Deniz Baykal, CHP’nin barış karşıtı faaliyetlerini zayıf bulmuş ki, kendisini tekrar meydana attı. Yüz yıllık korkutmanın devamından başka bir şey söylemiyor, “bölünürüz” sopasını bir de “zavallılık” kelimesi ekleyerek sallıyor.“Zavallılık” kelimesinden gidersek; müesses nizamı sürdürmek, kendi iktidarlarını korumak için “bölünürüz-irticanın pençesine düşeriz” korkutmasından başka siyaset bulamayan bir anlayışa o kelime bugün çok daha iyi uyuyor.Genç insanların ölmeye devam etmesi ve bütün vatandaşların eksik demokrasiye mahkûm bir yaşamı sürdürmesi için uğraşanların hâlâ insanları korkutmaktan medet ummaya çalışmalarıdır “zavallılık”.Kimin aleyhine?Kendisini bildi bileli “bölünme” korkusu dayatılmış bir toplumda silahlar hiç susmadı, bu korku adına özgürlükler hep kısıtlandı ve bölünme korkusu da hiç bitmedi.Silahlar patladı, zulmün her türlüsü kullanıldı, yasağın her türlüsü uygulandı ve bölünme korkusu hep canlı kaldı.Baykal ve müesses nizamın kendisini solcu diye yutturan milliyetçi-muhafazakâr-devletçileri bunu düşünmek ve açıklamaya çalışmak yerine CHP-MHP-İşçi Partisi ittifakına dayanan bir cepheyle demokrasiye direnmeye devam ediyorlar.Baykal ‘korkutma’larında “lehte-aleyhte” gibi kelimeler de kullanıyor.Silahların susması kimin aleyhine bir durum yaratacak? Bir ülkenin ikinci sınıf muamelesi görmüş vatandaşlarının demokrasinin nimetlerinden faydalanması neden başkalarının aleyhine sonuçlar yaratacak?Pek zayıf bir hamleYüz yıldır korkutularak yönetilmiş bir toplumda kuşkusuz bazı tortular kalacaktır, ama toplumun çoğunluğu bu korkulardan sıyrılmayı bildiği için barış-demokrasi tarafında duruyor. Barış süreci ilk telaffuz edildiğinde kamuoyu araştırmalarında destek verenlerin oranı yüzde 38’di, şimdi yüzde 58’dir. Çekilme kazasız belasız, provokasyon ve sabotajlar etkisiz kılınarak gerçekleştiğinde yüzde kaça çıkacağını “karşıtlar” düşünsün.Bölünme korkusunu canlı tutmak için Baykal’ın öne sürülmesi pek zayıf bir hamle oldu. Bu saatte Baykal’dan medet ummak, Baykal’ın sözleriyle “ulusalcı cephe”nin kuvvet kazanacağını sanmak gerçekten çok zayıf bir hamle doğurmuştur ve siyasi tıkanmanın açık kanıtıdır.
İsrail’in Mavi Marmara nedeniyle özür dilemesinin ardından yapılan bazı yorumlar “tüh bu da AKP’ye, Erdoğan’a yarayacak” duygusunu aşamadı. Her şeyi, dar bir iç politika faydasından görmeye alışmış olanlar için, bizim de içinde bulunduğumuz Orta Doğu’daki değişimleri izlemek kolay değil.Arap baharı, bir yandan kökleşmiş rejimlerin değişebileceğini, insanların daha iyi bir dünya için bu coğrafyada da harekete geçebileceklerini gösterdi.Aynı zamanda da bu dönüşümlerin kısa sürelerde sağlanmasının ne kadar güç olduğunu da gösterdi.Anahtar SuriyeTürkiye, bölgede daha etkili bir “aktör” olma politikasını seçerken, “komşularla sıfır sorun” hedefinde ciddi sarsılmalar da yaşadı. Hem İsrail’le hem İsrail’in baş düşmanlarıyla sorunlu olmak açıklaması güç bir çelişki şeklinde önümüze çıktı.ABD ve Batı’nın Orta Doğu’daki değişim planlarının göbeğinde hâlâ İran duruyor. İran’ın “yalnızlaşması” için de Suriye’deki değişim en önemli anahtar olarak görülüyor. Anahtar çalışırsa İran’ın kontrolündeki Şii ekseninin yapısı bozulacak, yalnız kalan İran siyasi baskılara daha açık hâle gelecektir.Bu süreçte Filistin meselesinde de gelişme sağlayarak, bölgesel çatışmaların tek eksenini İran’a indirmek isteyen ABD yine, Obama’nın “Filistin devleti” açıklamasıyla bunun işaretini verdi.Savaşı bitirmekŞu anda; bütün silahların hazır beklediği bir çatışma düzleminde “Şii baharı”na kadar uzanabilecek bir süreç için iyimser olunabilecek bir ortam görülmüyor.İsrail’in özür dilemesi bulunduğumuz noktada Türkiye’yi “etkili aktör” olmaya davettir. Bu süreçte Türkiye’nin bölge için hedefi de bir “Şii baharı”ndan başka bir şey olamaz. “Şii baharı”nın içinde Irak’ta süren Şii-Sünni savaşı da vardır, İran’ın kendisini bir savaş odağı ve hedefi olmaktan çıkartması da vardır.Türkiye, hem Batı’nın hem Orta Doğu’nun ucu olarak ‘Doğu’sundaki bütün baharlarda etkili olabilmesinin yolunun, kendi savaşını bitirmekten ve “demokrasiyi başarmış” önemli bir örnek olmaktan geçtiğini biliyor.“Şii baharı”nın da yolu Ankara’dan geçiyor.
