Kulağıma, yan apartmanın bahçesindeki ağaca konmuş geveze kuşların bahar sesleri çarpıyor. Artık rüyamda ne yaşadıysam, öylesine, hiç aklımda olmadan “Tembelliğime neşe katan kuşlar...” diye mırıldanıyorum. Anlıyorum ki, kendine şiir arayan bir kayıp dize gelip beni dilime konmuş. Seviniyorum. Biliyorum ki, bu bahar da ne yapıp edip iş nedeniyle yaptığım zorunlu okumaların dışına çıkacağım. Altını çizdiğim, kenarlarına notlar aldığım kitapları tekrar raflarından indireceğim ya da bir kenara ayırdığım “okunması arzu edilen kitaplar”dan bol bol okuyacağım. Hatta seçtiğim kitaplar için özel mekanlar belirleyip kendime “kitap turları” düzenleyeceğim. Mesela Jose Saramago’nun “Küçük Anılar”ını akşam güneşinin çalışma odamı doldurduğu saatlerde okuyacağım. Evlerden soğan kokularının ve akşam telaşının yükseldiği... Bir çocuk gibi baş aşağı oturacağım; gövdem koltuğun oturma yerinde, ayaklarım duvara dayalı olacak! Belki acıkıp annemi arayacağım. Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” de nicedir aklımda... Bu romana Beşiktaş’taki, iskelenin yanında başlamak sonra da vapura binmek istiyorum. Haydarpaşa’da inip belki trene atlar, yataklı ile Eskişehir, Ankara da yaparım... Hatta bu yolculukta bir de Agahta Cristie okurum. Bu bahar Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi”ni de tekrar okumalıyım. Ama Boğaz kenarında, bir bankta... Çünkü ara verdiğimde biliyorum ki uzun bir yürüyüşe ihtiyacım olacak. Ülkenin içindeki halden, hangi caddeye sapsam çıkmaz sokağa düşmüşüm hissinden kurtulmak için de Che’nin “Motosiklet Günlüğü”ne sarılacağıma eminim, işe gidip gelirken... Yıllar önce okuyup nutkumun tutulmasına neden olan John Fowles’un “Büyücü” romanı için ise güzel bir ada yolculuğu planlıyorum, belki birkaç gece konaklayıp rutin hayatımdan uzaklaşıp bambaşka bir dünyaya dalacağım. Bunlar bahar planlarımın bir kısmı... Size de benzer turlar yapmanızı öneririm. “Ama hangi kitabı okumalıyız” diyorsanız, işte size yazarlardan birkaç tavsiye:Tuna Kiremitçi: Her bahar âşık olanlar ve aşklarına vuran güneşin tadını Türkçe’nin lezzetiyle harmanlamayı bilenler için, Oktay Rifat’ın seçme şiirleri (Bir Aşka Vuran Güneş) hazine değerinde. Bir park kanepesinde, güneşe karşı oturmuş kedi gibi gerinirken okuduğumuzda, bizi şu hız ve gürültü çağının dışına çıkarabilecek bir oksijen çadırı. Sadece âşıklara değil, Türkçe üzerine düşünmeyi seven ve konuştuğumuz dilin nelere kadir olduğunu merak edenlere de söylediği çok şey var. Müge İplikçi: Haruki Murakami’nin “Yaban Koyununun İzinde” romanı hem sürükleyici hem de rahat okunan bir dedektif öyküsü. Bahar yorgunluğunuza iyi gelecektir. İskender Pala: Yerli yazarlardan Refik Halit Karay’ın “Üç Nesil, Üç Hayat”ı, Sait Faik’in “Hikayeler”i... Doğu edebiyatından Şirazlı Sadi’nin “Baharistan”ı, Batı edebiyatından da Montaigne’nin “Denemeler”i bahara çok yakışacaktır. Hamdi Koç: Richard Yates’in “Hayallerin Peşinde” isimli romanını öneririm. Bu roman, bir çiftin modern hayat içinde bir türlü yollarını