Yoruldum ağırlığımı taşımaktan/ ellerimden yoruldum/ gözlerimden gölgemden/ sözlerim yangınlardı/ kuyulardı sözlerim/ bir gün gelecek ansızın gelecek bir gün/ ayak izlerimin ağırlığını duyacaksın içinde/ uzaklaşan ayak izlerimin/ ve hepsinden dayanılmazı bu ağırlık olacak.” Nâzım Hikmet’in insanı en geveze anında bile susturan bu dizeleriyle şubat ayında düzenlenen “Şehrime Ulaşamadan Bitirirken Yolumu/ Nâzım ve Vera İstanbul’da” isimli sergide karşılaşmıştım. Bizzat Nâzım tarafından kendi daktilosunda yazılmış bir şiirdi bu. Bir duvarda öyle sessiz sakin duruyordu. Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nda düzenlenen bu sergiyi eksiklerinden, çalakalem tasarısından ötürü eleştirmiştim ama beni bu şiirle tanıştırdığı için de çok sevmiştim. Tabii bu sergi, ayrıca şairin külliyatını devralan Yapı Kredi Yayınları’nın Nâzım Hikmet’i ve eserlerini sahiplendiğinin göstergesi olduğu için ayrıca sevindiriciydi. Böylece, şairin daha önce hiçbir yerde çıkmamış mektuplarında kalmış dört eseri “Öteki Defterler” adıyla yayımlanabildi. “Bir defter al, her gün duyduklarını yaz” Nâzım Hikmet’in “askeri isyana teşvik” ten 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’nde tutuklu bulunduğu sırada tuttuğu bu defterler, Mehmet Fuat arşivi düzenlenirken Piraye’ye yazılmış mektupların bulunduğu sandıktan çıktı. Bunlar şiir değil. Dört uzun metin... Daha doğrusu daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan roman ve hikâye parçaları. İlki “Orası” adını taşıyan bir roman... Hapishane ortamını, buradaki kişileri, ilişkileri anlatan roman, beş bölümden oluşuyor ve dört deftere yazılmış. Her bir defterin başında da Piraye’nin “Bir defter al. Her gün duyduklarını yaz. Eminim ki mektupların kadar güzel olacaktır” sözü yer alıyor. Yani, Nâzım, bu defterleri Piraye’nin motivasyonu ile yazmış... Böylece karısının aynı mektuptaki bir diğer tavsiyesini, “Bilirsin benim güzel bir huyum vardır, her felaket karşısında taş kesilirim, sen de öyle yap” sözünü dinlemiş. Nâzım’ın sadece dört bölümünü yazabildiği “Zeytin ve Üzüm Adası” ise İmroz (Gökçeada) adasında geçen kısa ama roman tarzında bir anlatıdan oluşuyor. Yüksek kaldırım ve tünel çevresinin renkli dünyasını, mübadelenin izlerini anlatan ama ismi konmamış bir diğer hikayeye yayınevi editörleri ise “Bayram” adını vermiş. “Öteki Defteler”in son metni ise Nâzım’ın hapishanede bulunduğu sıradaki düşlerinden oluşan çarpıcı bir metin. “Düşünmekten başka yapacak işi, düşünmekten başka hürriyeti olmayan adama” ithafıyla açılan bu metnin de adı yok. Editörlerin buna verdiği isim ise çok romantik: “Piraye’ye.” Çünkü bu son metin mektup türünde kaleme alınmış. Eh, zaten mektuplar da Piraye’ye değil mi?
29 Ekim ve 10 Kasım tarihleri yaklaşırken Atatürk’ün hayatı ile ilgili projelerin de son günlerine gelindi. Bunlardan ilki basına da yansıdığı üzere Can Dündar’ın senaryosunu yazıp yönettiği, müziklerini Goran Bregovic’in yaptığı 29 Ekim’de gösterime girecek olan “Mustafa” belgeseli. Bir diğeri ise stratejist, yazar Erol Mütercimler’in “Atatürk” biyografisi. “Fikrimizin Rehberi - Gazi Mustafa Kemal” adını taşıyan ve Alfa Yayınları’ndan ekim sonuna doğru çıkacak olan 21 bölümlük kitap yaklaşık 1000 sayfa. Bu nedenle, Alfa Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Rana Gürtuna, şu sıralar telefonlara bile cevap vermeden bu kitabı yayına hazırlıyor. Ancak, Alfa Yayınları’nın hummalı çalışmasının nedeni sadece kitabın uzunluğu ya da yaklaşan kitap fuarları nedeniyle yaşanan yoğunluk değil: Ergenekon Soruşturması! Hatırlayacağınız üzere soruşturma kapsamında gözaltına alınan ve daha sonra serbest bırakılan Erol Mütercimler’in evinde yapılan aramada, bilgisayarlarına ve tüm CD’lerine el konulmuştu. Bunların bir bölümü de Mütercimler’in 25 yıldır üzerinde çalıştığını anlattığı “Atatürk” biyografisine aitti. Mütercimler, bazı CD’lerine endişeli bir bekleyişten sonra ulaştı ve bu süreci kitabın önsözünde anlattı. İşte, henüz matbaaya bile gitmemiş kitaptan herkesin merak ettiği o süreci anlatan bölüm: Vali ve rektör devrede“Evimden alınan CD’lerim, bilgisayarımın ‘belleği’ ve dizüstü bilgisayarlarım polis tarafından geri verilmedi. Ders vermekte olduğum İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof. Ateş Vuran’dan, hiç olmazsa 25 yıldır emek verdiğim Atatürk kitabımın CD’lerini alabilmek için aracı olmasını rica ettim. Rektörümüz benim yanımda hemen İstanbul Valisi Muammer Güler’i aradı. Hemen ertesi günün sabahı erkenden rektörümüz beni telefonla arayıp Vali Güler’in gerekeni yaptığını ve ‘Ergenekon olayı’ savcısı Zekeriya Öz’e avukatsız gitmemi söyledi. Biraz ürkerek de olsa gittim. Ne de olsa hâlâ şüpheliydim. Savcı bir dilekçe yazdırdı. ‘Üstünde araştırması bitirilmiş olan, suç unsuru taşımayan materyallerimin iadesi...’ isteniyordu, ama terörle mücadeleden yalnızca CD’lerimin bir kısmını alabildim. Onlar da zarflarından çıkarılmış, iplere dizilmişti. Allak bullak oldum. Elimde ne olduğu belli olmayan dört yüze yakın CD vardı. Bunların içinden aradığımı nasıl bulacaktım? Bunları tekrar düzene sokmak için nasıl uğraştığımı siz bana sorun!”Atatürk’ün fare korkusuAtatürk’le ilgili yazılan kitaplara, çekilen belgesellere gelen en büyük eleştiri “Atatürk’ü putlaştırdıkları” yönündedir. Ancak, Mütercimler, uzun bir devrim analizinin yer almasına rağmen “Fikrimizin Rehberi-Gazi Mustafa Kemal”in bunu yapmadığını aksine “İnsan Atatürk”e çok fazla yer verdiğini söylüyor. Yani aşklarına, tutkularına, içki sofralarına, evliliğine, gözyaşlarına ve hastalığına... Mesela Atatürk’ün doktoru Mim Kemal Öke’nin hiç yayımlanmamış anılarına ilk kez bu kitapta yer veriliyor. Yani bu kitapta “ölümsüz” Atatürk’ün ölüme giden anları var. Ayrıca bu kitapta, heykellerine, fotoğraflarına baktığımızda aklımıza ilk “cesur” kelimesi gelen Atatürk’ün korkularına da tanık olacağız. Mesela, fareden çok korktuğunu öğreneceğiz!