Nevruz’un haftası dolmadan, şu andaki durum ve sonrasıyla ilgili yaygın algı BDP’li Demirtaş’ın sözüne daha yakın görünüyor: “İşin yüzde 99’u bitmiştir.”Bir de tam karşı pozisyon var: “Daha hiçbir şey olmadı, olması da zor.”Bu “olumsuz” hissin dayanakları, bundan önceki ateşkesler ve çekilmenin devamının gelmemiş olması ve Hükümet’in “somut adım” sayılacak icraatlarının henüz ortaya çıkmamış olması. Bu bakış, pek taraftar bulamıyor. Çünkü Nevruz’da herkes Öcalan’ı dinledi, daha sonraki açıklamaları da izledi.Herkesin gördüğüPKK’nın liderinin “bağımsız devlet” ve “özerklik” hedeflerini terk ederek demokratik siyaset hedefi koymasının en somut siyasi adım olduğunu herkes görebiliyor.Ateşkes ve sınır dışına çekilme kararlarının “ittifakla” alınmasının silahların susması yolunda en somut adımlar olduğunu da herkes görebiliyor.Bu gelişmeleri, “AKP şişinmesi” olarak azımsama, küçümsetme çabaları ve olumsuz senaryolar üretimi ancak CHP ve ulusalcı çevrelerde destek görebiliyor.Bu olumsuzluk üretimlerinin sona ermesi için, çekilmenin de kazasız belasız gerçekleşmesi gerekiyor.“Çekilme”, bin 500 silahlı insanın silahlarıyla birlikte sınır dışına çıkmasıdır. Bu, kolay bir iş olmadığı gibi “kazasız belasız” gerçekleşmesi için de sağlam bir altyapı şarttır.Çekilen gruplar arasında, manipüle edilebilecek olanlar da vardır; kaza da yaratabilir bela da çıkarabilirler.Özel yasa çözebilirÖte yandan, çıkışın sağlanması için bir “hukuki” altyapı talebi devletin güvenlik sorumluları açısından da yerinde bir taleptir. Serseri mayınların yol açabilecekleri kazaların sorumluluğunu taşımak, hesap vermek zorunda kalmak kimsenin isteyebileceği bir durum değildir.“Ülkenin yasa dışı silahlardan temizlenmesi” üzerine kurulu, bütün yasa dışı silahların devlete teslimi veya ülke sınırı dışına çıkarılmasına ilişkin bir “özel kanun” bu sorunu çözebilir.Güvenlik güçleri teslim edilen silahları, kaynağını sormadan alır, sınır dışına çıkacak silahlar için de bir süre tanınır.Böyle “özel” kanunlar olağanüstü durumlarda her zaman kullanılmıştır, yine kullanılabilir. Hukukçular tarafından “doğru” formüle edilmiş böyle bir yasal düzenlemeyle “çekilme”nin çok daha kısa sürede tamamlanması sağlanabilir.Bu kararın Meclis tarafından alınmış olması da belki CHP’de bir “uyanış”a vesile olur.
