AKP’nin ulaşmış göründüğü yüzde 54’lük oy oranı, serbest seçimler tarihimizdeki en yüksek oran değil. Demokrat Parti 1954 seçiminde yüzde 57,6 oranında oy aldı.Demokrat Parti (DP) ilk serbest seçim sayılan 1950 seçiminde yüzde 52,7 ile iktidar oldu, 1954’te yüzde 57,6’ya yükselerek hâlen de DP’de olan rekoru kırdı...Girdiği üçüncü seçimde ise DP’ye ciddi bir seçmen uyarısı gelmiş, 1957’de oy oranı yaklaşık 10 puanlık düşüşle yüzde 47,9’a inmiştir. Seçmen çok açık bir şekilde uyarmış ve ardından 27 Mayıs 1960 askeri darbesi gelmiştir...***1965’te, darbe ortamından belli bir serbestliğe geçişin sandığa yansıması Demirel’in Adalet Partisi’nin (AP) aldığı yüzde 52,9’luk oydu. 1969’da da seçmenden uyarı geldi, AP’nin oyu yüzde 46,5’e indi ve ardından 12 Mart 1971 askeri müdahalesine toslandı.Demirel’in bundan sonraki, Doğru Yol Partisi (DYP) olarak, 1991 seçim galibiyetinin oy oranı yüzde 27’dir. 1969’dan itibaren halk, yönetme ehliyetini tekrar Demirel’e vermemiştir.1983’te, 1981 darbesinin tepkisi Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin (ANAP) aldığı yüzde 45,1’lik oydur. Özal rüzgârına rağmen, ANAP’ın bir sonraki seçimde, 1987’de aldığı oyun oranı yüzde 36,3’e düşmüştür.Merkez sağın güçlü partileri, AP-DYP’nin de ANAP’ın da bir patlamayla doğma, hemen ardından inişe geçme ve tasfiye olma süreçlerinin, tıkanma noktalarının benzerliği gibi halkın beklentilerini karşılamadaki zaafları ve sonunda demokrasiyi duvara çarptırmaya katkıları, görmek isteyenlere çok şey anlatıyor.***CHP’nin 1961’de hemen darbe sonrasında yüzde 36,7 ile seçim galibi olmasının tahlile gelir bir tarafı yok. Ama Ecevit’in CHP’si 1971 darbesi sonrasında 1973’te yüzde 33,3’le birinci oldu, 1977’de de “Kıbrıs” etkisi ve Ecevit rüzgârıyla yüzde 41,4’e ulaşarak ikinci galibiyetini aldı.Seçmen tam 22 yıl sonra, uzun siyasi ve ekonomik krizlerin ardından 1999’da Ecevit’e tekrar birincilik verdi, sadece yüzde 22,2 ile...Serbest seçimler tarihimizde seçmenin ana eğilim ve beklentileri, askeri darbelere tepkisi, temel bir hat izliyor. Bu hatta “demokrasi” 1950’den beri en önemli yeri tutuyor.***AKP’nin üç genel seçimde aldığı oy oranlarını da tekrarlayalım:2002: Yüzde 34,43 (ikinci CHP 19,41)2007: Yüzde 46,58 (ikinci CHP 20,88)2011: Yüzde 49,80 (ikinci CHP 25,98)2007’de AKP’nin yaptığı sıçrama gibi, 2011’de CHP’nin yükselişi de seçmenin esas olarak gösterdiği yönün çok açık ifadeleridir.Şimdi “yüzde 60” gibi bir oranı telaffuz edebilmek için de halkın altmış yıldır ısrarla tekrarladığı taleplerini bugün ve yarının koşullarıyla kavramak gerekiyor.
