Araştırmacı-yazar Sakaoğlu bu nedenle “Bu kadınların hikayelerini her şeyden önce hazin” olduğunu söylüyor. Haremin bugün popüler kültürün de fantezi ihtiyacını karşılamak için “genelev” gibi tanıtılmasını büyük bir yanlış olarak gören Sakaoğlu ile Osmanlı Haremi’ni, işleyişini, kurallarını ve Harem’e damgasını vuran, çok özel kadınları konuştuk.Harem’e girmek kolay mıdır, güzel olan her kadın Harem’e alınır mı?Hiç kolay değil. Tabii öncelikle kadının güzel olması gerek. Ayrıca bazı özellikleri de olacak. Bir müzik aleti çalmak, güzel oynamak gibi. Yürüyüşü de hoş olmalı. Hürrem Sultan öyledir. Onu hiçbir tarihçi güzel anlatmaz, hep neşeli, şirin, şuh bir kadın olarak anlatırlar. Yani Harem’e güzel ama boş kadınlar giremez...Hayır. Hatta bu, Harem’e sarayın günlük işlerini yapmak için alınan hizmet için alınan hizmet cariyeleri için de geçerlidir. Bu kadınları kim seçer?Harem’in uzmanlaşmış, padişaha yakın olan, danışmanlığını yapan, güvendiği, kıdemli cariyeleri vardır. Onlar danışman, yardımcı, her işini gören kadınlardır. Onlara usta cariye denir. Hareme yeni gelen kadınları seçen, eleyen de onlardır. Bu konuda çok uzmandır. Bir kadına arkadan baktıklarında bile yüzlerinin nasıl olduklarını bildikleri anlatılır. Bu seçim nasıl yapılır? Kadınlar önce muayeneden geçirilir. İşte öksürmeyecek, aksırmayacak, horlamayacak, uyurgezer, epilepsisi olmayacak gibi. Hasta olanları almazlar. Görünüşüyle, yürüyüşüyle, kırıtmasıyla saray havasına uygun olmalı. Bu o kadar önemlidir ki dişi çürük, ağzı kokan kadınlar hizmet cariyesi olarak bile alınmaz. Harem’e giren bir kadın hiç mi dışarı çıkamaz. Mesela Harem’den emekli olunur mu? Harem-i Hümayun, Enderun ve kadınlar bölümünden oluşur. Enderun’da da içoğlanlar vardır ki, onlar da, zeki, yetenekli erkeklerden seçilir. Japonca bilenleri bile vardır. Harem’de geçen süre ise sekiz seneyle sınırlıdır. İşte bu süre içinde herkes yükselebildiği kadar yükselir, imtiyaz kazanır. Yani bir çeşit kariyer yapıyorlar?Evet. Bu süre içinde ya da sonunda erkekler devlet makamlarında görev alırlar. Kadınlar ise sekiz yılın sonunda güzel bir çeyizle evlendirilir. Genellikle de bu içoğlanlarla ve onlara İstanbul’un bir semtinde bir de ev verilir. Saray görgüsünü alan, Enderun ve Kadınlar bölümünde bulunmuş bir çiftin İstanbul’da bir yere yerleştirdiklerinde etraflarında yaratacakları değişimi bir düşünün. İşte bu evliliklerle Osmanlı saray kültürünü, İstanbul’un yüksek kültürünü şehre yayardı. Zaten halk da onlara “saraylı” derdi. Onlarla birlikte o semte sarayın yemekleri, adetleri, giyim kuşamları da giderdi. Ne yazık ki buna rağmen Harem bir seks yuvası gibi anlatılır. Oysa padişah istediği kadar kadınla da olamaz, bu sayı dokuzla sınırlıdır. Üstelik padişahın hangi gün hangi kadınıyla birlikte olacağı bir nöbet çizelgesiyle kadın danışmanlarınca belirlenir ve padişah da bunun dışına çıkamazdı. Sultan İbrahim ve III. Murat’ın sadece bu kuralların dışına çıktığını biliyoruz, o kadar.Hürrem Sultan; ilk first ladyHürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ı güzel olmasa bile, şirinliğiyle, şuhluğuyla öylesine büyülemişti ki, o öldükten sonra Kanuni’nin dul yaşadığı tahmin edilir. Kanuni Hürrem’e o kadar aşıktır ki, bir şiirinde mealen şöyle der; “Namaz kılarken Gece suresini okudum, Gece karanlığı aklıma simsiyah saçlarını getirdi. Namaz mı kıldım, ne yaptım” bilemedim. Hürrem Sultan hoş bir kadın olduğu kadar yetenekliydi de. Bir kreatör, modacıydı. Portrelerine baktığımızda çok özel bir giyim tarzı görürüz. Hürrem’i bazı tarihçiler, muhteris, kendi oğullarından birinin padişah yapabilmek için Rüstem Paşa’yı kullanan, Şehzade Mustafa’yı idam ettiren bir kadın olarak anlatır. Oysa Hürrem kendi çağında Kanuniye çok yakışır bir kraliçeydi. Yabancı krallar ve kraliçelerle ile görüşür, onlara hediyeler gönderir, misafir eder, onlara elleriyle gömlekler dikerdi. Beş çocuğunu da hasekiyken yani tutsak kadınken doğursa da sonrasında Kanuniye dayatarak özgürlük belgesini almıştır. Sonra da nikahlanmaları zorunlu olmuştur. Kanuni de bu nikahı kıymış ve bunun üzerine Hürrem’e “Sultan” unvanı verilmiştir. Onun diğer hasekilerden farkı budur. O, Haseki Sultan’dır. İstanbul’da ne zaman, Haseki Sultan adını duyarsınız bilin ki o yer Hürrem Sultan’ındır.Hem en yetkili hem de en laik kadın Kösem’diKösem Sultan da acımasız anlatılır. Oysa Osmanlı’lı erken bir çöküşten onun otoritesi kurtarmıştır. Kocası I. Ahmet, ölünce tahta önce