “adalet” adına, “hukuk” adına, “vicdan“ adına katılması gereken önemli bir kuvvet de barolardır.Türkiye Barolar Birliği’nin ve tüm baroların “bütün gerçeklerin araştırılmasına” Meclis ile birlikte katılması, “bütün insanların haklarını” savunma mücadelesinin niteliğini de, etkinliği de yükselecektir.Halkın temsilcilerine ve hukukun temsilcilerine, Berfo Ana’lar için, başka bir Berfo Anamız olmaması için büyük görev düşüyor.
Bir önceki “barış süreci”nin kesintiye uğramasıyla ilgili çok yorum yapıldı. Habur’daki canlı yayının ardından atılan sevinç çığlıkları birçok kişinin hâlâ kulağındadır. O günden bugüne değişen iki durum var.Kamuoyu artık barış ihtimalini çok daha yüksek ve yakın görüyor. Ve kamuoyu, AKP’ye oy vermeyenler dahi barışın şu anda ancak Tayyip Erdoğan’ın yönetiminde gerçekleşebileceğini düşünüyor.Değişik kamuoyu araştırmaları aşağı yukarı aynı işaretleri veriyor. Toplumda, bugünkü barış sürecine destek yüzde 70’lere yakındır. Araştırmacı Bekir Ağırdır, AKP’nin başarı hanesine yazılacak diye bu sürece en sert şekilde karşı çıkanların bile içten içe “bitsin artık” diye düşündüklerini yazmıştı.BDP’nin önemli işleviSürecin belli bir şeffaflıkla yürütülmesi kamuoyundaki güven duygusu açısından faydalı olabilir. Ancak “İmralı’ya kim gidecek, ne zaman gidecek” sorularının sürekli ortaya atılmasının, “isim” çerçevesindeki polemiklerin faydasından söz edilemez.Bu süreçte, Öcalan’ın konumuna yakın noktalarda Kandil’in de, Avrupa’daki grupların da bulunmalarının gerekliliği ortadadır.Tabii ki BDP’nin bütün hareket kabiliyetinin bu çalışmalara, iletişim hatlarının tam kurulmasına hasredilmesi de şarttır.Şu ana kadar bu “temel”in dışına çıkma girişiminde bulunan bir “unsur” olmaması da “hiç olmayacağının” güvencesini sağlamaz. Bu güvenceyi sağlayacak olan, esas olarak toplumun barış irade ve talebinin sürekli ortaya konulması, genişlemesidir.Provokasyona net tavırGeçtiğimiz günlerdeki olaylar “başka düğmeler”e basma çabalarının da devam edeceğini gösterdi. BDP’li milletvekillerine saldırı, hem örgütlenmeler hem çekilmek istenilen boyutlar açısından, başka düğmelerin her an devreye girebileceğini herkese anlatmış olmalı.Bu provokasyon dolayısıyla BDP’yi eleştirmek, “milletvekilleri gezmesin” demek sadece yanlış değil, olayın esasını gözden kaçıran bir tavırdır.“Başka düğmeler”e karşı birinci tedbir, herhangi bir “tereddüt” izlenimi vermeden, her türlü provokasyon girişimine Erdoğan gibi açık tavır alarak, kamuoyu desteğini güçlendirmektir.