bulamamaları üzerine kurulu. Yani evliliğin çöküşü, çıkmazı... Çevirisi de çok güzel. İnsanların hayatları için anahtar olabilecek kitaplardan olduğu bu baharda okunmasında fayda var. Faruk Duman: İtalo Calvino’nun “Dere Tepe Ters” isimli kitabını öneririm. Bu kitap çocuk kitabı olarak yayımlandı ama bence yetişkinler de okumalı. Kitap, bir ağacın dalları ile köklerini beraber anlatarak düşsel bir ortam yaratıyor. Kahramanlar ormanda gezindiklerini sanıyorlar ama aslında köklerdeler.
Bu soruları biz, uzun uzun “Olurdu, olmazdı” diye tartışa duralım... Diyanet İşleri, Nedim Gürsel’in hapis cezası ile yargılandığı “Allah’ın Kızları” romanıyla ilgili bir rapor hazırladı bile. Bir vatandaşımızın, Ali E. B.’nin talebi üzerine hazırlamış Diyanet İşleri bu raporu. Ali Bey’in kendisini gerçekten merak ettim. Düşünsenize bir roman okuyorsunuz ve kafanızda belli sorular oluşuyor ve siz de Diyanet’e iki kez faks çekerek; “Bu konuda ne düşünüyorsunuz” diye soruyorsunuz. Yani eleştirmene göre kitap okuyan değil, okuduğu kitaba eleştirmen bulan bir okursunuz. Takdir etmemek mümkün değil! Ama şunu da merak etmeden duramıyorum; Ali Bey, neden bir eleştirmeni, mesela Doğan Hızlan’ı ya da Beşir Ayvazoğlu’nu değil de Diyanet İşleri’nin görüşünü tercih etmiş? Ali Bey ne olur bana bir-iki taktik verin!Nedenini bilemem, zaten kendisinin benden daha bilgili ve deneyimli olduğu kesin. Zira ben Vatan Kitap ekini hazırlarken, kimi yazarlara bir kitap tanıtımı yazdırabilmek ya da “söz, yazacağım” diyenlerden de zamanında yazılarını alabilmek için ne diller döküyorum, bir bilseniz! Ali Bey, ne olur bana bir-iki taktik verin! Zira kendisinin talebine bizzat Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan yanıt vermiş. Raporda onun imzası var. Üstelik kaleme alınan metin son derece de iddialı bir edebiyat eleştirisi. Deniyor ki: “Söz konusu kitapta, fikir özgürlüğü yahut eleştiriyle açıklanamayacak derecede Allah, peygamberler, semavi dinler, dinlerin ilkeleri, kitapları, ibadetleri hakkında alaycı, küçük düşürücü ve hakaretamiz bir üslubun kullanıldığı görülmektedir.” Üstelik bu iddialı tez, sadece kitaptan cümlelerle destekleniyor. Mesela edebiyat kuramımız üzerine önemli bir isim olan Berna Moran’dan ya da eleştiri tarihimizin (özellikle de dil üzerine) Nurullah Ataç’tan alıntı yapmaya bile ihtiyaç duymamış. Neresinden bakarsanız bakın, metni kaleme alan kişinin edebiyat bilgisine ve donanımına olan güveni tam, belli ki! İşte bu nedenle, kendimi bir anda; “Acaba bu metin bana gelseydi, Vatan Kitap’a kapak yapar mıydım, yaparsam görsel ne olurdu?” diye düşünürken buluyorum. Ancak Nedim Gürsel’in gönderdiği yanıtı okuyunca da “yeni bir edebiyat eleştirmeni keşfetmiş olma” hayalim sekteye uğruyor. Zira şöyle diyor Nedim Gürsel, “Raporda imzası bulunan Prof. Dr. Hamza Aktan’nın kitabı okumadan karar verdiği anlaşılıyor. Çünkü bağlamlarından çıkarılmış ve kasıtlı olarak çarpıtılmış bölümlerin hatta yazmadığım bir cümlenin altına, ‘semavi dinlere hakaret içeriyor’ gerekçesiyle imza atmış. Oysa raporda belirtildiği gibi ‘Allah’ın sevgilileri’ diye bir cümle yoktur romanımda. Doğrusu ‘Allah’ın sevgili kulları’ olacaktır, sayfası da 120’dir.” İşte bu son cümle bana, peşimi bir türlü bırakmayan o soruyu bir kez daha sorduruyor: “Yine mi bir kitap hakkında okunmadan değerlendirme yazısı yazılmış?” Umarım değildir, çünkü edebiyat eleştirmeni kadar, doğru dürüst kitap tanıtımı yazanı bile bulmak inanın hiç kolay değil!Kültür Bakanı’nın Obama kitapları!Geçen haftaki “Baykal’ın Obama’ya hediye ettiği kitaplar” yazımda “Darısı Kültür Bakanımız başta olmak üzere diğer bakanlarımızın başına” demiştim... Kültür Bakanlığı’ndan telefon geldi ve şöyle dendi: “Kültür Bakanımız da Obama’ya iki kitap hediye etti. Biri Anadolu Antik Kentleri, diğeri de bir Mevlana kitabı.” Ancak benim yazım sadece “kitap hediye edilmesi” üzerine değil Türk edebiyatına sahip çıkılması üzerineydi. Keşke Kültür Bakanımız da edebiyat tarihimizin, özellikle de evrensel nitelikteki modern edebiyatımızın, ürünlerini tercih etseydi... Çünkü Türk edebiyatı bunu gerçekten hak ediyor! Bunu en iyi anlayacak kişilerden birinin de (Vatan Kitap’ta yayımlanan bir röportajında kütüphanesini ve kitaplarla ilişkisini anlatan) Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olduğuna inanıyorum. Not: Hediye edilen kitapların isimlerini, hatırladığım kadarıyla yazdım. Zira isimleri bana mail’le gönderilecekti ama yazıyı sayfaya gönderdiğim sırada hâlâ gelmemişti.
Ama Deniz Baykal’ı Obama’ya verdiği hediyelerden ötürü tebrik etmek gerek. Hem de en az Kılıçdaroğlu’nu keşfetmesi kadar. Darısı, başta Kültür Bakanımız olmak üzere diğer bakanlarımızın başına. Umarım, bundan sonra İznik çinileri, Osmanlı hatları ve ebru sanatı örneklerinin dışında da bu ülkenin değerleri olduğu keşfedilir. Mesela önüne ya da sonuna hiçbir şekilde “otantik”, “lokal”, “yerel” gibi sıfatları kabul etmeyen evrensel bir edebiyatımızın olduğunu fark ederiz. Gerçi Kültür Bakanlığı bu konuda çok iddialıydı, Frankfurt Kitap Fuarı ve TEDA (Türk Edebiyatı’nı Dışa tanıtma Projesi) kapsamında edebiyatımız için çok büyük açılımlar yapılmıştı! Mesela TEDA kapsamında 441 eser farklı dillere çevrilmişti. Elbet meyvesini verecekti! Ama nedense, kimsenin aklına çevrilen o kitaplardan birini, ülkemize konuk gelen devlet adamlarına hediye etmek gelmedi. Oysa daha geçenlerde Nerval’in ünlü “Doğu’ya Yolculuk” kitabıyla görüntülenen Sarkozy’ye Başbakanımız “Ben okudum, çok sevdim, sen de oku” diyerek bir kitap hediye etse ne güzel olur. Mesela İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar”ını... Zira böylece, bu topraklarda edebiyatın ne denli üst bir noktaya çıktığını dahası III. Dünya ülkelerinden gelen yazarlar sayesinde ayakta duran Avrupa ve durgunluğa giren Fransız edebiyatına ne büyük katkılar sağlayabileceğimizi göstermiş olurdu. Bu yüzden Deniz Baykal’a teşekkür ediyorum. Sadece kitap hediye ettiği için de değil. Çok özel ve yan yana geldiklerinde zarif bir bileşim oluşturan iki kitabı seçtiği için.Doğu’nun da Batı’nın da yazarıZira sadece Tanpınar’ın “Huzur”unu hediye etseydi, bu tercihini sıradan hatta “kitch” bulabilirdim. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar, yıllarca Batı karşıtlığından beslenen İslami yazarların entelijansiyaya girmesinde bir kapı görevi gördü. Çünkü Tanpınar hem Doğu, hem de Batı’nın yazarıydı... Modernizm kadar gelenekten de besleniyordu. (Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi yazarların beslendiği damarın ustalarındandır.) Roman kahramanı Nuran da bunun en güzel örneğiydi. Baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bektaşi’ydi. Türk sanat müziğini de bilir, halk oyunları da oynardı. Yani “Bu ülkenin mini eteği varsa, başörtüsü de var” demenin bir başka yoluydu “Huzur”u sahiplenmek. Ama “Huzur”un gerçekten mini eteği vardı. Romanın kahramanı Nuran evli ve mutsuz bir kadındı. Âşık olduğu Mümtaz’a (romanın ana kahramanı) aşık olunca onunla cinselliğe de dökülen bir ilişki yaşamıştı. Yani o geceleri dışarı çıkan, cemiyet hayatında bulunan modern bir kadındı. İşte bu ikili yapısı da “Huzur”u, son on yılın “bahsi en çok geçen” romanlarından kıldı. Konusu gündeme denk düştüğü için de bilen bilmeyen tarafından sürekli hakkında konuşuldu. Hatta “Bizim romanımızdır”, “Sizin değil, bizim” gibi komik tartışmalara bile sebep oldu.Rafine bir zevkin ürünüBu yüzden Baykal, Obama’ya sadece “Huzur”u hediye etseydi bunu çok önemsemezdim. Ama bu romanın yanına 1953’te Mark Twain Derneği Fahri Üyeliği’ne de seçilen ve “Türk Çehov”u olarak anılan Sait Faik Abasıyanık’ın “Haritada Bir Nokta” isimli öyküsünü eklemesi, bu kitapların seçiminin kaba bir anlayışın değil rafine bir zevkin ürünü olduğunu gösterdi. Zira Türk edebiyatının en özel ve iç titreten yazarlarındandır Sait Faik. Okuyanı, tüm sosyal statülerinden soyar, çırılçıplak bırakır ve ona insan yanını anlatır. Öykülerinde kenar mahalle semtlerini, bireyin sıkıntılarını, yoksulluğu, yalnız adam psikolojisini, (“Issız Adam”dan önce onun “Lüzumsuz Adam”ı vardı!) ada hayatını anlatırdı. Şiir de yazardı. “Sana nasıl anlatsam/ şu kiraz mevsiminin/ para kazanmak değil/ sevişme vakti olduğunu” diyen de oydu. Pasaport alırken mesleği bölümüne ısrarla “yazar” yazılmasını isteyen ama işgüzar bir memur tarafından “işsiz” olarak tanımlanan da! Obama’ya hediye edilen “Haritada Bir Nokta” isimli hikayesi ise gerçekten akıllara durgunluk verecek kadar güzeldir ve şu nefis son cümlelere sahiptir: “Söz vermiştim kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Önümüz mayıs. Sait Faik’in tabiriyle “Sevişme Vakti.” Aynı zamanda en unutulmaz okumaların yapıldığı ay... Bu yüzden “Obama okurmuş, okumazmış” boş verin, bu iki güzel kitabın kapağını kaldırın.St. Benoit Gençlik Kulübü AB için dünyayı geziyorSaint Benoit Avrupa Gençlik Kulübü’nün çalışmaları arasında, AB konusu, AB projeleri (Comenius gibi), İGF (İstanbul Gençlik Forumu) ve EYP (Avrupa Gençlik Parlamentosu) çalışmaları ve öğrenci temsilcisinin katılımını sağlamak amaçlı bir