Belediye Sarayı’nın inşasında şantiye şef muaviniydi. 1965’te İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Adı İstilyanos Roidis...Kendisini Leyla Umar sayesinde tanıdım. Adı; İstilyanos Roidis. 1928 doğumlu. Aslen mimar. Emekli olduğundan bu yana da çevirmen. Türk edebiyatının en önemli yazarlarından Feride Çiçekoğlu’nu da Oya Baydar’ı da Yunanca’ya o çevirdi. Leyla Umar’ın “Geriye Yazılar Kaldı” isimli anı kitabını da Yunanca’ya o kazandırdı. Tabii ki çok güzel bir Türkçesi var. Nükteli ve kıvrak... Dahası kelime oyunlarına, deyimlere hatta çağrışımlara bile hakim... Şöyle diyeyim; Türkçesi pek çok Türk’ün konuştuğundan daha zengin ve zarif. “Buradan gitme Rumlardansınız değil mi” diyorum, gülümsüyor ve şöyle yanıt veriyor: “İstanbul’da doğdum, Kumbaracı Yokuşu’nda.İstanbul’da büyüdüm, Tarlabaşı’nda. İstanbul’da tahsil gördüm, İstanbul’da büro açtım, İstanbul’da evler inşa ettim. Büyükşehir Belediye Sarayı’nın inşasında şantiye şef muaviniydim. Taksim’den Aksaray giderken Unkapanı Köprüsü’nü geçtiğinizde sağda büyük bir bina görürsünüz, eskiden Emlak Bankası’ydı, işte onu ben yaptım. Askerliğimi de burada yaptım. Ama Ankara’da. Üç yıldızlı belgeler geçerdi elimden, itimat ederlerdi yani...Ama 5 Temmuz 1965’te İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldım. Olup bitene daha fazla dayanamayacaktım.” Yani çoğumuzdan daha İstanbullu Roidis. Hem de 6-7 Eylül olaylarında bile burayı bırakamayacak kadar. Bu yüzden İstanbul’a özlemini anlatırken “Demek ki bir şehri sevmek, bağlanmak böyle bir şeymiş, canın pahasına da olsa terk edememek...” dedim içimden. “O sıralar Yunanistan kalkınma sürecine girmişti ki mimar açığı çoktu. Herkes bana kızıyordu, deli misin, gitsene diye... Ama çok bağlıydım, gidemedim.” Ama buna rağmen gitmek zorunda kalmıştı. Sahi nasıl bir duygudur insanın doğduğu evden, top oynadığı sokaklardan yeni bir hayata başlama arzusuyla değil de zorla ayrılmak zorunda kalması. İster inanın, ister inanmayın Roidis öfkeli değil. Onun yanıtında düşünmüş, taşınmış ve anlamış birinin dinginliği var.Diyor ki “Halk hamur gibidir, siyaset onu istediği gibi yoğurur. 6-7 Eylül olaylarında ben bizzat zarar görmedim. Tarlabaşı Beyoğlu’na çok yakın olduğu ve Beyoğlu’nda tahrip edilecek çok büyük servet bulunduğundan sıra bize gelmedi! Oysa bizim de kapımıza işaret (haç) konmuştu. Tabii bir de bizi seven bir kapıcımız vardı, o da yardım etti. Birkaç kişi gelmiş kapıya, o da ‘Burada gavur yok’ demiş. Ama aynı adam iki saat sonra birkaç sokak ilerideki camları kırmıştı. Yani önce insanlık sonra o gün söylendiği üzere ’vatani’ görevini yapmıştı... Ama bu adamda günah yok! Çünkü ‘Temizleyin gavur malıdır’ denmişti. İşte propaganda böyle tehlikeyi bir şey... Bir başladı mı iyi insanı bile kötü yapabilir!”Umar’ın imza kuyruğuİstilyanos Roidis’in Yunancaya çevirdiği kitaplar arasında mesleğimizin duayenlerinden, yaptığı röportajlarla sadece Türkiye’de değil dünyada da adından söz ettiren Leyla Umar’ın “Geriye Yazılar Kaldı” isimli anı kitabı da var. Hatırlayacağınız üzere bu kitap yayımlandığında büyük olay yaratmış, günlerce konuşulmuş, kitapla ilgili haberler yapılmıştı. Ne de olsa söz konusu kitap Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede gazetecilik yapan bir kadının dünya çapında röportajlara nasıl imza attığını, onların perde arkasını anlatıyordu. Mesela Fidel Castro’yu nasıl röportaja ikna ettiğini ya da tüm dünyada bir anda patlayan ve Leyla Hanım’ın bugün oturduğu evi almasını sağlayan İdi Amin röportajı gibi. Yani okumayı bilenler için bu kitap aslında “mesleğe yeni başlayanlar için müthiş bir rehber”dir. İşte bu nedenle, Roidis’e merakla soruyorum “Siz nasıl buldunuz kitabı” diye... Şöyle diyor: “Kitap çok enteresan. Beni bu tür kitaplarda ilgilendiren şey ekümenik (evrensel) bir fikre sahip olmasıdır. Dil, din, millet farkı gözetmemesi. Önyargıların olmaması. Leyla Umar’da bu hiç yok. Herkese eşit mesafeyle yaklaşıyor. Sonra çok enerjik ve girgin biri... Herkesle aynı şekilde, hiç yorulmadan, bıkıp usanmadan konuşuyor. Bu da çok çarpıcı sonuçlar doğurmuş, çevirirken çok keyif aldım.” İşte Roidis’in, Leyla Umar’ın kitabını okurken hissettiği o enerji, geçen pazartesi günü Yunan Konsolosluğu’ndaydı ve müthiş bir ilgiye dönüştü. Aslında o gün görev süresi dolan Yunanistan Başkonsolosu Alexis Alexandris’in veda partisi vardı. Partide Leyla Umar için de kitabının Yunanca basılması nedeniyle bir de