AKP sözcüleri, yeni anayasayla birlikte başkanlık sistemine geçişte ısrarlı olacaklarını tekrar ediyor. Bunca tekrardan sonra anlaşılan, başkanlığa geçişi sonuna kadar zorlayacaklarıdır.Başkanlık sistemini destekleyen hukukçuların ve tabii AKP’nin, kamuoyunu ikna için hangi temalar üzerinde duracağı da aşağı yukarı belli.Ancak kamuoyunda şu anda zayıf görünen desteği yükseltmekle iş bitmiyor. Çalışmaya devam eden alt komisyona gelen öneriler içinde henüz başkanlıkla ilgili bir madde yok. Yalnız yüksek yargıya ilişkin düzenlemenin içinde “başkan” kelimesi yer aldı.Yüksek yargının oluşmasında “başkan”ın seçeceği üye sayıları, AKP’nin düşündüğü sistemde “başkan”ın gücünün göstergesi olarak alındı.BDP ‘başkanlık’ı destekler mi?AKP kamuoyunda başkanlık sistemiyle ilgili bir etki yaratsa da, şu anda yüzde 40’ın altında olan desteği 50’nin üzerine çıkarsa da yeni anayasa için Meclis süreci belli. Ve bu süreçte, muhalefet partilerinden, bazı demokratik değişikliklere çoğunluk sağlayacak desteği olsa da başkanlık sistemine verecekleri destek CHP ve MHP açısından ancak “imkânsız” kelimesiyle anlatılabilir.Halkın vereceği oylarla, Erdoğan’ın, kendisi aday olmasa bile kendisinin tespit edeceği aday dışında bir adayın seçilme ihtimali olmadığına göre de CHP ve MHP sonuna kadar direnecektir.İşte bu noktada yolun üzerine yine BDP çıkıyor. Barış sürecinde yeri ve katkı alanı genişlemiş, kendisini bu sürecin “ortağı” olarak gören bir BDP’nin anayasa ve başkanlık sisteminde de “kilit” olarak ortaya çıkması muhtemeldir.BDP, yeni anayasanın, vaat edildiği gibi medeni-demokrat-çağdaş nitelikleri taşıması karşılığında başkanlık sistemine destek olabilir mi?Birkaç takviye daha...AKP’nin bu şekilde yürümesinin, “60’a 40” bölünmüş bir toplumda yaratacağı yansımaları, muhtemel tepkileri bu kadar erkenden tahmin etmek zor. Ama en radikal AKP karşıtlarının ve şu anda barış sürecine “Türk hassasiyeti” edebiyatıyla taş koymaya çalışanların çıkaracakları sesler bellidir.Bu arada unutulmamalı ki, Meclis’te sadece AKP ve BDP oyları yetmiyor, yeni anayasanın referanduma gitmesi için birkaç “takviye” daha gerekiyor.
Bugün yaşı 50’nin üzerinde olan milyonlarca kişi, dünyanın dört bir yanında aynı heyecanı yaşamıştı: Başkaldırma heyecanını, haksızlıklara, yanlışlara, kötülüklere “yeter” deme heyecanını.İki taraftaki “müesses nizam”lar dünyanın üzerine kâbus gibi çökmüştü.Bir tarafı anlamak çok kolaydı; diğer tarafın neden “müesses nizam” hâline geldiğini anlamak ise kolay değildi.Genç insanlar bu soruları sordu.Türkiye’deki gençler de benzer soruları sormaya başladı.Türkiye “sol” ile gerçek anlamda 1960 sonrasında tanıştı. Bu yüzden 27 Mayıs 1960 darbesini yerli yerine oturmakta hâlâ zorlanıyoruz.‘Dünyaya katılma iştahı’Başkalarına sesini duyurmak, haksızlıkları, yanlışları anlatmak için iki yol vardı. Doğrudan yanlarına gidip konuşmak ve “afişe çıkmak.” Mümkün olan her yere, her duvara afiş yapıştırarak insanlara ulaşmak.Bunun için de doğru afişler tasarlamak, o tasarımları yazıp çizmek ve basmak gerekiyordu.