Mustafa sonra, üvey oğlu II. Osman sonra Mustafa tekrar geçer. Osmanlı tahtı sürekli el değiştirmekte, kimse yerini koruyamamaktadır. Kösem’in büyük oğlu IV. Murat tahta geçtiğinde 11 yaşındadır. Kösem Sultan “naibe” sanıyla padişahlık yetkisini kullanan tek kadındır. Bu unvanla oğlu 18 yaşına gelene kadar devleti resmen idare etmiştir. IV. Murat otoriteyi ele geçirdikten hatta oğlu 27 yaşında öldükten sonra da etkili olmuştur. Çünkü IV. Murat’ın oğlu yoktu. Bu yüzden Kösem, küçük oğlu İbrahim’i, abisine rağmen korumuş, onu sarayın en izbe yarlarında saklamayı başarmıştır. Murat onu da diğer üç kardeşi gibi öldürseydi Osmanlı’nın soyu bitecektir. İşte Kösem bunu engellemiştir. Psikolojik sorunları olan İbrahim tahta geçtikten sonra da onu kontrol etmek için çok uğraşmıştır. İbrahim, İstanbul’u adeta haraca kesince ulema bir taht değişikliği zorunlu der. Ama İbrahim’in en büyük oğlu sadece 6.5 yaşındadır. Ulema bu durumu Kösem’le yüz yüze konuşur. Bu çok önemli. Yani yetki Kösem’dedir. Kösem değişikliği kabul eder. Ancak ulema şehzadeyi Fatih Cami’nde tahta oturtmak ister. Kösem Sultan, “Şimdiye kadar camide biat olmamıştır, toplanın buraya gelin, işte taht kapısı...” der. Yani Kösem Sultan, siyasetin laik temele dayanmasını vurgulayan ilk kişidir. Taht değişikliği camide yapılmış olsaydı, idare camiye geçmiş olacaktı ki Kösem buna izin vermemiştir. Daha sonra İbrahim’in hapsedildiği yerden tekrar tahta geçirilmesi için entrikalar yapıldığında Kösem yine devletin geleceği için kendi oğlunu idamına da göz yummuştur.En zengini Mihrimah Sultan’dıHürrem ve Kanuni Sultan Süleyman’ın kızıdır. Osmanlı kadın sultanlarının en zenginiydi. İki büyük külliye yaptırmıştır, biri Üsküdar’da, diğeri Edirnekapı’da. Bazı tarihçiler bunu şöyle yorumlar; Mihr güneş, mah ay demektir. Yani güneşin ve ayın doğup battığı yerlere külliye yaptırmıştır. Müthiş gelirleri vardır. Üsküdar’da ayrıca bir de sarayı vardır. Kocası Rüstem Paşa da Osmanlı’nın en zengin devlet adamlarından biriydi. Öldüğünde malvarlığındaki mücevherler taneyle değil okkayla hesaplanmıştır, o kadar yani.En kültürlüleri Adile ve Hatice SultanAdile Sultan, divan yazacak kadar şairdi. Hatice Sultan da çok kültürlüdür. III. Mustafa’nın kızı, III. Selim’in kız kardeşidir. Ressam Melling’le aşk yaşamıştır. Melling aslında ressamdır ama Hatice Sultan’ın teşvikiyle mimarlığa da özenmiştir. Hatice Sultan’ın bugünkü Ortaköy ve Çırağan arasına yaptırdığı saray, İstanbul yalı ve sahil kültürünü çok etkilemiştir. Modern, Avrupa tarzında bir saraymış bu. Dolmabahçe hep o siluetini taklit eden yapılar. Hatice Sultan, Melling’den Fransızca öğrenir, karşılığında o da Melling’e Osmanlıca öğretmiştir. Hatta mektuplaşmaları çok özeldir. Melling Osmanlıca, Hatice Sultan ise Fransızca yazar. Ve Hatice Sultan bu mektuplarda Latin harflerini kullanır. Kendisi bu harflerle yazan ilk saraylı kadındır.En başına buyruk...Yıldırım Bayezid’in beş kızından biri olan Hundi Fatıma Hatun, babası seferdeyken Emir Sultan’la aşk yaşamış ve babasını beklemeden, izin almadan evlenmiştir. Sefer dönüşü Bayezid, bu duruma çok sinirlenmiş ve Emir Sultan’ın öldürülmesini emretmiştir. Sonra affetmiştir.En kadersizlerindendi Fehime SultanÇok kadersiz kadın. Ama beni en çok 1924’te haneden üyeleri yurtdışına çıkmak zorunda kalınca, Nis’e gidenlerden Fehime Sultan’ın hikayesi etkiler. V. Murat’ın kızıdır. Ellerindekileri satmışlar, yanlarına alabildiklerini de almışlardır. Kocası Mahmut Bey, Nis’te iş kurmak için bu parayı alır ve sonra da ortadan kaybolur. Fehime Sultan da her saraylı gibi para kavramını bilmez, dış dünyaya yabancıdır, halayığıyla bir başına bir otel odasında kalır. Halayığı bunun üzerine geceleri dilenir, kazandığıyla da gündüzleri sultan efendisine bakar. Bu böyle dört-beş yıl sürer, Fehime Sultan zaten veremdir ve ölür. O yüzden onun nerede gömülü olduğunu bile bilmiyoruz. Oysa Halife Abdülmecid Efendi de o sırada oradadır ama onunla hiç ilgilenmez.En ağzı bozukSerfiraz Hanım Abdülmecid’in kadınlarındandı. Ağzı o kadar bozuktu ki padişaha bile çatardı. Başına buyruk, deli doluluğu ile tanınırdı.Babasına savaş açtıMurat Hüdavendigar’ın kızı, Nefise Melek Hatun ise Karamanoğulları’na gelin gider, Alaattin Bey’le evlendirilir. Ve tam bir Karamanlı olur, babasına ve kardeşi Yıldırım’a karşı önce kocasıyla sonra da oğullarıyla birlikte mücadele eder. Bu yüzden Murat Hüdavendigar’ın onun için “Erkek olsaydı ne yapardı?” dediği söylenir.