imza günü düzenlenmişti. Ama Leyla Hanım’a ve kitabına ilgi o kadar büyüdü ki bir süre sonra veda partisi aynı zamanda bir “imza günü partisine” de dönüştü.Leyla Hanım’ı tanıyanlar bunun sıradan bir kitap imza günü ile sınırlı kalmadığını, onun herkesle tek tek konuştuğunu, hikayeler anlattığını hemen anlayacaktır. Tabii o anlattıkça ilgi daha da büyüdü. Ama sırf yanında durduğum için ona olan ilginin birazından nasiplenen ve bu ilgiye yanıt vermeye çalışırken bitkin düşen bir fani olarak ben ayakta duramayacak hale gelsem de, onda yorgunluktan eser bile yoktu. Hatta tam aksine enerjisi yerinde durdukça çoğalıyor, yaprak yaprak açılıyordu. Şöyle diyeyim; onun hızına yetişmek imkansız, kimse denemesin. Bu nedenle bir süre sonra gözlerim de onu takip edemez oldu; nitekim en son “Bunun da mürekkebi bitti” diyerek üçüncü bir kalem istediğini ve biten kitaplara yenilerini ekleyenlere “Aa, 250’den çok mu imzaladım, hiç farkında değilim” dediğini hatırlıyorum.Dip NOT Bu hafta gerçekleşen yüzyılın deneyi “big bang” ile CERN bir anda gündemimize geldi. Aslında kitap okurları dünyanın en ünlü merkezlerinden olan CERN’e hiç de yabancı değildir. Mesela yazar Aslı Erdoğan aslında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun bir fizikçidir ve uzun süre burada çalışmıştır. Ayrıca “Da Vinci Şifresi” ile tüm dünyada best-seller olan Dan Brown’un “Melekler ve Şeytanlar” romanı burada geçer ve yine CERN’ün en az “big bang” deneyi kadar ilgi gören bir diğer çalışmasını, karşı-maddeyi, konu alır. Son olarak bugün kullandığımız internet CERN çalışanlarının iç yazışmaları sonucunda bulunmuştur.
Benim tahminim romanın satışının çok rahat 200 binin üzerine çıkacağı yönünde. Çünkü özellikle internette şöyle bir dolaşırsanız, okurların romana olan ilgisinin ne denli büyük olduğunu görürsünüz. Mesela Google’da “Masumiyet Müzesi”ni aradığınızda 318 bin sonuç çıkıyor. Ayrıca piyasaya çıktığı günden bu yana romanla ilgili forum sitelerinde sürekli tartışmalar yapılıyor. Sanal sözlüklerde ve bloglarda ise roman hakkında peş peşe yazılar yayınlanırken hayranlar Facebook’ta sayfalar açmaya başladı. Hatta kitabın kapağını Facebook’unda profil fotoğrafı yapanlar da var, MSN’inde kullananlar da. Dahası bir blogda romanın ana kahramanı Kemal’in ayrıldığı nişanlısı Sibel’le ilgili “Hepimiz Sibel’iz” isimli, manifesto tarzında bir yazı bile yayımlandı. İşte “Masumiyet Müzesi”nin @ hali...İşte örnekler:Akşam, iş çıkışı en yakın kitapçıdan edindiğim kitap. Muhteşem bir kapağa sahip. Birkaç sayfasını ayaküstü okuyabildim. MSN, Facebook avatarı ve masaüstümü bu fotoğraf süslüyor. Söz konusu fotoğraf Orhan Pamuk’un arşivinden alınmış. (Bireyinbiri, Ekşi sözlük, 29.08.2008)Sıcağa mıcağa aldırmayıp, koşarak kitapçıya daldım; alır almaz da hemen oracıkta ilk iki bölümünü okuyup eve geldim; ve fakat böyle çok beklediğim ve okurken zevk alacağımı bildiğim/ hissettiğim her kitapta olduğu gibi bunda da okumaya başlamayı hem ağırdan alıyor/ erteliyor hem de deli gibi merak ediyorum. Şeytan diyor aç son bölümünü oku! Sonra baştan başla. Yapsam mı acep! Bir not da İletişim Yayınları’na: Kardeşim ne cimriymişsiniz yahu kitabın afişini yollama sayısında! Aldığım kitapçı bile 2 tane istediklerini ama tek bir tane yolladığınızı söyledi. Ne vardı yollasaydınız 20- 30 tane, kitapçımız verseydi bize tane tane; assaydık duvarımıza. (Lula Lilian, Ekşi Sözlük, 29.08.2008)Almanca versiyonunu (Manuskript) okumaya başladık ve soluğu Çukurcuma’daki “Masumiyet Müzesi”nde aldık. Yazar; (sevdiği kişiyle kendisinin) iki kişinin ellerinin değdiği her şeyi toplamış müzeye. İki kişinin birlikte içtiği izmaritler bile varmış müzede. Kitaba gelince... Yazarın eski romanlarına göre çok daha kolay ve rahat okunan bir kitap. http://maredostrum.blogspot.comDün “İnci Küpeler” başlıklı bölümü okudum... Baş döndürücü bir naiflik var... Anlatıcı karakterin babası ile lokantada yemek yerken konuştukları şeyler... Nasıl iç burkuyor... Bugün ise, “Merhamet Apartmanı” başlıklı bir bölüm yayınlanacak... (Erman Sakrak, Facebook)Hepimiz Sibel’izEvet, hepimiz Sibel’iz. “Masumiyet Müzesi”nin Sibel’inden bahsediyorum. Hani Paris’lerde okumuş, ama romanın sonlarında Kemal ile bir aylık (aslında 3 ay) birlikte yaşadığı zamanı Orhan Pamuk’tan yazmamasını rica eden kadın. Genç, güzel, neşeli, üniversite mezunu... Gel gör ki, kayınvalidesiyle aynı cümleleri kurup aynı davranışları gösteren bir genç kadın. Hepimiz