Kısa bir süre önce kamuoyu araştırmalarında AKP’nin oy oranı yüzde 50’nin altını göstermeye başlamıştı. Uludere’yi toplum bir kırılma noktası olarak algıladı. Barışla ilgili iyimserlik aşağı doğru seyrederken, üzerine Suriye krizi eklendi.Esas olan konularda iyimserlik azalınca, bu gidişe kolayca ekonomi de eklenir, nitekim öyle oldu. Suriye meselesiyle ilgili algı karışık da değildi. Yakın komşumuza demokrasinin gelmesi iyi olur da bunun için Türkiye’nin savaşa girmesini kim destekler sorusunun cevabı toplum açısından açıktı.***KONDA’nın araştırmasında AKP’nin oy oranının yüzde 54’e yükselmesi, toplumun bilinen talep ve beklentisinin çok açık bir tekrarıdır.Barışçı çözüm için çok kuvvetli bir hamle yapıldı ve Suriye ile savaş ihtimali yakın bir korku olmaktan çıktı.“Kürt-terör meselesini çözerse AKP-Erdoğan çözer” kanaatinin güçlenmesinin, Kürt siyasetinin de bu kanaatin güçlenmesini sağlayacak siyasi çizgide kararlılık göstermesinin doğal sonucu AKP’ye toplumsal desteğin artması olacaktır.***Sert kutuplaşmadan siyasi etkinlik sağlama siyaseti izleyenlerin bazen başarılı olarak kullandıkları “demokrasi arızaları”nı teşhis eksikliği AKP’nin “yumuşak karnı” gibi algılanıyor.Fiili “tek parti sistemi”ne dönük bir süreç açılmıştır.MHP lideri Bahçeli “yok artık yüzde 70 mi alacak” derken kendi ağzıyla bu durumla ilgili uyarıda bulunuyor.“Demokrasi arızaları”nın teşhis ve tedavisinin gündeme gelmesi, barış sürecinin yanına eklendiği zaman Bahçeli’nin uyardığı üzere “ulusalcı muhafazakâr” direncin küçülme süreci de başlayacaktır.***Geçen on bir yıl “demokrasi korkusu”nun boş olduğunu geniş kesimlere öğretti, yine de çok değerli zamanlar kaybedildi. Bahçeli’nin korktuğu yüzde 70 oranı değişik rüyalara konu olabilir, ama süreçleri tamamlayarak ilerleyen bir siyasi irade için yüzde “60” oranı doğal ve meşru bir hedef olacaktır.Siyaset, kurulan hayalleri gerçekleştirmeyi başarmak ve bunun takdir edildiğini de görmek için yapılır.‘Toktamış Hoca’Bazılarına ‘hoca’ sıfatı çok yakışır. Toktamış Ateş’e de yakışırdı. Öğretmek için sonsuz heyecanıyla yakışırdı. Hiçbir farklılığı dışlamamasıyla yakışırdı. Hoşgörüsüyle yakışırdı.Bizim kuşağın bütün sert çatışmalarının içinde bağnazlıklara karşı duruşuyla hemen ‘hoca’ olmuştu, hep öyle kaldı.Her fikrin sorgulanabileceğini, hiçbir fikrin “düşman” olarak algılanmaması gerektiğini öğretmeye çalıştı. Farklı dünyaların ‘hoca’sı olmanın güçlüğünden yılmadı.Güle güle Toktamış Hoca...