Doğan Akın’ın yazdığı, bir gün sonra yayınlanacak röportajın duyurusunu T24’te görünce “gazeteci duruşu”nun ne olduğunu düşünen olmuştur umarım.Günlerdir, Hasan Cemal’in Milliyet’ten ayrılmak zorunda kalması üzerine tepki, yorum ve üzüntüleri izliyoruz. Bu olayın, Türk basınının tümü için bir başarı hikâyesi olmadığından kimsenin kuşkusu yok.Hasan Cemal’in karşısındaki sandalyeye oturmamın üzerinden 38 yıl geçti. Bu 38 yılı düşününce, son haberiyle birlikte en tavizsiz şekilde altı çizilen kelimeler “gazeteci duruşu” oluyor.Kimsenin rencide olmasına gerek yok, gazeteciliğin ne olduğu ve ne olması gerektiğiyle ilgili yanlışları düzeltmekteki eksiklerimizi çok açık önümüze koydu Hasan Cemal’in “gazeteci duruşu.”Acil adımlarGazetesiz Hasan Cemal Kandil’e gitti, barış sürecinin bundan sonraki aşamasında birinci aktör konumunda olan Karayılan ile görüştü ve röportajını T24’te yayınladı.Bugünün sorularının cevapları Kandil’deydi, bu cevapları yerinde alan Hasan Cemal birçok meselenin daha yerli yerine oturmasını sağladı.Karayılan’ın söylediklerine gelirsek: Öcalan’ın Nevruz’da çizdiği siyaset ve gelecek tablosuna tam bir uyum bulunduğunu söyleyebiliriz.Şimdi yapılması gereken, silahlı güçlerin Kuzey Irak’a çekilmesidir ve daha önceki deneyler dolayısıyla Karayılan “hukuki bir altyapı” istiyor. Bunun Türkçesi şudur: “çekilme sürerken güvenlik güçleri operasyon yapmasın, daha önce olduğu gibi yüzlerce insan ölmesin, bunun için bir hukuki dayanak sağlansın.”Karayılan “orta kademede” sorunlar olduğunu kabul ediyor, bunların giderilmesi için sürekli görüşmeler yaptığını söylüyor, ayrıca bu konuda Öcalan’ın desteğine ihtiyacı olduğunu belirtiyor.CHP’nin katkısıBir “sonbahar” kelimesi var; ama herhangi bir provokasyona ya da birçok provokasyona imkân vermemek için “hızlı” davranılması gerektiği de yerinde bir tespittir.Karayılan, defalarca ve çok açık olarak silah döneminin bittiğini söylediğine göre, dönemin artık “demokratik siyaset” dönemi olduğunu belirttiğine göre, sürecin yönetimi tümüyle siyasi iradeye, siyasi iradelere geçmiş oluyor.Herkes için, bütün ülke için demokrasi...CHP’liler de bir gözlük ayarı yapıp, Öcalan’ın mektubunu ve Karayılan’ın Hasan Cemal’e söylediklerini art arda bir kez daha okurlarsa bir önceki cümlenin gerçekleşmesi için hayati katkılarda bulunabilirler.Sağol Hasan Cemal.
Bu yılın 21 Mart günü, Nevruz’da savaşın bittiğinin ilan edilmesi, Türkiye’de yaşayan 76 milyon insan için iyi mi oldu, kötü mü oldu?Soru budur ve “kötü oldu” diyenler ya “algıda bayağı seçici”dirler veya kanla beslenen mahlûklardandırlar.Kanla beslenmekten kasıt, belli iktidar imkânlarına sahip olmak için ülkesinin savaş hâlinde olmasından, sürekli silahların bombaların patladığı bir ülke olmasından medet ummaktır; yasa dışı işlerini yürütebilmek için, çıkar sağlayabilmek için savaş ortamına ihtiyaç duymaktır...21 Mart mutsuzlarının bir kısmı da belledikleri siyaset tarzlarının çöktüğünü görenler, barışa değil savaşa oynamanın kaçınılmaz cezasının yaklaştığını hissedenlerdir. Basit bir siyasi hesap yaptıla. Ülkeye barışı getiren siyasi güç, insanların beklentisini gerçekleştirirse “halk desteği” olarak bunun karşılığını görecektir, diye doğru bir tespitte bulundular. Ama ardından yanlış bir sonuca vardılar, Erdoğan’ın aldığı siyasi desteğin ve etkinliğinin kırılması uğruna barış sürecinin başarısız olması için çalıştılar.Ruhlar kararmamışsaEvet, bütün ülke 21 Mart günü barışın ilanını izledi, sessizce izledi, tarihte kalmış korkularla şuuru bulanmamış, Erdoğan oyunu artıracağına biraz daha insan ölmesine razı olacak kadar ruhu karışmamış herkes derin bir oh çekti.1925’te ilk silahın patlamasından 88 yıl sonra ilk kez kalıcı ve demokrasi üzerine kurulu barışa bir adım kala, bütün Türkiye vatandaşları, hatta Türkiye sınırları dışında da bir 10 milyon insan gelinen noktadan sadece mutlu olur.Barıştan, demokrasiden korkmaya devam eden siyasi mihrakların bugünkü tedirginliği de anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü “Marifet iltifata tabidir”, barışı gerçekleştirenler de hak ettikleri “iltifat”ı alacaklardır. 21 Mart’ın mutsuzları, bundan sonra da demokrasi adımlarını engellemek için çalışmaya devam edeceklerdir. Ama onlar da yastığa baş koyduklarında, gözlerini kapayıp vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında “sonuçta artık insan ölmeyecek” diyorlardır.“İyi mi oldu kötü mü oldu” sorusundan başlandığında zihinler ve vicdanlar daha kolay açılabilir, tabii ki ruhlarda kararmalar yoksa.