Sibel’iz bu coğrafyada; kendini en modern sanan bir bakarsınız annesinin istediği masalın ardına saklanarak, “sandık parası” istetir erkek kardeşine, baba evinden çıkmadan gelinliğiyle. Ya da haber yolluyor baba evinden nişan bohçasında terlik olmadığını/ alınması gerektiğini! Hepimiz Sibel’iz: Sevişmemeyi yüceltip, sevişenleri yerip -içten içe ölüp bitsek de sevişmek için- evlenebilmek için katlanıyoruz. Tutarsızlık diz boyu olduğundan es kaza Sibel gibi sevişmişsek de bunu haniyse adamın sağlığı/ vatanın bekası için yaptığımız anlamlarını yükleyerek işi sevişmenin dışında her role sokuyoruz. (Handan zaman, http://handannkaleminden-handan.blogspot.com)
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Orhan Pamuk’un yeni romanı “Masumiyet Müzesi” bu zarif ve dokunaklı cümle ile açılıyor.“Yeni Hayat” taki “Bir gün bir kitap okudum, hayatım değişti” gibi tüm gücüyle, tek yumrukta okuru vuran bir cümle değil bu. Tam aksine, yavaş yavaş işliyor okurun içine. Hele bu cümlenin ardından “Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” diye sorduktan sonra insanın canını ince ince acıtmaya başlıyor. Bir kâğıt kesiği gibi... Anlıyorsunuz ki, az sonra yani 590 sayfa boyunca kırık, yarım kalmış bir aşk hikâyesi okuyacaksınız. Hem de en güzel, en mutlu cümlelerin bile huzurunuzu kaçıracağı\’85 ONUN ADI PEMBERomanın konusunu az çok biliyorsunuz. 1970’lerin ikinci yarısında başlayan bir zengin oğlan-fakir kız aşkı bu. Yani Yeşilçam’ın küçük hanım ve küçük bey diye takdim ettiği kişilerin aşkı. Evliliklerin, mutlu geleceklerin “pembe panjurlu bir ev hayali” ile tarif edildiği\’85 Daha doğrusu her türlü mutlu rüyanın, planın renginin toz pembe olduğu\’85 İşte “Masumiyet Müzesi” nin rengi de bu. Malum, Orhan Pamuk’un her romanına bir renk hakimdir. Ama bu renk her defasında “Benim Adım Kırmızı” daki gibi kendini adıyla, sanıyla belli etmez. Mesela “Kara Kitap” ın rengi yeşildir. Bu romanın ise pembe...İşin zarif yanı pembe rengi de tıpkı bu romanın ilk cümlesi gibidir. Hem de “pembe hayaller” gibi tamlamalarla, mutluluğun simgesi olarak kullanılmasına rağmen. Çünkü tam aksine hüznün rengidir pembe. Bir kere hırslı bir renk değildir. Hafif, basit bir mutluluğu simgeler parayla ve pulla ilişkisi olmayan. Masumdur. Ama o kadar hafiftir ki bir anda dağılıp gidiverir. Tıpkı hayatın katı alışkanlıkları, zaafları karşısındaki masum bir mutluluk gibi\’85 Bu yüzden “Masumiyet Müzesi” nin ilk yüz otuz sayfası boyunca sürekli bir gerilim hissettim. Çünkü roman, belli ki adım adım “mutsuz” bir sona gidecek. Romanın başladığı o güzel bahar öğleden sonrasından yani Kemal ile Füsun’un zaman zaman dışarıda top oynayan çocukların seslerine kulak verdikleri tutkulu sevişmelerinde bile bu gerilim var. Hem de iki aşığın ilk yüz sayfa boyunca sadece sevişmesine rağmen. Çünkü Kemal, her ne kadar bir detaymış gibi bahsetse de bir başkasıyla, hem de ailesinin uygun bulduğu kendi sosyal sınıfından Sibel’le nişanlanmak üzeredir. Dahası henüz 1970’lerin ikinci yarısıdır ve bekaret büyük bir tabudur. Üstelik Kemal sadece Füsun’la değil, evleneceği Sibel’le de birlikte olmuştur ve aile çevresinde bu durum bilinmektedir. Bir de\’85 Kemal zengin, Füsun fakirdir ve Kemal’in annesi Füsun’a bir güzellik yarışmasına katıldığı için -ailesiyle görüşmeyi kesecek kadar- tepkilidir. Ama aşk bu, geldiğini, geleceğini önceden duyurmaz, izin istemez... Gelir ve ele geçirir. Nitekim bu nedenle Kemal ve Füsun da romanın altıda biri süresince sanki gerilim hattına çarpmış gibi sevişip duruyor. Mesela akılları başlarına yeni yeni gelmeye daha yeni yeni “ne olacak?” diye sormaya başladılar. Ama bu sorular da henüz ciddiyetle ifade edilmiyor, iki aşığın savunma mekanizmaları henüz gerçeği reddetme yönünde...Ama yine de biliyoruz ki Mayıs 1975’te başlayan bu bahar aşkını, ileriki sayfalarda mutlu renkler beklemiyor ve bu da şimdiden insanın canını acıtıyor.