Bu soru oldukça sık sorulmaya başlandı. Soruyu soranların “pratik” bir siyasi yaklaşımları olduğu anlaşılıyor: Son dönemde yaşanan sarsıntılara rağmen AKP’nin yüzde elliye yakın bir oy oranına sahip bulunduğu görülüyor.Böyle bir seçmen desteği de önümüzdeki yıllarda yapılacak üç seçimi kazanmak için yeterli.O hâlde AKP, karşılaşacağı güçlüklere rağmen neden Kürt meselesi ve medeni anayasa gibi iki zor meselede ciddi ilerleme sağlamak istiyor?Buradan hareketle sorulan ‘neden’ sorusunun altında yatan “pratik” siyasi yaklaşım da şu: Bu iki büyük meseleyi “dondurma” pozisyonuna alırsın. Zaman zaman çözüm iradesini terk etmediğin izlenimi verecek bazı şeyler söyler, geçici hamleler yaparsın, böylece “ateşten gömleği” de giymemiş olursun...***Yirmi yirmi beş yıl sonra toplum içerisinde insanlar, bugünün siyasileri, bugünün iktidar sahipleri hakkında konuşurken o iki zor meselede; Kürt meselesi ve medeni anayasa meselelerinde ne yapılmış olduğuna bakacaklar.Tabii ki ekonomi ve genel hayat düzeyiyle ilgili sorular da sorulacak.Ama esas olarak ortada hep o iki mesele olacak.Yirmi yıl sonrasının kanaatleri için iki ihtimalden söz edilebilir:- Birincisi: “İyiydi hoştu, çok iş yaptı ama iki temel meseleyi kalıcı şekilde çözemedi.”- Ve ikincisi: “Büyük bir siyasi cesaret göstererek ülkeyi birkaç seviye yukarıya çıkarmayı başardı.”Siyasiler, iktidar sahipleri yirmi yıl sonra kendileri hakkında hangisinin söylenmesini istiyorlarsa onun gereğini yapacaklar...*****‘Gazeteci’ye vedaMehmet Ali Birand gazeteciydi. Uzun bir süre, etkili bir gazetecilik yaptı ve çabalarının değerini gazeteci olmayanlar da gördü.Bazı cesaret örnekleri, tabii ki gazetecilik için yapılmış işler hep hatırlanacak.Ağır baskı dönemlerinde Birand’ı dahi “vatan haini” listesine koyanlar da hatırlanacak, ama onların nasıl hatırlanacağı belli!Birand’ın yakın tarihimizin hemen bütün önemli konularına el atarak yaptığı ciddi eğitim hizmetinin değerini de bilmek gerekiyor.Gazetecilikte fazla dost edinmek kolay değildir; ama meslekteki esas unsurun gazetecilik, herkesin bilgi alma hakkı olduğu hususunu gözünün önünden hiç ayırmayan gazeteciler dost kaybında hep en alt sınırda kalır. Birand da öyle yapmış. Huzur içinde uyusun...
Paris cinayetlerini işleyenler bundan bir sonuç beklediler. Kararı alan, planı yapan, tetiği çeken kimler olursa olsun, bu şahısların veya mihrakların bekledikleri bir yankı, etki ve alışılmış tepkiler vardı.Bekledikleri gibi olmadı.Bu şahıslarla ilgisiz ve bu mihrakların dışında olup, barıştan korkan çevrelerin bekledikleri de olmadı. “Gördünüz, AKP’nin politikası yine çuvalladı” demek için nefessiz bekleyenlerin umdukları da olmadı.***Savaş cephesinin temennileri tutmadığı gibi, dün Diyarbakır’da açılan bir pankart Türkiye Kürtlerinin “samimiyet belgesi” olarak kayda geçti: “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.’Cenaze törenleri, “yasal siyasi temsilci” konumundaki BDP’nin yönetiminde gerçekleşirken, BDP, tören düzeni ve konuşmalarla bir “kararlılık belgesi”nin altına imza attı.Bu törenler dolayısıyla BDP’ye ve tüm Kürt siyasetine doğru doğru, “isterlerse olaysız gösteri yapabiliyorlarmış demek ki...” diye geriye dönük bir “olumsuzluk” üretmeye çalışanlar hemen oldu.***Olay çıkmadığı, yine kan dökülmediği için sevinemeyenler olumsuzluk üretimlerine her fırsatta devam edeceklerdir.Ama bu üç günden üretilebilecek iki önemli “olumluluk” var:Törende toplanan Türkiye Kürtleri, kendi siyasi temsilcilerinin “barış süreci” politikalarını desteklediklerini bütün dünyanın gözü önünde ilan etmişlerdir.Türkiye Kürtlerinin ve hatta Kuzey Irak Kürtlerinin siyasi temsilcilerinin içinde “barış süreci” politikalarına ilişkin bir “çatlak” görülmüyor.Bu iki “olumluluk”, Paris cinayetleriyle başlayan tedirginlik günlerinin en önemli sonuçları olarak, bütün tarafların bu sınavdan geçtiğini gösterdi.“Bunu da atlattık önümüze bakalım” duygusu hep olacaktır, ama bu önemli sınavdan bu şekilde geçilmiş olması kuşkusuz “barış cephesi”nde ciddi bir “güven” yaratmıştır.***CHP Tunceli Milletvekili Aygün’e, taziye ziyareti sonrası başlatılan “linç” girişiminin yansımalarına dikkat edenler, kamuoyunun genel havasını da açık olarak görebilirler.Bu arada, Kandil’e yapılan hava saldırısı bile fazla öne çıkarılmadı.Türk uçaklarının 60 noktayı vurduğu açıklanırken öldürülen PKK’lılar için verilen sayı 7‘dir. Böyle bir haftada kapsamlı bir hava harekâtının “askeri” bir mantığı herhâlde vardır, bunu yetkililer ve sorumlular biliyordur.