Türklerle Kürtler bin yıl bir arada yaşadılar, son doksan yıldır “savaş hâli” içindeydiler. Tekrar 1924 öncesine dönmemeleri, “helalleşerek“ yeni dünyada yerlerini birlikte almamaları için bir neden yoktur.Abdullah Öcalan bunu anlattı, bunun yol haritasının esasını aktardı ve Diyarbakır’da Nevruz alanını dolduran bir milyon Kürt de, orada olmayan Kürtler de, bu yoldaki desteklerini açıkça tekrarladı.İki ana unsurÖcalan’ın ortaya koyduğu “siyasi perspektif“te iki ana unsur var. Silahlı mücadele dönemi bitmiştir, ama siyasi mücadele olacaktır, çünkü Kürtler ve bütün “Türkiye vatandaşları“ için demokrasi mücadelesi gerekiyor.İkinci unsur da “Misak-ı Milli” tanımıyla anlatılıyor:“Misak-ı Milli” belirtilen sınırlar içinde “tek vatan“dır, bunun altında bir sınır gerçekleşmiştir, ama “dostluk” yoluyla tekrar esas “misak-ı milli” gerçekleşebilir; Türklerle Kürtler birlikte bu yapıyı oluşturabilir.Söylenen, “tek vatan“ın “misak-ı milli” üzerinden ve halkların “helalleşerek” tekrar kardeşlik-dostluk üzerinde birlikte bu “vatan”da yaşayabilmelerinin tanımıdır.Siyasi perspektif “bağımsız Kürdistan” değil, halkların barış içinde, demokratik bir toplumda bir arada yaşamalarıdır.İlk iki adımÖcalan Nevruz mesajında, barış sürecinin iki adımını bir araya getirdi: Silahların susması ve silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi.Bu çağrıda üçüncü adımın, “silahların bırakılması“nın da eklenmiş olmasını bekleyenler, isteyenler meseleyi tam bilmeyenler veya “muhalif” ses çıkarmış olmak için konuşanlardır.“Silahların bırakılması“nda birçok “teknik” alt madde söz konusudur. Bunu yürütecek olan da Kandil‘dir ve bütün “teknik” meseleler burada çözülecektir.Mevcut durumda, sınır dışına çekilme aşamasına gelindiğinde Başbakan’ın “sınır dışına çekilme oluyorsa zaten operasyonlara gerek yok“ sözü geçerlidir.Eğer sınır dışına çekilme gerçekleşirken operasyonlar yapılır, Kuzey Irak bombalanırsa, bunun tek anlamı sürecin sabote edilmesi olacaktır. Askeri yetkililerin açıklaması ne olursa olsun böyle bir durumda, “çözüm karşıtları“ bayram edecek, Kandil barışa evet demiş olmalarına karşı kendilerini “ihanete uğramış” hissedecek, Kuzey Irak Kürtleri de zor durumda kalacaklardır.Artık silahların patlamadığı bir ülke olmanın eşiğine gelirken, patlayan bombaların ne anlama geldiğini de bütün ülke çok açık görüyor.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek, medeni bir anayasanın ana omurgasının ittifakla olmasa da geniş katılımla ortaya çıkabileceği umudunu taşıyor, bunun için uğraşıyor.Anayasanın ana omurgasından kasıt, temel hak ve özgürlüklerin korunmasına dayanan özgürlükçü bir yapıdır.Çiçek’in çabası da bu hedefte gidilebilecek en ileri noktaya kadar gidilmesini sağlamak üzerine.AKP ve hükümet ise şu anda Çiçek kadar iyimser görünmüyor. Ana eğilim, Çiçek’in de bir noktada havlu atması ve AKP’nin imzasını taşıyan bir metinle Meclis’e gidilmesidir.