İster inanın, ister inanmayın çok kolay okunuyor!Orhan Pamuk’un romanı yayımlanınca şu tür yorumlara çok rastlarız: “Ayy çok sıkıcı, çok karışık, bir türlü anlaşılmıyor, okuyamadım.” Hatta bir ara sırf bu nedenle “kötü yazar” olduğu bile söylendi. Sanki James Joyce’un dünya edebiyatının kilometre taşlarından olan “Ulysses” i bir çırpıda okunuyormuş gibi. Şimdiden söyleyeyim, bu kez böyle tartışma yaşanmayacak. Çünkü bu roman su gibi akıyor. Yani tembellere bu kitaptan ekmek çıkmaz! Romanın ilk baskısı 100 bin yapıldı. “Satar mı, satmaz mı” diye tartışmaya da gerek yok. Çünkü 1) Bu bir Orhan Pamuk romanı,2) Nobel’den sonraki ilk romanı, 3) Bu bir aşk romanı, 4) İçinde bol bol seks var. Kitapta bekaret üzerine antropolojik bir yorumun yer aldığı başlı başına bir bölüm var; “Bekaretin toplumdaki yeri nedir, erkekler kadınların bakire olmasını neden ister, kadınlar evlenmeden önce kiminle birlikte olur, bunu yaparken amaçları nedir” gibi sorulara yanıt arayan. Bu bir aşk romanı olduğu ve içinde cinsellik de barındırdığı için birileri Ahmet Altan romanlarıyla kıyaslayabilir. Hiç tavsiye etmem\’85 Çünkü Ahmet Altan kadınları ve aşkı anlatır. Orhan Pamuk ise aşık bir erkeği ve onun aşkı algılayışını anlatıyor.
Giovanni Scognamillo’nun adının önüne bir sıfat gibi eklenen “levanten” kelimesi hep “Batı’dan gelip Doğu’ya yerleşen yabancı uyruklu kişi” açıklamasına ihtiyaç duyar. Çünkü bileni azdır. Ama tam da bu nedenle onunla ilgili yazılara bir türlü sinemacı kimliği ile başlayamayız. Hem de “Yapımcı, oyuncu, yönetmen yardımcısı, eleştirmen” gibi birçok sıfatı olmasına rağmen... Hem de “Türk Sinema Tarihi”, “Amerikan Sinema Tarihi”, “Dünya Sinema Sanayi” gibi birbirinden değerli, kaynak kitaplara imza atmasına rağmen. Dahası onun bir “korku tutkunu” olmasını, korku sineması, edebiyatı, kültürü üzerine araştırma kitapları olmasını da hep sonraki cümlelere saklarız. Hatta Jean Gennaro takma ismiyle yazdığı “Mumyanın Mezarı” romanından bahsetmeye bir türlü vakit bulamayız. Favorim Dracula!Nitekim gazeteci Emel Armutçu’nun aylar süren röportajlar sonunda “Bir Levanten Şövalye” adı altında kaleme aldığı nehir söyleşi kitabı da onun “Levanten” özelliği ile başlamış. Ama “korkuyla olan ilişkisi” de özel bir bölüm olarak yer almış, hem de çok keyifli bir bölüm... Mesela diyor ki, “Benim favorim tabii ki Dracula! Çünkü sahip olmadığım bir sürü şeye sahiptir o. Ölümsüzdür, yakışıklıdır, zengindir, on kişi kadar güçlüdür.” Tabii bu bölüm, sadece Scognamillo’nun kendi “tutkuları”yla sınırlı değil. Nitekim o, son derece keyifli üslubuyla bizlere aslında kendi korkularımızı ve onlara yaklaşım biçimlerimizi de anlatıyor. Mesela evine gelen ve kendisini vampir sanan genç misafirlerine yaptığı şakalar gibi: “Bir defasında asistanım Nalan, daha üniversite öğrencisi iken, bir-iki sınıf arkadaşını eve getirdi. Beni vampir olarak tanıtarak... Kızlar da inanıp heyecan içinde geldiler, bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Bir ara Nalan’la mutfağa gidip mendillerimize ketçap döktük ve dudaklarımızı silerek oturma odasına döndük, kızlar şok geçirdi ve biri gerçekten inandı. Bir başka sefer de Orkun (Uçar) ikisi erkek, biri kız üç lise öğrencisini getirdi, bir rock konserine katılmak için İzmir’den gelmişlerdi. Hepsi de siyahlara bürünmüştü ve Orkun onları “Vampir”le tanıştıracağına söz vermişti. Zavallı çocuklar panik içindeydiler, divanda yan yana oturdular, birbirine yapışmış ve gözlerini benden ayırmadan bakıyorlardı. Bir süre sonra Orkun bana, “Üstat dozunuzu aldınız mı” diye sordu. Ben de evet anlamında ciddi ciddi başımı salladım. “Gevşeyin çocuklar” dedi Orkun, “Tehlike yok, üstat tok.” Ve çocuklar rahatladı. Bir başka gece Orkun, bir barda çalışan kızı getirdi, yine vampirle tanıştırmak için... Kız hem kuşkucu, hem tedirgindi, bakışlarını hep benden kaçırıyordu. Orkun konuyu vampirlere ve kurbanlarına getirdi. Bir süre lafladık sonra kıza dönüp “Sen bu gece kalabilirsin” dedi; “Üstat seni kabul etti.” Ama kız kalmadı aksine koşa koşa kaçtı. Evet, hoş şakalar değildi bunlar ama gerçekten gençlerin saflığı bazen beni çileden çıkarıyordu!” Scognamillo’dan vampirler üzerinen Vampir mitosu belki insan kadar eskidir ve dünyanın her kıtasında mevcuttur. Voltaire “En iyi kanıtlanmış batıl inanç vampirlerdir” demiştir.n 17. yüzyılda birden vampir salgını kopar Balkanlar’da. Resmi araştırmalar yapılır, vampir diye bilinen mezarlar açılır. Din adamları, doktorlar ve devlet görevlileri içi kan dolu, tırnakları uzamış, bozulmamış cesetler hakkında detaylı raporlar hazırlar. Bunların kalbine kazık çakılıp, kafaları kesilir.n Ülkeden ülkeye göre değişir vampirler. Mesela Malezya vampirleri enselerindeki bir ağızdan kan emerler. Afrika vampirleri ağaçlara tırmanıp oradan kurbanlarını avlar, Filipin vampirleri tıpkı yarasalar gibi uçar, Çinlilerinki zıplayarak yürür. n Vampir müziği daha çok rock, hard rock tarzıdır. 1800’lü yıllardan kalma birkaç vampir operası da vardır.