Hiç evlenmemiş, ölümünün son yıllarını Park Otel’de geçirmiştir. Aslında onun tüm hayatı ya otel odalarında ya yurtlarda ya da elçiliklerde geçmiştir. Hem de on iki yaşından beri... Annesi ölüp de üvey annesiyle anlaşamadığından, baba evini geride bıraktığından beri... Belli ki akşamları çatal-bıçak seslerine karışan “Bu bayram annemler bekliyor” ısrarlarını da istememiştir, sonsuz evrende ona herkesten farklı ve biricik olduğunu hissettirecek küçük bir dünyayı da... Yani o sadece yalnızlığı değil onun konformizmini de seçmiştir. Oda servisinin yanı sıra özel eşyaların olmadığı duvarları. Bu yüzden şiiri kadar yaşamı da dikkat çeker. Diplomat olması, elçilik yapması Urfa milletvekilliği ise bir türlü “şairlik” mesleği ile örtüştürülemez. Ayrıca zaman zaman çıktığı gezilerde şehre tepeden bakarak eski İstanbul’u, onun siluetini aramasıyla, ilişki yaşadığı Celile Hanım’ı (Nâzım Hikmet’in annesi) oğlu için imza toplarken görünce yolunu değiştirmesi de. Ya da Divan şiirine, aruz veznine hakim olan şiir anlayışı ile Fransız sembolizmini buluşturması, şiirini damıta damıta yazması ile cebine doldurduğu zeytinyağlı yaprak sarmaları yiye yiye yürüdüğü söylentileri de. İşte bu yüzden ölümünün 50’nci yılı nedeniyle çeşitli etkinliklerde anılan şairle ilgili olarak Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nin Sermet Çifter Salonu’nda açılan “Gemi Elli Yıldır Sessiz” isimli sergide herkes farklı bir soruya yanıt arayacak. 13 Aralık’a kadar sürecek olan sergide yer alan şaire ait özel mektuplarda, yazılarda, şuraya buraya not ettiği dizelerde, sağa sola gönderdiği mektup ve kartpostallarda, kendisine kesilen otel faturalarında, tek başına ve başkalarıyla çektirdiği fotoğraflarda birileri, ısrarla bu çelişkilere ilişkin bir ipucu arayacak. Sonuçta her bir belge onun sadece yaşadığına değil aynı zamanda nasıl yaşadığına ilişkin de bir ipucu değil midir? Nitekim karalanan bir kelime ya da herhangi bir aya ilişkin otel faturası hiçbir zaman üzerinde yazdığı ile sınırlı değildir, bize bir şairin belki de en hüzünlü, en gizemli yanını anlatır. Bu nedenle Yahya Kemal Beyatlı sergisi şairin okurları ya da onun şiirlerini Münir Nurettin’den dinlemeyi sevenler için keyifli bir “polisiye serüven” olabilir. Zülfü Livaneli kriz dinlemiyorZülfü Livaneli’nin yeni romanı “Son Ada” piyasaya çıkalı henüz bir ay oldu ama kitap şimdiden 40 bin sattı ve tüm çok satanlar listelerinin de en üst sırasına yerleşti. Roman, Türkiye gibi pek çok ülkenin her açıdan canını yakan bir darbeyi konu alıyor. Bir generalin cennet bir adayı nasıl da cehenneme çevirişini... Kahramanların Thomas Moore’un “Ütopyası”nda gibi yaşarken bir anda, George Orwell’ın romanlarına hapsolup kalışlarını... Ütopya ve karşı-ütopya arasındaki o görünmez çizgiyi. Ve Livaneli tüm bunları çok yalın bir dille yapıyor. Hem de çok katmanlı bölümlerde bile... Yani roman zorlamayan derinlikli bir anlatıma sahip... İşte başarısı da burada saklı.
Alman yayıncısı satışlarda yüzde 300’lük artış olduğunu söylerken, Türkiye’de de yüzde 30’luk bir artış var. Ancak bu da ironik bir durum yarattı ve Marks sadece sistem karşıtlarının değil savunucularının da “kurtarıcı”sı oldu. Artık onun kitapları, “Ne olacak bu sistemin hali” diye okunuyor...Kim derdi ki sistem karşıtlarının, solcuların, öğrencilerin başucu kitabı, beyaz yakalıların, CEO’ların best-seller’ı olacak? Kim derdi ki, kapitalist sistemin ürkerek baktığı “Das Kapital”, “Ne olacak bu sistemin hali” diye okunacak? İşin tuhaf yanı, Marks “kapitalizmin tarihsel gelişiminde” bunu da demişti. Tabii kendisinin kapitalizmin kurtarıcısı olarak görüleceğini öngörmüş müydü, bilemem!Alman yayıncısı Schütrumpf ise, çelişkilerle dolu da olsa, bu gelişmelerden memnun. Zira ABD’den başlayarak tüm dünyaya yayılan küresel ekonomik krizle birlikte dünyanın en önde gelen gazetelerinin “Marks haklı çıktı” manşetlerini de atmasıyla Marks kitaplarının satışında tabiri caizse patlama yaşanıyor. Satışlar yüzde 300 arttı. Yani Marks artık bir best-seller! Uzmanların “Neoliberal politikaların mutluluk vaatlerinin yetersiz kalması” ile açıkladıkları bu dalga, Türkiye’de de etkisini göstermeye başladı. En çok satanlar listelerinde bile Marks’ın ya da onun ve kitaplarına ilişkin yazılmış kitapları görmek mümkün. Tabii bunda 2008’in 68’ hareketinin 40’ıncı yılı olmasının da etkisi büyük. 68’le ilgili dünyanın pek çok yerinde yapılan etkinlikler Marks’ı ve kitaplarını da gündeme getirdi. Ama burada bir hatırlatma yapmakta fayda var; Türkiye’de Marks ve Engels’in kitapları hep satar. Özellikle de sol görüşlü üniversiteliler arasında. Genellikle de bu kitaplar okul çevrelerindeki korsan satıcılardan yarı fiyatına satın alınır. Yani Marks, Türkiye korsan piyasasının daimi best-seller’larındandır. KOMÜNİST MANİFESTOAma şimdi durum değişti. Marks’ın kitapları bir nevi (ne olur kemikleri sızlamasın) sınıf atladı. Zira Marks kitapları basan yayınevlerinin fuar izlenimlerine göre artık Marks’ın her kesimden okuru var. Versus Yayınevi’nin yetkilisi diyor ki; “Eskiden öğrenciler ya da sol kesim alırdı. Ama şimdi böyle bir şey diyemiyoruz, her kesimden alıcısı var; iş adamları da, kadınlar da!” Marks kitapları arasında en çok ilgi görenlerden biri tabii ki arkadaşı Engels’le birlikte yazdığı “Komünist Manifesto”. Zira bu yıl “Komünist Manifesto”nun 150’nci yılıydı. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” cümlesi ile başlayan kitap, 1948 Şubat’ı Londra’nın sıradan bir matbaada basılmıştı. Ama tarihin en önemli metinlerinden oldu. Çünkü Marks, “Filozoflar dünyayı değiştirmeli” diyor ve bu kitapla da bu yönde adım atıyordu. Öyle de oldu. Manifesto, yayınlandığı günden bu yana en çok okunan, tartışılan metinler arasında hep yerini korudu. İşte bu kitap şimdi Celal Üster ve Nur Deriş’in gözden geçirilmiş 1978 yılı çevirisiyle tekrar basıldı ve hemen çok satanlar listelerine girdi. “Komünist Manifesto” aynı zamanda Marksist kitaplar basan Yordam Yayınları’nın da kitapları arasında. Yordam, Manifesto’yu “150. Yılı” nedeniyle özel ciltli, 300 sayfa olarak bastı. Kitapta manifestonun yanı sıra, hakkında yazılanlar ve metnin 1925’te Şefik Hüsnü tarafından yapılan ilk Türkçe çevirisi de yer alıyor. “Komünist Manifesto” bu yıl İthaki Yayınevi tarafından da basıldı. Manifesto’nun yıllar içindeki basımları 1848’deki ilk basımı ile karşılaştırılarak veriliyor. Versus Yayınları’nın “Dünyayı Sarsan Kitaplar” dizisinden çıkan, Francis Wheen’in yazdığı “Das Kapital: Karl Marks” ise bir kitap biyografisi. “Das Kapital”in öyküsünü, yazım sürecini, Marks’ın yaşamı ile harmanlıyor. Bütün bu ilgiye rağmen, Marks ve dünyasına giriş için önemli bir kapı olan “1844 Felsefe Yazıları”nın tükenmiş baskısını kimse yeniden basmamış. Üstelik bu bir Murat Belge çevirisidir. Zira “1844 Felsefe Yazıları” Marks’ın en kolay okunan kitaplarındandır. Ayrıca dünya edebiyatını da derinden sarsan “İşçinin yabancılaşması” üzerine kuruludur. Sanırım, çöken kapitalizmle birlikte kendini evsiz, kredisiz, işsiz kısaca çaresiz hisseden bireylerin aradıkları cevap da bu kavramda saklı!DAS KAPİTAL’İ OKUYABİLMEKMarks’ın en önemli yapıtı olan “Kapital” ise Sol Yayınlar’ın en çok satan kitapları arasında yer alıyor. Kitap fuarında “Kapital”e olan ilgi her zamankinden daha fazla. Marks’ın kapitalizm üzerine tezini ortaya koyduğu, toplam üç ciltten oluşan 2106 sayfalık bu devasa kitap yakında İş Bankası Kültür Yayınları’nın Hasan Ali Yücel Klasikleri arasından da çıkacak. İş Bankası, daha önce Milli Eğitim Bakanlığı’nca basılan Hasan Ali Yücel kitaplarını uzun süredir basıyor. Ancak bu kitap Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı seride yoktu. (Doğal olarak!) Yayınevi bu kitabı yayın politikalarına almalarını şu şekilde özetliyor; “Bu dizide daha MEB’in bastıkları dışında kitaplar zaten basıyoruz. ‘Kapital’ de onlardan biri. Çünkü bu diziden Adam Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’ kitabı çıktı. ‘Kapital’de bu kitap gibi iktisat tarihinin klasik kitaplarındandır. Biz de bu nedenle yayın politikamıza aldık.” Ancak, Marks’ın kitaplarını, hele “Kapital”i, okumak için belli bir iktisat ve felsefe alt yapınızın olması gerek. Aksi halde zorlanırsınız... Kendinizi anlamlarını bilmediğiniz Latince kelimeler okuyor gibi bile hissedebilirsiniz. Yani başvurabileceğiniz bir nevi “yardımcı kitaplara” ihtiyaç duyabilirisiniz. İşte bu nedenle olsa gerek çok satanlar listelerinde Marks’ın yapıtlarının yanı sıra onun hakkında yazılan kitapları da görüyoruz. Mesela Pandora Kitabevi’nin en çok satan beş kitabı arasına giren Denis Colin’in “Marks’ı Anlamak” kitabı gibi.Kaçırılmaması gereken bir kongre...Karl Marks’a olan ilgi kitaplarla da sınırlı kalmıyor. 14-16 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da uluslararası nitelikte Hegel Kongresi yapılacak. Marks başta pek çok filozofu derinden etkileyen Hegel’le ilgili olarak iki gün süresince Bahçeşehir Üniversitesi’nde dünyanın en önde gelen Hegel uzmanları konuşacak. Yapı Kredi Yayınları Cogito Dergisi ve MonoKL Oluşumu’nun Bahçeşehir Üniversitesi’nin Beşiktaş Kampusu’nda düzenleyeceği Kongreye 15’i yurtdışından 17 akademisyen katılacak. Ayrıntılı bilgi için: http://www.ykykultur.com.tr ve http://kongre.monokl.net
Beylizdüzü’ndeki TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nden düzenlenen fuara, 550 yayınevi ve sivil örgüt katılıyor. 750 yazarın okuyucusuyla buluşacağı fuarda yayınevleri de birçok kampanya ile kitap alışverişini cazibeli hale getiriyor. Krizin patlak vermesiyle en çok satanlar arasına giren Karl Marks ve ekonomi kitaplarına fuarda büyük yer ayrılıyor. İşte TÜYAP Kitap Fuarı ile ilgili bilinmesi gereken her şey...9 Kasıma dek sürecek olan 27’nci TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki ana teması; “1968: 40 yıl önce 40 yıl sonra”. 550 yayınevi ve sivil toplum örgütünün katılacağı fuarda toplam 282 etkinlik gerçekleşecek. 750 yazar okuruyla buluşacak. Bu yılki onur yazarı FüruzanFuarın bu yılki onur yazarı Füruzan. İlk kitabı “Parasız Yatılı” ile 1972’de Sait Faik Hikaye Armağanı’nı alan yazarın son romanı “Sevda Dolu Bir Yaz” 1999’da çıkmıştı. Füruzan’ı başrolünü Hülya Avşar’ın oynadığı “Benim Sinemalarım” filmiyle de tanıyoruz. Nitekim bugün saat 15.30’da “Onun Sinemaları” başlığı altında Füruzan, Hülya Avşar, Ziya Öztan, Selim Atakan, Yasemin Yazıcı’nın katıldığı bir konuşma var. Füruzan, Onur Konuğu Ödülü’nü ise pazartesi akşamı (3 Kasım) düzenlenecek törenle alacak. Fuar süresince Sadık Karamustafa’nın yaptığı “Füruzan Diye Bir Öykü” isimli sergi de görülebilir. 68 HAREKETİNİN ÖNEMLİ İSİMLERİ TarIk Alİ ve Kurlansky DE FUARDAHer yıl olduğu gibi bu yıl da fuara yabancı yazarlar katılıyor. İlki 68 Hareketi’nin önde gelen aktivistlerinden Pakistan asıllı İngiliz yazar Tarık Ali. Yazar yarın “Avrupa’da 68 Hareketi” isimli panele konuşmacı olarak katılacak. Fuarın bir diğer önemli yazarı ise Mark Kurlansky. 