Haberin Devamı
Cumhuriyet tarihinin en önemli davaları devam ediyor. Bu önemli davalarda, yarım yüzyılın “müdahale” gelenekleri yargılanıyor.
O geleneklerde şiddet de var, zulüm de var, işkenceler de var, faili meçhuller de var. Çok bol miktarda insan hakları ihlalleri de...
Ama hâlâ bu davaların içerikleriyle ilgili kuşkular da var.
Davaların yürütülüş şekli, güvenlik güçlerinin çalışma alışkanlıkları dava süreçlerine bol miktarda soru işareti ekleyince olayların esası giderek gözlerden uzaklaştı.
Yargı, demokrasi tarihinin utanç verici olaylarının aydınlanması yönünde mi çalışıyor, yoksa sürekli yeni soru işaretleri üreterek kafa karışıklığını artırmayı, dolayısıyla yakın tarihin karanlıklarının devam etmesini mi amaçlıyor?
Büyük siyasi davalarla ilgili olarak bu soru epeydir soruluyor. Sadece bu “ana” soru değil, örneğin “uzun tutukluluk” hâlleriyle ilgili olarak yargının sarsılmaz bir direniş göstermesinin nedenleri de haklı olarak soruluyor.
Türk yargısının, eğitimin ilk anından itibaren tümüyle “devletçi”, kendisine verilmiş “önce devleti koruma” tanımlarına sıkı sıkıya bağlı bir yapıyı koruduğu biliniyor.
Bu yapıda “insan hakları” ve “demokrasi” gibi kavramlar, “kamu vicdanı” gibi etik kaygılar, “önce insan” gibi medeni ufuklar bulunmuyor.
Bu yapıda “bir pankarta, bir cümleye otuz yıl hapis” gibi durumların vicdani rahatsızlık yaratması da söz konusu değil...
Yakın dönemde, birçok yasa değişikliği yapıldı, “reform” niteliğinde birçok gelişme sağlandı.
Ama temel zihniyet öyle kökleşmiş ki, bu değişikliklerin çok az bir kısmı hayatta karşılığını buldu.
Eski dünyanın en büyük direniş alanı hâlâ yargı.
Bu direnişle “ikinci vesayet sistemi” korunmaya çalışılıyor ve başarı da sağlanıyor.
Neredeyse her yargı kararı tartışma konusu oldukça, herkes yargıdan şikâyetçi oldukça “adalet” kavramının sıfırlandığını gören hukukçuların çıkması bekleniyor.
Umutlar her gün biraz daha azalsa da yargıda bir “demokratik devrim” hareketini başlatacak hukukçular ve bu harekete yol verecek siyasi irade beklenecektir.