Başbakan Erdoğan’ın telaffuz ettiği “samimiyet sınavı” kavramı mevcut durumun kilit kavramlarından belki de en önemlisi.“Barışçı çözüm” istediğini söyleyen bütün çevreler şu anda “samimiyet sınavı” ile karşı karşıya ve bundan sonraki her aşamada da öyle olacak.Bugüne kadar, siyasi yapının birçok unsuru “samimiyet sınavı”nda başarılı olmuş değildir, bu da “kararlılık zaafları”nın sürekli olarak ortaya çıkmasına yol açıyor.Samimiyet sınavı sözündeki “samimiyet”, temel meselenin çözülmesini gerçekten isteme tavrını anlatıyor.Kamuoyu uzun süredir bu talebini açıkça ortaya koyuyor. “Sürecin canlanması” ile birlikte kamuoyunun çok geniş kesimi bu tavrındaki kararlılığını gösterdiği için, siyasi yapının “tereddütlü” kesimleri de açık bir “karşı tavır” alamadı.***“Samimiyet sınavı”nın kapsamında sadece açık irade beyanı yok; her adımın, her cümlenin, barışçı çözüm amacına olumlu katkıda bulunmasına özen göstermek var.Paris cinayetleri dolayısıyla bir CHP’li milletvekilinin taziye ziyaretinin ardından edilen araba dolusu laf yan yana konulduğunda samimiyet sınavının ne kadar zor bir sınav olduğu görülecektir.“Samimiyet sınavı” halkın kuvvetle talep ettiği bir “kucaklaşma” hedefini sağlamakla ilgilidir ve bir taziye ziyaretinden bu kadar sert polemik üretilmesi, yok edilmesi şart olan “düşmanca refleksler”in püskürmesi iyi bir alamet değildir.***“Samimiyet sınavı”nın merkezinde, gündelik “siyasi kâr-zarar” hesabının terk edilmesi vardır. Şu anda siyasi yapının iktidar tarafı da muhalefet tarafı da bu hesaplardan arınmış görünmüyor.Belirleyici olan bir “siyasi hesap” halk tarafından yapılmış ve ilan edilmiştir: Silahların susmasını, medeni bir ülkede barış içinde yaşamanın koşullarını sağlayacak olan da bu hedefe ulaşılmasına katkıda bulunacak olan da halkın yaptığı siyasi hesabın kârlı çıkanları olacaktır.Paris cinayetleri dolayısıyla “samimiyet sınavı” herkesin önüne çok açık bir şekilde geldi, bundan sonra da sürekli olarak gelecek.“Samimiyet sınavı”ndan geçecek olanlar, bu sürecin bütün aşamalarında “şunun işine yarar-bunun işine yarar” hesabını terk ederek “esas”ı önde tutanlar olacaktır.