68 hareketi ile ilgili en kapsamlı kitaplardan sayılan “1968 Dünyayı Sarsan Yıl” kitabının yazarı olan Kurlansky ile, bugün -fuara da adını veren- “1968: 40 yıl önce 40 yıl sonra” isimli panelde tanışabilirsiniz. Che Guevara üzerine yazdığı kitaplarla ve çektiği belgesel filmlerle tanınan Kübalı yazar Froılan Gonzalez de fuarın yabancı yazarları arasında.En gözde 20 kitapn Son Ada/ Zülfü Livanelin Soğanı Soyarken/ Günter Grassn Cebelavi Sokağı’nın Çocukları/ Necip Mahfuzn Ourania/ J. Le Clezion 1968; Dünyayı Sarsan Yıl/ Mark Kurlanskyn Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal/ Erol Mütercimlern Güzel Gölge/ Patricia Highsmithn Çöl/ J. Le Clezion Karanlıktaki Adam/ Paul Austern Görmek/ Jose Saramagon Kara Çığlık/ Hıfzı Topuzn Hz. İbrahim’in Vasiyeti/ Sam Bournen CHP/ Hikret Bilan İstanbul’un Tramvayları/ Selim İlerin Karakutu/ Amos Ozn Nazım Hikmet ve “Tosca”sı Semiha Berksoy/ Nazım Hikmetn Kum Koleksiyonu/ İtalo Calvinon Parasız Yatılı/ Füruzann Yaşar Kemal’in romanlarıKarl Marks’ın kitapları raflarda olacakFuarın ana teması 68 Hareketi ve ruhuna yönelik olduğu için yayınevleri bu yıl politik kitapları ön raflara koyacak. Tabii buna ABD’den yayılan ekonomik krizin basına “Marks haklı çıktı” başlıklarıyla yanmasını da eklersek fuarın en popüler yazarlarından biri de Karl Marks olacak. Nitekim Can Yayınları, “Komünist Manifesto”yu Celal Üstel’in çevirisiyle yayımladı. Yayınevi bu nedenle Erdal Öz’ün Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hikayesini anlattığı “Gülünün Solduğu Akşam” kitabının her zamankinden daha çok ilgi göreceği kanısında. Benzer durum Everest Yayınları için de geçerli. Kurlansky’nin “1968 Dünyayı Sarsan Yıl” kitabının yayımcısı olan yazar, 12 Eylül’le ilişkin yazıları ile tanınan Nihat Behram’ın kitaplarının ilgi göreceğini söylüyor.Fotoğraf sergilerine ev sahipliği yapıyorKitap Fuarı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu sene de önemli sergilere ev sahipliği yapıyor. Fuar süresince 27. İstanbul Kitap Onur Yazarı Füruzan’ın yaşamından kesitlerden oluşan ve tasarımını Sadık Karamustafa’nın yaptığı Onur Yazarı Sergisi “Füruzan Diye Bir Öykü” üst kat fuayede yer alıyor.Fuarda Onur Yazarı sergisinin yanı sıra, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından Türk Kitap Sanatları örneklerinden oluşan “Geleneksel Türk Kitap Sanatları: Bugünün Ustaları” ; Bergama Yortanlı Kurtarma Derneği tarafından düzenlenen “Üç Sessiz Çığlık: Allianoi, Hasankeyf, Zeugma”; Kamil Koç-Yolculuk dergisi tarafından düzenlenen “Anadolu’da Tarihe, Kültüre, Doğaya, İnsana Yolculuk” başlıklı fotoğraf sergisi de altıncı salon içinde gerçekleştirilecek.Şimdi kitap alma zamanıSon yıllarda olduğu gibi bu yıl da fuarın odağında “alışveriş” yer alacak. Çünkü TÜYAP Kitap Fuarı her şeyden önce bir alışveriş fuarı. Özellikle de son yıllarda. Edirne, Tekirdağ, Ankara, Bursa ve diğer şehirlerden fuara gelenlere ve toplu alışveriş yapanlara rastlamak mümkün. Çünkü fuar alanı Tepebaşı’ndaki küçük alanından Beylükdüzü’ne taşınınca çocuklar için “okuma saatlerinden” “atölye çalışmalarına” pek çok etkinliğe yer açılabildi ki bu da fuara büyük bir hedef kitleyi minik okurları dahil etti. Ayrıca bu şekilde fuar “Aile Fuarı” niteliği kazandı bu da toplu alışverişler demekti.En çok satan ekonomik kriz kitapların Yeni başlayanlar için Marks/ Rius n Kod adı Küreselleşme/ Sungur Savrann Marx’ın Kapitali/ Alfredo Saad- Filho, Ben Fİnen Kapitalizm ve Köylülük/ Oya Köymenn Marks’ı anlamak/ Denis Colinn Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar/ Karl Mark - Friedrich Engels n Das Kapital /Karl Marksn Kapitalizm Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika / Ayşe Buğran Yüz Soruda Ekonomi El Kitabı / Sadun Aren n 1980’li yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm / Korkut BoratavÜcretsiz servisler hizmet verecekHer yıl olduğu gibi bu yıl da TÜYAP’ın ücretsiz servisleri var. Servisler; Taksim AKM’nin önünden, Bakırköy Deniz Otobüsleri’nin otoparkından 10.00-16.00 arası yarım saatte bir kalkıyor. Hafta içi ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi’nden (Fındıklı) 10.00-13.00, Boğaziçi Üniversitesi’nden (Rumeli Hisarüstü Durağı) 10.30’da, İTÜ’den de (Maslak) 10.30’da servisler var. Aytıntılı bilgi için: www.tuyap.com.tr9 Kasım’a kadar 11:00’dan 20:00’ye kadar açık olan fuar son gün ise 19:00’da kapanıyor. Öğrenci, öğretmen ve emeklilere ücretsiz olan fuara giriş ise 5 YTLFuara giderken trafik saatlerine kalmamaya özen göstermenizi, sevdiğiniz yazarın yayınevini, imza günlerini öğrenmenizi ve programınızı buna göre belirlemenizi tavsiye ederim. Aksi takdirde saatlerce trafikte kalabilir ve fuarın en renksiz anına denk gelebilirsiniz. Ayrıca tüm stantlara uğrayın ve koleksiyonunuz için ayraç toplayın.Cazip kampanyalarn Kitap fuarına geçen yıl gösterilen yoğun ilgi yayınevlerinin satış politikalarına yansıdı. Eskiden yapılan klasik fuar indirimleri artık yerini çeşitli kampanyalara, fırsat ürünlerine bırakıyor. Mesela Şubat Krizi’nden sonraki yıllarda Çivi Yazıları Yayınevi, benzeri görülmemiş bir kampanya yapmıştı: Nakdi olmayanlara yemek fişi ile kitap satmıştı. Peki bu yıl hangi yayınevi hangi kitapları için ne tür kampanyalar yapacak, fırsat ürünleri nedir? İşte sizin için fırsatlar listesi: n Yemek kitabı almayı düşünüyorsanız, Alfa Yayınları’nın “Mini Dev Yemek Kitabı”nı 35 YTL yerine 25 YTL’ye almanız mümkün. Aynı şekilde “Mini Dev Vejetarjen”de 35 yerine 25 YTL’den satışa sunulacak. n Erol Mütercimler’in daha yayımlanmadan merak uyandıran, bin sayfalık “Fikrimizin Rehberi-Gazi Mustafa Kemal” kitabını da yine 35 YTL yerine 25 YTL’ye alabilirsiniz. n Televizyon dizisi CNBC-e’de yayımlanmaya başlayan “Dedikoducu Kız” serisi de bir set halinde ve indirimli olarak satışa sunulacak. Aynı şey Artemis Yayınevi’nin seri olarak çıkan fantastik kitapları için de geçerli.n Benzer bir fırsat da Everest Yayınları’ndan. Yayınevi “Unutulmayan Kadınlar Serisi”ni ve Türk ve Dünya Edebiyatı’nı setler halinde uygun fiyatlara satışa sunuyor. n Everest Yayınevi, minik okurlarını da unutmamış. “Büyülü Fener” kitabını alanlara bir boyama kitabı hediye. n Turkuvaz Kitap ise şu kitapları 2-5 YTL arası satışa sunacak: “Mitler Dizisi”, “Karda Kalan İz”, “Birileri Kadınlarımızı Fena Kandırıyor”, “Lizka Ve Erkekleri”, “Mavi Kanlı Prenses”, “Tarihin Dönüşü”, “N’gustro Vakası”, “Merhaba Tembellik.” n Remzi Kitabevi ise