‘Başkanlık’a mesafe...Bir süre önce AKP’nin getirdiği, “yüksek yargının tek çatı altında birleşmesi” önerisinin “hazmı” gerçekleşmedi, yeni yapının tartışılması yerine, tartışma ve tepkiler “üyelerin seçimi” konusunda tıkandı.Başkanlık sistemiyle ilgili tartışmalar durmuş vaziyette. AKP’nin, Erdoğan’ın başkanlıkla ilgili kararlılığına ilişkin soru işaretleri ise kesilmiş değil. Kamuoyu araştırmalarında başkanlık sistemine geçişe evet diyenlerin oranı hâlen yüzde 38 olarak görünüyor. Bu da AKP’ye, Erdoğan’a oy verenlerin ve verecek olanların önemli bir kesiminin de bu konuda mesafesini koruduğunu gösteriyor.Başkanlık sistemini de içeren bir yeni anayasanın, parlamenter sisteme dayalı, yargı bahsinde makul düzeltmelerin yapıldığı bir anayasa kadar toplumun desteğini alıp alamayacağına ilişkin soru ortada duruyor.Kişileri konuşacağızBaşkanlık sistemli anayasa, eğer son senaryolarda sözü edildiği gibi eylülde halkın önüne getirilebilirse, halkın onayını alması için ikna edici birinci kuvvet Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.Ama iş bir sistem değişikliğinden çok “Erdoğan başkan olsun mu olmasın mı” sorusu üzerine döndüğünde konu tümüyle “kişi” meselesi olacaktır.Yani yine sistem, ilke vb. temel meseleleri değil, kişileri konuşacağız ve bunun üzerine karar vereceğiz.Yüzde 38 olan bir toplum desteğini, eylül ayına kadar en az yüzde 51’e yükseltmek hiç kolay değildir.Eylül çok yakın, ardından yerel seçimler ve başkanlık-cumhurbaşkanlığı seçimi geliyor. Hangi toplum için olursa olsun, çok yorucu bir gündem.
Barış süreciyle ilgili olarak en başından beri kuşkuyla bakılan alan ‘Kandil’ oldu. Bu kadar açık yürüyen bir süreçte, böyle bir “yorum” bolluğu yaşanmasını doğal karşılamak gerekir.Yüzyıllık bir sorunun çözümü için ilk kez, açık bir siyasi irade ve geniş bir toplum desteği ortaya çıkmışken, “çözüm uzmanları” da meseleye ne kadar vakıf olduklarını göstermeye çalışıyorlar.Kandil’le ilgili kuşku ve soruların ilk aşaması geçildi, PKK’nın elindeki rehineler serbest kaldı.İkinci aşamada Nevruz kutlamaları ve buralarda verilecek mesajlar var...Boş durmuyorlar...Nevruz beklentisi sürerken, BDP de sadece Diyarbakır’da toplantı yapılacağını açıklamışken kuşku üretim merkezlerinden iki haber yayıldı.Önce Nevruz’da 81 şehirde “Öcalan’a özgürlük toplantıları” yapılacağı haberi çıktı. Böyle bir girişim olmadığı hâlde, böyle bir haberin çıkmasının en doğal sonucu, “Öcalan salınacak” cümlesi çerçevesinde yapılan spekülasyonların gündemin önüne geçmesidir.İkincisi de bir “pekiştirme” haberi olarak “Öcalan’ın Nevruz mitinginde video konferans” yapacağı söylentisiydi. Böyle bir şey olmadığı hâlde, bu “pekiştirme” girişimi de bazı siyasilerin kuşkulara katkıda bulunmasına yaradı.Sürecin esası şeffaf yürüyor, ama bu her şeyin kamuoyuyla paylaşılacağı anlamına da tabii ki gelmiyor. Bu ortamda da “kuşku üretme merkezleri” devreye giriyor.Güçlü iradenin rolüÖnümüzdeki haftanın, sürecin sağlıklı ilerlemesi için çok önemli olduğunu görmek çok zor olmasa gerek. Hatta zamanın daha iyi kullanılması, sürenin kısaltılması yolunda çabalar olduğunu da “iyi haberler” kısmına ekleyebiliriz.İmralı görüşmesi metninin sızması üzerine çıkan gürültülerin süreçte herhangi bir duraksama yaratacak etkisi olmayacağını söyleyenler de haklı çıktı. Siyasi iradelerin sağlam ve kararlı durmasının bilinçli ya da bilinçsiz her türlü engelleme girişimini etkisiz kılacak asıl “kuvvet” olduğu görüldü.Asılsız haberler de üretilecek, şuursuz girişimler de olacak. Bunlara karşı panzehir, siyasi ve toplumsal iradenin, barış iradesinin kuvvetidir.