gezi düzenlendi. Bu çalışmalarda özellikle uluslararası forumlara katılım, diğer kültürel etkinlik ve projeler (İstanbul 2010 gibi) var. Kulüp bu programıyla dünya ve ülke sorunlarına duyarlı, demokrasiye inanan, çözüm üreten, Atatürk ilkelerine bağlı gençlerin yetişmesini hedefliyor. Bu durumda da AB kriterleri bu açıdan büyük önem taşıyor. Saint Benoit Avrupa Gençlik Kulübü, 16-20 Mart 2009 tarihleri arasında Brüksel’e düzenlediği gezide, AB Kurumları, Müzakere sürecinde Türkiye, NATO ve Türkiye konularında görüşmeler yaptı. Ekip on üç öğrenci ve iki öğretmenden oluşuyordu. Gezinin organizasyonu ise TÜSİAD Brüksel ofisi tarafından yapıldı.
Şu ana kadar sadece üç röportaj vermiş, polemiklere de hiç girmemiştir. Ama hem çok satar, hem de okunur. Zaten onu ünlü yazarlar arasına sokan da bir okur yayını olan fısıltı gazetesi olmuştur. Yani sattığı kadar okunduğu herkesçe bilinir. İşte bu değerli yazarla geçen hafta Akşam Pazar’dan Nedim Atilla konuşmayı başarmış. (Kıskandığımın, ‘Ben de isterim’ diye tutturduğumun bilinmesini isterim!) Şöyle demiş İhsan Oktay Anar bu röportajda; “Hipokrat ‘ne yiyorsak oyuz’ demiş ya... Ben de ne okuyorsak, neyden zevk alıyorsak oyuz diyorum.” Bu sözler, insanları şaşkına çevirecek kadar farklı dünyalar yaratan, okurları tarafından “bunların hepsini sadece o mu hayal etti” diye tanımlanan bir yazara ait olunca, ben de “çok satanlar listelerine bir de bu gözle bakayım” dedim. Ama gördüklerim karşısında da dehşete kapıldım. Neden mi? Çünkü bu listeye göre gündemimizin en önemli maddesini Mevlana ve Şems oluşturuyor. Onların ilişkisi üzerinden tarif edilen bir aşk ve dünya algısı... Yani dünya işlerinden (iş hayatı, işsizlik, kriz, seçimler gibi) ziyade gönül işleri ile meşgulüz... Buket Uzuner’in “Yolda”sı da gösteriyor ki, son derece de açık bir toplumuz. Farklı ülkelere yolculuklar yapan, farklı tatlara ve insan hikayelerine açık... Yani farklı gördüğünü hemen ötekileştiren bir toplum değil. Pasaportu cebinde olan dünya vatandaşlarının ülkesi! Listedeki sağlık ve diyet kitapları da gösteriyor ki, sağlıklı da bir toplumuz. Hani, katı yağlardan uzak duran, kırmızı et tercih etmeyen, spor yapan... Dahası nostaljik polisiyeler okuyarak geliştirdiği bir mantık düzlemi olan ve bununla paradokslar çözen, geleceği anlamaya çalışan... Yani bu işte bir tuhaflık var ama kesin bir karar vermeden önce bir de D&R’ın listesine bakayım diyorum. İşte o zaman daha bir korkuya kapılıyorum. Çünkü bu tabloya, genç kızların tutkuyla okuduğu Stephenie Meyer’in vampir romanlarının üç kitabını da eklemek gerektiğini görüyorum. Dahası Ahmet Maranki’nin “Şifalı Bitkiler” kitabı ile R. Şanal’ın “Kuantum ve Kur’an”ını da. Yani bu listeye göre biz şu oluyoruz: Kan emerek var olan yaratıklara aşık, bir vejetaryen bir toplum olarak tefsirini bile okuduğumuz şüpheli olan Kur’an-ı Kerim’i kuantumla analiz etmeye çalışan bir toplum! Valla bu kadarını İhsan Oktay Anar bile hayal edemezdi, herhalde. Ama benim onun yaratıcılığına yönelik hiçbir şüphem yok. Bu yüzden de geriye şu soru kalıyor: Toplum olarak ya yalancıyız, ya da psikolojik sorunlarımız var. Hayalleri ile yaşamı arasında ilişki kuramayan bu yapı başka nasıl yorumlanabilir, bilemiyorum... Üstelik bu manzaranın, 72 milyonluk ülkemizin okur kesimine ait olduğunu da unutmayalım.