geleneksel yüzde 20 fuar indirimine ek olarak 150 çeşit kitapta yüzde 50 özel indirim yapıyor ve bu kitapları özel bir bölümde sergiliyor. n Şayet sanat kitaplarına ilgiliyseniz, Dali, Picasso, Van Gogh, Leonardo, Rembradt gibi dünya resim sanatının önde gelen sanatçılarının biyografilerinin ve eserlerinin anlatıldığı sanat kitaplarını basan iki yayınevine Taschen ve Boyut Yayınevleri’nin stantlarına uğramanızda fayda var. Çünkü fiyatları yüksek olan bu kitapları klasik fuar indirimiyle bile olsa almak akıllıca bir alışveriş olacak. n Doğan Kitap ise bazı kitaplarda 5, 7 ve 10 YTL’den oluşan fiyat politikaları belirdi. İpek Çalışlar’ın büyük ilgi gören “Latife Hanım”, “Kara Sohbet” kitabı, Türkiye’de Emre Kınay tarafından tiyatroya uyarlanan Amelie Nothomb’un “Açlığın Biyografisi”, Steve Nakamoto’nun “Erkekler Balığa Benzer” kitapları 5 YTL’den satışa sunulacaklar arasında. 7 YTL’den satılacak kitaplar arasında ise Serdar Akinan’ın “Neo-Türkiye”, Michael White’ın “Ekinoks”u, Peter Galbraith’in “Irak’ın Sonu” dikkat çekerken 10 YTL’ye satılacak kitaplardan bazıları da şöyle: “Eve Dönüş” Bernhard Schlink, “Elbette Çiçek” Arif Çiçek, “Kılıç Kardeşliği” Michael Peinkofer.n Şayet iyi bir Türkçe sözlük arıyorsanız; Can Yayınları’nın 100 bin maddelik “Büyük Türkçe Sözlük”ünü 90 yerine 60, 20 bin maddelik “Türkçe Sözlük”ünü de 35 yerine 20 YTL’ye alabilirsiniz. Hazır bu standa uğramışken, hatırlatalım; yayınevi “Yiğit İken Ölenlere” adını taşıyan ve 12 Mart Öykülerinden oluşan antolojiyi alanlara “12 Eylül Öyküleri” antolojisini de 10 YTL’ye veriyor.n Yapı Kredi, İş Bankası, Altın Kitaplar, İnkılap Yayınevi’nin geleneksel yüzde 20-25’lik indirimlerine ek olarak İmge Yayınevi de “İmge Öykü” dergisini 1 YTL’ye satıyor. Eksik sayıları tamamlamak için büyük fırsat. n Şayet fuara “Dünya Edebiyatı Klasikleri”ni almak için gidiyorsanız, indirimlerinden çok çevirilere ve yayınevinin güvenirliliğine dikkat etmenizi öneririm. n Jules Verne hayranıysanız ya da çocuğunuz varsa İthaki Yayınevi’nin kampanyasını kaçırmamanızı öneririm. Çünkü tüm Jules Verne’lerin fiyatı, uzunluğuna-kısalığına bakılmadan, sadece 4.9 YTL. Üstelik yayınevi benzer bir uygulamayı Edgar Allan Poe’nun hikaye ve şiirleri için de yapıyor. Poe’nun eserleri 50 indirimle satılıyor. İthaki Yayınevi’nin “Günün Kitabı” kampanyalarına da dikkat etmeniz de fayda var. Yayınevi fuar süresince her gün, farklı bir kitabı “Günün Kitabı” ilan edip yüzde 50 indirimle satışa sunacak.
Hevesle ve heyecanla binmiştik uçağa, ancak organizasyon sorunlarından ötürü keyifli günler geçirdiğimizi söyleyemem. Ama yazarlarımızın, yayıncılarımızın, ajansların verimli görüşmeler yaptığını ve 6.5 milyon Euroluk bu projenin bir şekilde meyve vereceğini ummak istiyorum. Fuarın sloganı “Tüm renkleriyle Türkiye”ydi. Yani her dilden ve dinden esere ve yazara yer verecek bir fuardı bu. Ancak “ona da yer verelim, buna da” ve “aman kimse kimseyi de ezmesin” derken hiçbir rengi kalmamıştı. Mesela Türkiye stantları “oryantalist” olmasın diye o kadar sade yapılmıştı ki, yayıncıları, yazarları tanımasam Türkiye bölümünde olduğumu bile anlayamayacaktım. İtalya, Meksika gibi ülkeler bayraklarını ya da bayrak renklerini neşeli bir yorumla kullanmışlardı. Biz ise Türk bayrağını sadece Türk yemeklerinin verildiği lokantadaki masalarda görebildik. Onur Konuğu ülke olmamız nedeniyle Türk Edebiyatı Sergisinin bulunduğu alanda da Türk bayrağı yoktu. Varsa da ben görmedim. Türkiye’yi simgeleyen şey ise, Frankfurt Kitap Fuarı logosunun turkuaz rengi basımıydı. “Tüm Renkleriyle Türkiye” sloganında Çetin Altan ve Ahmet Altan’a yer yoktu. Ama Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören ve Ebubekir Eroğlu gibi İslami kesimin yazarları kendine bir renk bulmuştu. Organizasyon sorunları tarif edilir gibi değildi. Mesela benim gibi Refik Durbaş ve Hilmi Yavuz da pasaportta bir buçuk saat beklemek zorunda kaldı. Organizasyonu üstlenen ve Bakanlık ihalesini alan Bayam Şirketi yetkililerinden (Yiğit Bengi hariç) kimseyi bir türlü göremedik ve ulaşamadık. Organizasyon o kadar dağınıktı ki Türk çizgi roman tarihi sunumunda çevirmen yoktu. Çeviriyi seyircilerden biri yapmak durumunda kaldı. Yani işler Türk usulü yürüdü! Ama Frankfurt’ta güzel şeyler de oldu. Mesela Suhrkamp Yayınevi Mario Levi’nin Almancaya çevirdikleri “İstanbul Bir Masaldı” kitabından övgüyle bahsediyor. Perihan Mağden’in “İki Genç Kızın Romanı”nı da çeviren bu yayınevi ile ilgili küçük bir not. Bu yayınevi Orhan Pamuk’un bundan 18 yıl önce “Beyaz Kale”yi çeviren yayınevi. Yani Pamuk’un açılış konuşmasında değindiği yayınevi... Onlar şimdi bu durumdan çok üzgün olduklarını söylüyor. Çünkü o zaman ilgi görmediği için kitabı desteklemediklerini ama şimdi Nobel aldığı için bu fırsatı kaçırdıklarını söylüyorlar ve keşke destekleseydik diyorlar. Kentin her yanında fuarın izlerini görmek mümkündü. Mesela şehrin caddelerinde “100 milyon kopya” sloganıyla Paulo Coelho afişleri yer alıyordu. Coelho’nun 100 milyonuncu kitabını satması “Tanrıdan sonra en çok satan adam” esprilerine neden oldu. Coelho ayrıca fuarda yeni kitabı “Grida”nın tanıtımını da yaptı ve Alman yayıncısı onun için büyük bir parti verdi. Dört yıldır verilen Alman Yayıncılar Birliği Kitap Ödülü ise konusu Doğu Almanya üzerine olan 900 sayfalık “Der Turm” (Kule) romanından ötürü Uwe Tellkamp’a verildi. Bizim pavyonumuz çok sade olsa da diğer bölümler fuara gittiğimize değdi. Amerikalılar şov yaparken Ruslar mağrur ve şıktı. Mesela Soljenitsin’in ya da Dostoyevski’nin fotoğrafları, kitapları dizilmiş öylece oturuyorlardı. “Bizim şova ihtiyacımız yok” der gibiydi! Herkes İtalyanlar’dan bahsediyordu. Büyük bir İtalyan restoranını da pavyonlarına alan İtalyanlar’ın özellikle erotik kitapları dikkat çekiciydi.