“Afişe Çıkmak”la (*) bir kitap adı olarak karşılaştığında, hayatında bir kez de olsa “afişe çıkmış” olan herkes o heyecanı, o coşkuyu tekrar yaşayacaktır kuşkusuz.Kitabın sunuşunda “her şey” çok güzel anlatılıyor:“Yılmaz Aysan’ın aşkla yürüttüğü bir belgeleme çalışmasına dayanan Afişe Çıkmak, ‘60’ların, ‘70’lerin ‘aura’sını gözümüzün önüne getiriyor. O dönemin genç insanlarının anlatma, müdahale etme, ses çıkarma, bir şeyler yapma, kısacası dünyaya katılma iştahını gösteriyor bize. Televizyonun siyah beyaz tek kanal, bilgisayar teknolojisinin laboratuvar aşamasında, sosyal medyanın olsa olsa hayal hanesinde olduğu bir zamanda, mütevazı iletişim yollarını kullanmaktaki yaratıcılığı hatırlatıyor.”‘Yasaklamak yasaktır!’Kitaptaki afişler, dergi kapakları, kitap kapakları üzerinden “sol hassasiyetler”in 1980’e kadarki bütün “görüntüsü”nü izleyenler, bugünle ilgili birçok soruyu da daha iyi kavrayıp cevaplarını daha kolay üretebilirler.Yılmaz Aysan’ın bu güzel çalışmasına katkıda bulunanlara da baktığımızda, tarihin yapılmasına ne kadar çok emek ve akıl katıldığını anlayabiliyoruz.68’de bir genç insan duvara “yasaklamak yasaktır” diye yazmıştı. O yazı bugün hâlâ dünyanın bütün duvarlarında duruyor.(*) Afişe Çıkmak / 1963-1980 Solun Görsel Serüveni / Yılmaz Aysan, İletişim Yayınları, 2013
“Son akşam yemeği” demiş. Bir başkası, “kuğunun son ötüşü” diyebilir. “Altın vuruş” da denebilir...Deniz Baykal’ın son hamlesi tam bir “altın vuruş.”CHP’nin soldan kurtulmasına, küçülerek yok olma sürecine girmesine katkıda bulunan bir “altın vuruş.”Baykal, CHP’de Bülent Ecevit’in yanında siyasete yukarıdan girdiğinde “sosyal demokrat” kanadın içinde görülürdü. Hızla Ecevit’e mesafe alarak kendi grubunu ya da “hizbini” kurdu.Bu ayrışmanın “siyasi”, “ideolojik” kaynakları hiçbir zaman anlaşılamadı.Baykal’ın, Ecevit’in hangi görüşlerinden farklı düşündüğü için “ayrıştığı” hiçbir zaman açık olarak anlaşılmadı.İç kavgalar sayesinde1980 darbesinden sonra askeri iktidarın koyduğu siyasi yasaklar kalkınca sabırla uzun bir “iç kavga”yı yürüttü. Siyasi fikirlerin çatışmasından çok, sonunda herkesi bıktıracak “hizipler arası iç iktidar kavgaları” olarak yürüyen bu mücadelelerin sonunda Baykal kazandı ve CHP Genel Başkanı oldu.Demokrasiye müdahale niteliğindeki bütün faaliyetleri “olumlu” bulduğunu hiç gizlemedi. Demokrasiyi değil devleti savunurken de ayağı tökezledi ve CHP’yi ilk kez Meclis dışında bırakan genel başkan olarak tarihe geçti.Gitti, yine geldi. Baykal yokken, CHP’ye modern bir sosyal demokrat parti kimliği kazandırmak istediklerini ilan eden grubun başarısızlığını ve Baykal’ın koltuğuna kolayca geri dönmesini CHP’liler de sosyal demokratlar da pek tartışmadılar.‘Değişimcileri halledin’Şimdi CHP yine bir yol ayrımına geldi. Ve bu yol ayrımında Baykal’ın partisine verdiği son akıl özetle şudur: Parti olarak değişime uzak durun, ülkenin değişmesine karşı durun.Yeni Genel Başkan gibi “hem ulusalcı hem sosyal demokrat” formülünü kullanırken de aslında şunu söylüyor: Bölünerek partiyi zayıflatmayın, ama muhafazakâr-devletçi yani ulusalcı çizginin altında durun...CHP’nin bu hatta kesin dönüş yapması için, kendisini solda, demokrasi ve değişim tarafında görenlerin bir “bölünme” izlenimi yaratmadan, usta olduğu yöntemlerle tasfiye edilmesini istiyor; açık açık tartışmadan, siyaset yapmadan, dünyanın gidişini izlemeden “halledin” diyor.Baykal kendi finalini bu “altın vuruş”la yaptı, bu vuruşun CHP’ye nasıl ulaşacağını da göreceğiz.