Paris cinayetleri üzerine yaygın senaryo yazımı devam ediyor. Herkes niyetine, temennisine göre cinayetlere bir yön çiziyor. Şimdi bir de “bu cinayetler aydınlanmaz” iddiası ortaya çıktı.Açıkça söylenmese de, bu iddianın içinde Fransa’daki çeşitli siyasi merkezlerin, Kürt meselesi ve PKK ile ilişkileri dolayısıyla bu cinayetleri bilerek aydınlatmayacakları inancı var. ‘İnanç’tan da öte bu ‘temenni’nin gerçek olduğu görüntüsünün ortaya çıkması hâlinde, sadece Kürt meselesinde değil aynı zamanda Ermeni meselesinde de “Türkiye karşıtı” bilinen Fransa hedef gösterilerek siyasi fayda temin edilecek...***Fransa devleti bu cinayetleri aydınlatamazsa bundan memnuniyet duyacak çok çevre var. Böylece bildik “Türkiye düşmanlığı” algısına ek yapılarak, “aslında bütün suç dış güçlerde” fikri bir kez daha yutturulmaya çalışılacak.Olabilir, Fransa devleti ve bu cinayetleri önemsediğini ilk andan itibaren gösteren sosyalist yönetim cinayetleri aydınlatamayabilir.Bu durumda sevinen gerçekten de çok olacaktır.Ama bütün o sevinecek olanlar şimdiden bir şeyi daha düşünsünler, kendi aydınlanmamış cinayetlerini bir gözden geçirsinler.Abdi İpekçi’den, Uğur Mumcu’ya, Çetin Emeç’e, Hablemitoğlu’na, Hiram Abas’a, Ahmet Taner Kışlalı’ya, Muammer Aksoy’a, Hamido’ya, Musa Anter’e... Aydınlanmamış onca siyasi cinayeti hatırlasınlar sonra Fransızlarla laf atıştırma yarışına girsinler.***Güldal Mumcu, Uğur Mumcu cinayeti sonrasında yaşadıklarını yazdı, henüz bir hukuk insanı soruşturmanın yeniden açılması için harekete geçmedi.Kışlalı, Hablemitoğlu, Emeç cinayetlerinin kapatılması için gösterilen sürat hâlâ çok kişinin kuşkusunu çekmiyor.Hiram Abas cinayetinin hâlâ tam bir esrar perdesi ardında durması çok az kişiyi rahatsız ediyor.Hrant Dink cinayetinin bir örgüt icraatı olduğunu kapatmak için askeriyle siviliyle onca kamu görevlisinin nasıl uğraştığını gördükleri, bildikleri hâlde gözünü kaçıranlar Fransa üzerinden “aydınlık” lafları etmeye cesaret edebiliyorlar.Aydınlanacak, aydınlanması gereken gerçekten çok şey var.Eğer Paris cinayetleri üzerine ettiğiniz lafların en küçük bir ağırlığı, inandırıcılığı olmasını istiyorsanız, gelin bu ülkede işlenen aydınlanmamış onlarca cinayeti aydınlatın.
Paris’te işlenen üçlü cinayetin ardından çok geniş bir çerçevede “spekülasyon” üretiminin devam etmesi son derece doğal.Öldürülenler Paris’te siyasi faaliyette bulunan üç kadındır, profesyonelce “infaz” edilmişlerdir; cinayetin işlendiği yer şehrin canlı bir merkezidir.Kurbanlardan biri PKK kurucularındandır, üst düzey sorumluluk taşımış, bir dönem Öcalan ile ters düşmüş, sonra geri dönmüştür.Bir dönem Avrupa’da, Fransa’da PKK çevrelerinin karıştığı para trafiği, hatta uyuşturucu meselesinden, mafya tarzı ilişkilerden çok söz edilmiştir...Ancak içeride ve dışarıda kamuoyunun ana “refleksi”, zamanlaması dolayısıyla cinayetleri esasen “barış sürecini önleme amacıyla yapılmış bir eylem” olarak görmek oldu.***Kürt siyaseti, cinayetlerin sorumlusunu, barış sürecinin engellemek isteyen “derin devlet” olarak ilan etti, tepkilerini bu yönde yürütüyor.Barış sürecine bir engel çıktığını düşünerek bundan memnuniyetlerini açıkça gösteren kimi çevreler de “PKK içi hesaplaşma” diye bağırmayı sürdürüyor.Barış karşıtları bu olayı sonuna kadar kullanmaya çalışacak, değişik çevrelerde zihin karmaşası yaratma çabalarını sürdürecektir.