Toplam 30 bin eseri var Louvre Müzesi’nin. Leonardo da Vinci’nin ünlü “Mona Lisa” tablosu da orada, eski Mısır medeniyetine ait eserler de... Goya’nın, Rembrandt’ın, Albert Dürer’in eserleri de... Yani koşsanız bile tüm eserleri görmeniz günler sürer. Peki, giriş ücreti ne? 9 Euro yani 18 YTL. (Üstelik belli saatler arası için 3 Euro indirim uygulanıyor.) Sonra Picasso’nun resim tarihinin akışını değiştiren ünlü tablosu “Guernica”nın da bulunduğu İspanya’daki Prado müzesi... Onu da 7.5 Euro’ya geziyorsunuz. Bu müzeyi de hızlı adım gezmeye kalksanız en az iki gün sürer. British Museum’a giriş ise ücretsiz. Evet, yanlış okumadınız Halikarnas Mozolesi’nin de aralarında yer aldığı dünyanın dört bir yanından eserlerle dolu Londra’nın ünlü müzesine giriş bedava... Peki, bizim “Topkapı Sarayı Müzesi”mize giriş ne kadar? Toplam 35 YTL. (İsmi sizce de tuhaf değil mi, bir türlü iyelik eki alamıyor. Sanki birileri bu “müzeyi insanlar sahiplenemesin” diye özellikle koymuşlar.) Şimdi açık açık konuşalım... Kimse hamasi milliyetçiliğe falan girişmesin... Louvre’a, Prado’ya, British Museum’a her girdiğinizde yeni bir eser keşfedersiniz. Dedik ya, buraları gezmek günler sürer. Peki ya Topkapı Sarayı Müzesi’nde ne kadar vakit geçirirsiniz? Şayet kafelerinde, bahçesinde oturmayacaksanız ve müdürlüğünü yürüten Prof. İlber Ortaylı ile sohbet imkânınız yoksa en fazla dört saat! Denilebilir ki, “Topkapı Sarayı Müzesi, tarihi değerinden ötürü önemli, bu nedenle sanat müzeleri ile kıyaslanamaz...” Ama hatırlatmak isterim, Granada’daki Elhamra Sarayı’na giriş de 12 Euro. Üstelik bu sarayın sadece bahçelerini gezmek yarım gün sürer, tamamını ise iki gün... Ayrıca unutmayalım ki, Louvre’un binası da bir saraydır! Dahası bu durum sadece Topkapı Sarayı için geçerli değil, hemen tüm müzelerimizin benzer sorunları var. Bir kere müzecilik anlayışından yoksunlar. Yaratıcı fikir kıtlığıAmsterdam’daki Etnografya Müzesi’ne (Tropen Museum) bir girin saatlerce çıkamazsınız. Daha doğrusu çıkmak istemeziniz. Bunun için öyle haftada bir kitap deviren, her filmi takip eden “kültür”lü insan olmanız gerekmez... Mesela ben bu müzenin Ortadoğu bölümünde Seda Sayan’la, Tarkan bile dinledim. Yemen’de bıçak satıcıları diye özel bir esnafın olduğunu ve bunların bıçaklarla muhteşem şovlar yaptığını, ürünlerini bu şekilde sattıklarını video görüntülerinden izledim. Latin Amerika ve Afrika bölümlerine ilişkin sayısız bilgiyi yine “sıra sıra dizilerek ruhları çalınan eserlere” bakarak değil, izleyerek, dinleyerek, dokunarak öğrendim. Yani modern müzecilik anlayışı ile... Ama hemen hemen aynı zamanlarda gezdiğim Truva Örenyeri, için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim... Üstelik o sıralar Brad Pitt’in Aşil rolünü canlandırdığı “Truva” filmi de gösterimdeydi. Yani tüm dünyanın ilgisi buraya yönelmişti ama Truva’da görüp gördüğümüz bir tahta at ve arkeolojik alandı... Hiçbir yaratıcı fikir yoktu. Tabelalarda yer alan bilgileri arkeoloji bölümlerinde okuyan öğrencilerin bile anladığından şüpheliyim... Her biri kuru müfredat bilgisiydi...Ne yazık ki, eserlerin önüne, kişide hiçbir duygu uyandırmayan yazılarla dolu tabelalar dikmeyi ya da birbirinden değerli eserleri bir camın içinde yan yana dizmeyi ve kapılarına da bilet gişesi koymayı müzecilik sanıyoruz. Tabii bir de her yıl zam yapmayı...Hangi müze, ne kadar olduu Nemrut Dağı Ören Yeri; 5 YTL’den 10 YTL, u Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi 10 YTL’den 15 YTL, u Antalya Aspendos Ören Yeri 10 YTL’den 15 YTL, u Çanakkale Truva Ören Yeri10 YTL’den 15 YTL, u Denizli Hierapolis Ören Yeri (Pamukkale) 5 YTL’den 20 YTL, u Hatay Arkeoloji Müzesi 5 YTL’den 8 YTL, u Ayasofya Müzesi ve Galeri Katı 10 YTL’den 20 YTL, u İstanbul Kariye Müzesi 10 YTL’den 15 YTL, u Bergama Akropolü 10 YTL’den 20 YTL oldu.Dali geliyorYaratıcılıktan yoksun müzecilik anlayışımıza rağmen peş peşe açılan özel müzeler bu durumu değiştiriyor. Sakıp Sabancı Müzesi, Modern Sanat, Pera Müzesi, Oyuncak Müzesi, Sanayi Müzesi... Bu müzelerin bazılarında düzenlenen sergiler de göz kamaştırıcı. Picasso’yu, Rodin’i getiren Sabancı Müzesi gibi... Nitekim Atlı Köşk 15 Eylül’de bir başka sanat devini daha ağırlamaya hazırlanıyor; Salvador Dali’yi. Kim bilir belki de bu sayede İstanbul kendine “bir düş dünyası” yaratıp “eleştirel paranoya” geliştirerek 2010’a girer!