Hatta bu özelliğinin, kimi zaman hayranlarını bile usandırdığı söylenir. Ama işte, reklamın iyisi kötüsü olmaz. Bu “bıkma ve usanma” hali ona kötü bir şöhretin yanında eserlerine ilgi de getirdi. Ve o tüm bu olup bitenin her zaman farkındaydı. Bu girdiği ortamı değiştiren, her daim kendinden bahsettiren kişiliğin ilgi alanı elbette resimle sınırlı değildi. Heykelle de uğraştı, fotoğrafla da. 1929’da Luis Bufuel’le birlikte çektiği “Bir Endülüs Köpeği” sinema tarihinin en ilginç filmlerinden biri oldu. Walt Disney’le birlikte yaptığı “Destino” isimli kısa çizgi film ise çok değil, 2003’de Oscar’a aday gösterilmişti. “Saklı Yüzler” adını taşıyan tek romanı bu nedenle yayımlandığında (1944) hem merakla hem de şüpheyle yaklaşıldı. Çünkü söz konusu Salvador Dali’ydi. Yani delilik ve dahilik arasında belki de kendi isteğiyle gidip gelen bir sanatçı... Yüzyılın en büyük şairlerinden F. G. Lorca’nın arkadaşı... Bilfiil onun tarafından edebiyatla uğraşması gerektiği söylenen çok yönlü bir kişilik. Ne yazmıştı, nasıl yazmıştı? 600 sayfalık bir romandı bu... 1934-45 yılları arasında yaşayan bir grup aristokratın hayatını konu alıyordu. Özelde de Fransız sosyetesini, onların yaklaşmakta olan II. Dünya Savaşı’na rağmen içinde oldukları vurdumduymazlığı... Yani sabahlara kadar süren baloları, içine olabilecek tüm sapkınlıkları da alarak heyecan dozunu hiç azaltmayan zevk alemlerini, burjuvazi üyelerinin karşısındakiyle istediği gibi oynayacağını sanarak gittikçe şişen egolarını... Gurur, ihtiras, bencillik ve hastalıklı ruhlarla kendini yenilediğini sanan ama yoksulluğa acımaktan başka bir şey yapmayan Paris sosyetesini... Tabii Dali’nin tüm bunları ele alışında, tanıştığı, portrelerini yaptığı, sanatında çok büyük bir etkisi olan Freud’un yine derin izleri vardı. Bir de her zamanki “tevazu megalomanlığının!” Bununla ne demek istediğimi, “Saklı Yüzler” romanın önsözünde yer alan ve bu kitabı neden yazdığını anlatan bölüm çok iyi anlatacaktır. Şöyle açıklıyor Dali bu romanı yazma nedenlerini: “İlk olarak; yapmak istediğim her şey için zaman buluyorum ve bu romanı yazmak istiyordum.İkinci olarak; çünkü çağdaş tarih, büyük insani tutkuların gelişimi ve çatışmasıyla ilgili bir roman için eşsiz bir yapı sunuyor, çünkü savaş tarihi ve daha özelde, dokunaklı savaş sonrasının tarihi mutlaka yazılmalıydı.Üçüncü olarak; çünkü eğer ben yapmasaydım bunu hem bir başkası yapacak, hem de kötü yazacaktı.Dördüncü olarak; çünkü “tarihi kopyalamak” yerine, onu öngörmek ve yarattığımıza en yakın şekilde gerçekleşmesini izlemek daha ilginç... Çünkü Avrupa’da savaş öncesi dramın başoyuncuları olan yakın dostlarımla bir arada yaşadım; Amerika’ya göçlerini izledim ve dolayısıyla geri dönüşlerini hayal etmek benim için güç olmadı...” Kolay kolay söylenebilecek sözler değil bunlar ne de söylendiğinde kendine muhatap bulabilecek. İşte söz konusu Dali, olunca kimse şaşırmıyor. Ama kanıksayamıyor da. Yani “Dalidir, ne dese yeridir” denip geçilemiyor. Çünkü tahmin ediliyor ki, çağın bu ilginç zihni bize en gerçek şeyleri bambaşka bir pencereden ve son derece ilginç metaforlarla anlatacak...