***Barış süreci AKP hükümetinin iradesiyle canlanmış, kuvvetli şekilde, sonuç alma umudu ve beklentisi yaratmıştır. Kürt siyasetinin de esas olarak bu hatta yer aldığı, İmralı’dan başlayan “müzakere sistemi”nin en ileri aşamalara gidebileceği umudu ve beklentisi içinde olduğu açık olarak görülüyor.CHP de bu aşamada “tekere çomak sokma” görüntüsü vermeme, kamuoyundaki yaygın iyimserliğin yanında durma özenini göstermeye devam ediyor.Paris’teki üçlü cinayet, doğrudan barış sürecine sabotaj hedefli olmasa bile, kimin “eseri” olursa olsun, planlayan da tetiği çeken de muhtemel sonuçlarını bilmiyor olamaz.***Olayın aydınlanmasını istemek Kürt siyasetinin de bütün kamuoyunun da hakkıdır. Ve bunun için de “tepkilerin yönetilmesi” gibi bir sorumluluk, hem sürecin başındaki iradenin hem de sürecin “son fırsat” olduğunu bilenlerin üzerindedir.Bu cinayetlerin yarattığı kriz de büyük olasılıkla aşılacak. Ama arkasından başka kanlı senaryoların gündeme sokulabileceğini siyasi iradenin bütün tarafları göz önünde bulundurmak ve bunu kamuoyunun önünde göstermek durumundadır.
Ankara’da “kabine revizyonu” lafı dolaşmaya başladı mı genellikle bir zaman sonra tevatür gerçeğe dönüşür.Revizyon lafının çıkmasıyla birlikte iktidar partisi içinde bir tür “eğilim” yoklaması da yapılmış olur.“En tepe”ye kolay ulaşamayanlar kendilerini hatırlatmanın bir yolunu bulmaya çalışırlar ve o aralarda da Ankara’da söylentiden geçilmez.Başbakan Erdoğan’ın gazetecinin sorusu üzerine verdiği işaretten, kabine değişikliğinin boyutunu anlamak zor, ama bir şeyler olacağı anlaşılıyor...***Değişiklik geçirecek olan kabine, değişiklik ne olursa olsun, “işi en ağır” kabinelerden birisi olacak.Bu değerlendirmeden, “önceki kabinelerin işi hafifti” anlamı çıkmaz, ama gelecek iki yılın gündemine baktığında, önümüzdeki dönem “işin çok ağır olduğunu” herkes görecektir.Kürt-terör meselesinde ve medeni anayasa çalışmasında, sadece müzakereyi yürütenlerin, sadece komisyonların değil; hükümetin bütün unsurlarının, bütün imkânlarla siyasi süreçlere katılması gerekecektir.Darbe davalarında önümüzdeki dönemlerde sona gelinecek. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nın “fazlasıyla cevval olması” şarttır.Bu dönemde, bazı uygulamalarla ilgili “temizlik”ler beklenecektir ki, demokratik sürecin en önemli ayağı en az pürüzle tamamlanabilsin...Söz konusu büyük siyasi gündemin yanında, ekonomiyi, halkın en büyük şikâyet konusu “sokaktaki enflasyon” ve işsizliği de hatırlamak gerekiyor...***Bu kabine ülkeyi yerel seçimlere, cumhurbaşkanı seçimine ve hemen ardından genel seçime götürecek.Üç seçimin sağlıklı yapılabilmesinin sorumluluğu da, seçimlerle ortaya çıkacak yeni süreçlerin sorumluluğu da esas olarak bu kabinenin sırtına yüklenmiş durumdadır.Kısa ve hızlı bu özet “işin ağırlığı”nı yeterince gösteriyor.Herhâlde bu ağır işe talip olanlar da neye talip olduklarının farkındadırlar.***Başbakan Erdoğan’ın “revizyon” bağlamında yapacağı seçimler, bu ağır süreci nasıl yürütmek istediğini gösterecektir.Her isim çok önemlidir; her yanlışın, her eksiğin maliyetinin her zamankinden fazla olacağı bir döneme girildiğini halk görüyor.Eskiden “ateşten gömlek” denirdi, bu kabinenin her üyesi gerçekten “ateşten gömlek” giymiş olacaktır.