İşte Eski Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, bunun tersini yaptı ve Çiğdem Toker’in sorularına açıkça yanıt vermeyi kabul etti. Böylece karşımıza yakın siyasi dönemi de tahlil edebileceğimiz bir kitap çıktı: “Abdüllatif Şener, Adım da Benimle Beraber Büyüdü.” Doğan Kitap’tan yayımlanan kitap eminim çok konuşulup tartışılacak. Ne yazık ki bu konuşmalar, doğal olarak günümüz siyasi tartışmalarına kilitlenip kalacak ve Şener’in İslam dini, onun sosyalleşmesi üzerine yaptığı tahliller, etkilendiği yazarlar, İslami çevrenin entelektüel birikiminin şekillenişi üzerine olan tespitleri gölgede kalacak. Ama olsun... Çünkü nihayet Türkiye bir siyasetçinin hayatını bir kitaptan okuyacak. Ve varsa abartılı ya da yanlış bir sözü itiraz edilebilecek. Çünkü Şener bu kitapla bizlere sadece hayatını anlatmış olmadı, aynı zamanda geçmişiyle de yüzleşti. Siyasi bölümleri günlük gazetelerde fazlasıyla yer alacağı için, kitabın siyaset dışında kalan kısımlarına ilişkin işte birkaç alıntı...Babam dindardıBabamla ilgili en belirgin hatırladığım şey, dindarlığıydı. Dini ölçülerden ödün vermezdi. Küçük olmamıza rağmen, sabah namazına hepimizi kaldırırdı. Yazın sabah namazı, saat dört-beş arasında olur. Biz o saatte mutlaka kalkar, abdestimizi alırdık. Çeşme bahçedeydi. Abdest almak için soğukta, erken saatlerde sıraya girerdik. Sonra kendisi imam, biz arkasında cemaati olur namazı öyle kılardık. İçimizden birine de müezzinlik yaptırırdı. Beni Latif diye bilirler Ailede herkes bana “Latif” derdi. Nüfus kaydı Abdüllatif’miş, ama bunu kimse bilmiyor. Annem bile... O dönemden bilen herkes hâlâ “Latif” der. İlkokula kaydolunca öğretmen bir gün “Adın ne?” diye sordu. “Latif” dedim. “Hayır, senin adın Abdüllatif” dedi. Eve gidip söyledim. Kimse işin aslını bilmiyor. Akşam babama anlattık. O da “Nüfus cüzdanındaki adı Abdüllatif” dedi. Çünkü örf ve adetlerimizde, gelinlerin kayınpederin adını telaffuz etmesi ayıp sayılırmış. Benim dedemin adı ise Abdüssamet. Yani Abdül’lü bir telaffuz da ayıp sayılıyor... O yüzden babam eve Abdül kısmını söylememiş. “Latif koyalım” demiş. Öte yandan Latif, Tanrı’nın isimlerinden biri olduğu için bunu da çok sağlıklı bulmuyor. Abdüllatif ise Tanrı’nın kulu demek. Böylece kendisince kuralına uygun hale getirmiş ismimi. Dev-Genç’ten zor kaçtı (Siyasal Bilgiler Fakültesi yıllarında) Boykot olduğu için okulda hiç öğrenci yoktu. Tam çıkarken baktım ki bahçe kalabalık. Seha Meray’ın cenaze töreni varmış. Çıkınca cenazeden gelmişler. Tam kapıdan çıkarken iki kişi geldi karşıma. Muhtemelen Dev-Genç... Biri, “Bu fakültenin öğrencisi misin? Kimliğini ver” dedi. Baktı kimliğe. Sonra “Şunun üstünü arayın” dedi. Duyar duymaz ilk merdivenlerden atladım aşağıya. O da “Yakalayın faşisti!” diye bağırdı. Yanda Hukuk, arkada Siyasal yurdu var. Sağ çıkamayacağımı anladım. Caddeye ya indim, ya inemedim. Son sürat caddeye saldırdım. İkinci merdivenlerin orada bir grup blokaj kurmuştu. Fakat ben artık düşüncesizce koştuğum için, oraya yaklaşınca açıldılar. Hepsi beni yakalayıp bir şey yapmak istiyor olamaz tabii! İçlerinde fanatik militanlar olsa da, onlar açılınca üçüncü merdivene geçtim. Ama koşmaya devam ediyorum. Bir grup daha vardı. Açıldılar. Biri ayağını çelme takar gibi uzattı. Gördüm ama yuvarlandım. Üçüncü merdivenlerde kapaklandım. Kitapları bıraktım. Silah patlamadı. Son sürat, en son merdivenlerden bir inmişim, caddenin yarısına kadar. Trafik seyrek olmasa, bir araba çarpar, trafik kazasında giderdim. Beş yüz metre ileride hamam, o binada yurt vardı. O yurda yaklaşırsam kurtulacağımı düşündüm. Bir ara geriye baktım. Biri kemerini çıkarmış, sallaya sallaya geliyor. Sonunda yurda yaklaştım, binaya girdim. Afiş asarken ülkücüler saldırdıAfişleri asa asa Atatürk Lisesi’nin etrafında dolandık. Tam bitmek üzereyken ıslık sesleri gelmeye başladı. Bir anda yirmi beş-otuz kişi oldular. O lise ülkücüydü. Bir arkadaş kaçtı. İki kişi kalmıştık. Sokağın öbür köşesinde arkadaşımın üzerine aynı şekilde çullanmışlar... Onun sıkıştığını görünce oraya doğru