Salı günü yayıncısıyla, yazarıyla, basınıyla ve devletiyle Frankfurt’a uçuyoruz. Çünkü dünyanın en büyük kitap fuarı olan Frankfurt’un bu yılki onur konuğu Türkiye... Pek çok kişi bu fuarı, Türk edebiyatı adına büyük bir dönemeç olarak görüyor. Çünkü Türk edebiyatı ilk kez bu fuarla, kendini dünyaya takdim etme fırsatını buluyor. Zira FKF, dünyanın dört bir yanından yayıncıların katıldığı büyük bir pazar... Yani bir yazar ya da bir ülke edebiyatı için, (tabii doğru algılanıp davranıldığı takdirde) bu fuar dünyaya açılabilecekleri bir eşik... Türkiye, Türk edebiyatı ise şu an bu eşiğin önünde duruyor. Çarşamba günü Orhan Pamuk’un fuarın açılış konuşmasını yapmasıyla da bu kapı önümüzde açılacak. İşte ondan sonrası, yani eşiği geçip geçemeyeceğimiz şu ana kadar yapılan yatırımlara, çalışmalara bağlı... Bu nedenle fuar dönüşü yapılan yorumların içeriğinin de, renginin değişeceği kanısındayım. Mesela bazı yazarların Kültür Bakanı’nı protesto etmek için katılmadığı fuar, dönüşte başka açılardan ele alınıp eleştirilebilir. Hatta fuarı, protesto edenleri en ateşli şekilde eleştiren yazarlar, fısıltı halinde dillendirdikleri çeviri meselesini belki de yüksek sesle gündeme getirir. (FKF’yi destekleyen en önemli projelerden biri de Türk Edebiyatı’nı Dışa Tanıtma Projesi’ydi -TEDA-. Bu proje kapsamında 441 eser, 45 ülke için 35 dile çevrildi ki bunların 110’u Almanca’ya gerçekleşti.) İşte bu eserlerin çevrilerinin düzgün olup olmadığına ilişkin endişeler hiç de az değil. Dahası aynı endişe yazarların fuarda yapacakları okuma metinleri için de geçerli. Burada 15 Mayısta kaleme aldığım “TEDA Neyi Destekliyor” yazısını hatırlatmak isterim. Bu yazıda Yayıncılar Birliği’nden Kenan Kocatürk “Almancaya çevrilen 95 eserin 7’si hariç hepsi Almanya’da kurulmuş Türk yayıncı şirketlerine ait bunların Almanya’daki tanınma oranı ve okuru etkileme gücü de çok zayıf” diyordu. Türkiye tarihi eşikteTüm bunlara rağmen bu fuarı, Türk edebiyatını dünya kitabevlerine sokabileceği için, böyle bir ihtimali taşıdığı için önemsemek de fayda var. (Fuar projesini, bu endişelere ve küçümsenmemesi gereken protestolara rağmen önemseyen yazıları yazmamın nedeni de bu...) Çünkü nasıl Borges’siz bir dünya edebiyatı eksik kalırsa Ahmet Hamdi Tanpınar’sız da eksik kalır. Dahası Türk yazarların artık sadece Türkiye’ye değil dünya okurlarına yazabileceklerini hayal etmek bile bana nefes kesici geliyor. Bu hayalin yaygınlaşmasının yaratacağı konu ve tür zenginliğini düşünebiliyor musunuz? Hele kitapların ortalama iki-üç bin sattığı Türkiye’den genç bir yazarın başka dile çevrilmesinin ne anlama geleceğini? Ancak Frankfurt dönüşünde bu umutların gerçeğin neresinde durduğunu göreceğiz... Bakanlığın “İlk kez edebiyata bu kadar sahip çıkıldı” görüntüsünün devam edip etmeyeceğini de? Ya da 14 Ekim’de kalkan Frankfurt uçağının dünya edebiyatı trenini yakalayıp yakalamadığını...
Etkileyici bir mekândır Aya İrini... Burada konser dinlemekse insana unutulmaz anlar yaşatır. Yüzyıllar önce yaşamış bestecilerin unutulmaz müzikleri çalındıkça sanki tarihi yapı dile gelir. Her bir tuğla nota gibidir, bir araya geldikçe bina, melodiyle de onları bir araya getiren kubbe şekillenir. İşte geçen cumartesi Devlet Opera ve Balesi’nin açılış konserinin burada gerçekleşeceğini öğrendiğimde soluğu bu muhteşem mekânda aldım. Üstelik o gece, mekâna yakışan bir eser, Beethoven’in 9. Senfonisi seslendirilecekti, hem de Gürer Aykal’ın yönetiminde... Konserden tabii ki keyif aldım. Hele Gürer Aykal’ın nefis yönetiminden... Zira bir insanın sırtı konuşur mu, Aykal’ın konuşuyor... Bir insanın sırt kasları mimik yapar mı, onunki yapıyor... Bir insanın sırtına bakarak yaptığı mesleği anlayabilir misiniz, onunkinden anlıyorsunuz. Bir insanın sırtının titreyişinde bir müziğin ritmi görülür mü, onunkinde görülüyor... Bir insanın sol omzu keman, sağ omzu ise viyolensel sesi gibi hareket eder mi, onunki ediyor. Bir adamın eğilip kalkışında davulların gürleyişini, zillerin çınlamasını görebilir misiniz, onunkinde görüyorsunuz... Bir adamın sırtını oluşturan kaslar bir müziğe dönüşür mü, işte onunkinde dönüşüyor. Bu nedenle diyebilirim ki; geçen cumartesi gecesi Aya İrini’nin tarihi tuğlaları ve Gürer Aykal’ın sırt kasları Beethoven’ın 9. Senfonisi’ne dönüşmüştü. Klasik müzik mönüsüAma kabul etmek gerekir ki, bu topraklarda yaşayanların klasik müzikle ilişkisi hep böyle güzel olmadı. Batılılaşma politikası çerçevesinde Hikmet Şimşek’in sunumuyla her pazar yayınlanan klasik müzik konserleri hiç keyifli değildi. Çünkü zorunluydu, ders anlatır gibiydi. Ne Fazıl Say’ın köylerde verdiği piyano konserlerindeki yaklaşımı vardı, ne de klasik müziğin büyülü dünyası... Türk Telekom’un sponsorluğunda Caretta Yayınevi’nden çıkan “Ölmeden Önce Dinlemeniz Gereken 1001 Klasik Müzik” kitabı o zamanlar yayımlansaydı eminim o pazar günlerinin anlamı birçok kişi için değişirdi. Bir kere kitabın yaklaşımı çok modern... 1001 müzikle ilgili bizlere, dünyanın en önde gelen müzik yorumcularının kaleminden damıtılmış bilgiler sunuyor. Ne gereksiz bilgi var, ne de eksik. En önemlisi kitap hangi müziği, kimin yönetiminde ve kimin yorumunda dinlememiz gerektiğini söylüyor. Mesela “Johann Sebastian Bach’ın ‘Aziz John’un Çilesi’ni mi?” dinlemek istiyorsunuz, o zaman, o sayfayı açıyor ve ilk önce şu bilgilerle karşılaşıyorsunuz: “Türü: Oratoryo, Şef: John Eliot Gardiner, Yorumlayanlar: Anthony Rolfe Johnson, Andreas Schmidt, Kayıt yılı: 1986.” Caretta Yayınları bu seriden daha önce “Ölmeden Önce Seyretmeniz Gereken 1001 Film, Okumanız Gereken 1001 Kitap ve Görmeniz Gereken 1001 Tablo”yu yayımlamıştı. “1001 Klasik Müzik”, diğerlerine göre biraz daha ilgi görebilir. Çünkü müzik market’lerde “Ne alsam” diye raflara bakıp sonra da vazgeçen çok kişi var. İşte bu kitap bu boşluğu doldurabilir ve bize kapsamlı bir klasik müzik mönüsü sunabilir.Hatta bu sayede TRT’nin ve Hikmet Şimşek’in -yanlış bir yöntem uygulamış olsalar da- çabalarını daha iyi anlayabiliriz.