koştum. Bir narayla kendime geldim. Saldırganlar kaçmaya başladı. Bir arabadan pos bıyıklı bir adam çıktı. O bölgede pavyonlar vardı. Muhtemelen bir külhanbeyiydi. Eve gittim. Arkadaşın gözü kandan görünmüyor. Benim elimde de bir bıçak veya taş izi hâlâ durur. “Hadi hastaneye” dedik. Hastanede yedi veya dokuz yarık tespit ettiler başında. Saçlarını kestiler, yarıkları diktiler. Bana baktılar, bende de üç yarık. Doktor aldı makası eline. “Kestirmem saçımı” dedim. O vaziyette Fransız Kültür’e gidemem. Doktorun da öğrenci eylemlerine gıcık olduğu belli. O zaman “Şu kâğıdı imzala, tedaviyi kabul etmiyorum de” dedi. Tentürdiyot bile sürmeden gönderdi.Necip Fazıl’ın ricasıDüşünce dünyamda Necip Fazıl’ın yeri önemlidir. Ankara Kapalı Spor Salonu’nda bir fetih gecesi yapılacaktı. Necip Fazıl davet edilmiş. Biz de öğrenciyiz, gideceğiz. MTTB başkanıyla aynı evde kalıyoruz. Söylediğine göre Necmettin Erbakan da gelecek. Fakat herkesin öyle siyasallaştığı bir ortam ki, Necip Fazıl, “Eğer Erbakan’ı benden daha fazla alkışlarsanız salonu terk eder çıkarım” demiş. O yüzden tembih üstüne tembih: “Aman Hoca’yı fazla alkışlamayın.” (O gün Erbakan gelmemiş.) Silahımı annem hediye ettiÖğrenciyken benim de bir tabancam vardı. 6.35’lik ve zaman zaman taşırdım. Fakat hiç kullanmadım. İnanmayacaksınız belki ama bir tanıdıktan almış annem ve lazım olur diye vermişti. Kırsal alanda bir iki atış yaptım. Tetiğe bastığımda patladığını gördüm. Şarjörün nasıl yerleştirildiğini de öğrendim. Dolayısıyla kullanılabilir durumdaydı. Milletvekiliyken aldığım silahım 9’luktur. Çıtı pıtı kızları beğenirdimLise bitince kızlar lig dışı kaldı. Ama duygu dünyamda yer eden kızlar olmadı desem doğru olmaz. Daha çok çıtı pıtı kızları beğenirdim. Davranışları, hareketleri daha kibar olan, ince, nezaket kurallarına uygun davranışlar sergileyen kızlar dikkatimi çekerdi. İlkokul döneminde bizim sınıfta bir kız vardı. Kendisine hiç söylemedim. Ama ben onu beğenir ve çok düşünürdüm.Dört yıl aklında olan aşkAblamın hısımlarından biri etkiledi beni. Bir kere kız, gerçekten o kasaba ortamında benim yaşadığım o döneme göre kibar ilişkileri olan bir kızdı. İkincisi, bulunduğu ortam, okumuşu yazmışı çok, günübirlik konuları değil de ülke meselelerini konuşan bir yerdi. Bu benim için önemliydi. Herhangi özel bir şey söyleyemeden seyrek de olsa oturduk, konuştuk. Anne babası Almanya’da, kendisi Çepni’de akrabalarının yanında kalıyordu. Sonra Mardin Yatılı Öğretmen Okulu’na gitti. Üç-dört yıl boyunca kafamda hep bu kız olmuştur. Bir gün ablama, “Bu kızla ilgili düşüncelerim ciddi. Ailesine yansıt” dedim. O da “Peki” dedi. Ama Mardin’e gidince kopukluk oldu. Buna rağmen artık kız beni, ben kızı biliyorum. Yatılı okul olduğu için irtibat kuramıyorum. Ne yapayım diye düşünüyorum. Kendisine Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı” kitabını gönderdim. Bu, İslamcı kesimin klasik romanıdır. Dindar bir genç ile modern bir kız var. Kız, dindar gencin yaşam tarzını benimser ve çizgisini değiştirir. Kitabı gönderdim. O dönemde evlenebilmeniz için benim istediğim koşulların gerçekleşme gereği var. (Mesela) Örtünecek. Sonunda coğrafi kopukluk, iletişimsizlik, başı da iyi anlaşılamayan bu hikâyeyi sona erdirdi.Otuz yıl sonra gelen telefonBir akşam telefon çaldı. Berrin (eşi) açtı. Bu konuları biliyor. Birden kulak kesildim, kendisini “Çepni’den” diye tanıtan birisi var. “Adını sor” dedim Berrin’e. Sordu; “Bildiğin hikâye, telefonu bana ver” dedim. “Ne kadar vefasız, hayırsız, çıktın. Hiç görüşemedik hiç aramadın” dedim. O da “Ben zor zamanlarda ortaya çıkarım. Bugünler önemli. Milletvekili, bakanken hiç aramayı düşünmedim, ama şimdi arayayım diye düşündüm” dedi. “Ben de iyi yaptın, teşekkür ederim” dedim. Yanımda eşim olduğu halde, böyle rahat rahat konuşurken bir şey oldu. Bizim küçük kız o orada gelmiş, uzaktan kumandayla oynuyor. Birden televizyonda büyük bir gürültü koptu. Seslerimizi duyamaz olduk ve o telefonu kapattı. Ama ben, “Acaba eşimin kızıp bağırdığını mı düşündü. Öyle mi algıladı?” diye tereddüt ettim.