Zira adı geçen üç yazarın, üçü de edebiyat dünyasının özel kalemleri. Ne kitaplarının satışında, ne de okur nezdinde birbirlerini kıskanmalarını gerektirecek bir durum var! Ama olay artık nasıl aktarıldıysa bu tartışmadan ne zaman bahsedilse akla az önce kavgadan çıkmış, saçı başı dağılmış üç kadın geliyor. Hele Adalet Hanım’dan (Ağaoğlu) bahsediliş tarzı... Hazmedilir gibi değil! Oysa Türk edebiyatının mihenk taşlarındandır o. Adını anmadan önce üç kez durup düşünmemiz gereken...Onun bir kadını sadece geleneğin değil en özgürlükçü alanların bile kısıtladığını anlattığı romanı “Ölmeye Yatmak” yayımlandığında sene daha 1973’tü... Adalet Hanım daha o zaman, geleneksel değerler kadar Cumhuriyet değerlerinin hatta özgürlükçü söylemlerin de kadınları kuşattığını söylemişti. Yani ortada daha ne “cinsel özgürlük kadar inanç özgürlüğü de gerek” diyenler vardı, ne de postmodernler... Modernizm tepe noktasındaydı. Zira Elif Şafak da bu yüzden, hayatının en kritik döneminde (ilk çocuğuna hamileyken) Adalet Hanım’ın kapısını çalmadı mı? Onun tavsiyesine ihtiyaç duymadı mı? O zaman Elif Şafak’ı savunmak adına, onun takdir ettiği bir yazarı “kıskançlıkla” paylamak niye? İşte Buket Uzuner’in de itirazı buna... “Adalet Hanım’dan bahsederken, biraz daha dikkatli olalım” diyor... Bu kadar açık! Ama biz bundan ne anlıyoruz: “Kadın kadının kurdudur.” Pardon ama Elif Şafak kadın da Adalet Ağaoğlu ne oluyor? Gelinen noktada durum şu: Adalet Ağaoğlu, kendisiyle yapılan röportajdan sadece Elif Şafak’la ilgili bölümlerin alınıp yayımlanmasına itiraz etti, haklı! Çünkü açık bir provokasyon var. Buket Uzuner, Adalet Hanım’a karşı gelişen üslup bozukluğuna karşı tavır aldı. Kesinlikle haklı, desteklenmeli. Elif Şafak’sa susmayı tercih ediyor, o da haklı! Çünkü konuştuğu an ortalık yine toz duman olacak ve mesele yine sığ sulara çekilecek. Zira tartışmanın ne olduğu bile unutuldu hatta umursanmıyor. Çünkü “İlle de kadın yazar kavgası olsun! İster çamurdan olsun!” durumu söz konusu. Peki, konu neydi? Elif Şafak, önceki kitabı “Siyah Süt”ü yazmadan önce Adalet Ağaoğlu’nu ziyaret etmiş, onunla annelik, kadınlık ve yazarlık üzerine konuşmuş, bu sohbeti de romana taşımıştı. Adalet Hanım ise Şafak’ın kendisini ev kadını gibi anlattığını ima ederek, “Beni farklı göstermiş, ben öyle biri değilim, beni kullanmış” demişti. İşte kadın kavgası olarak yorumlanan bu... Ama buradaki mesele ne kadın tartışmasıdır, ne de kıskançlık meselesi... Burada ciddi bir edebiyat tartışması söz konusu değil mi? Yani şu ünlü soru “Bir kişiden, -hem de adıyla sanıyla- bir romanda bahsetmenin koşulu var mıdır? Yazarın özgürlüğü nerede başlar, nerede biter?” Bunun ne olduğunu anlamak için de isterseniz kendinizi önce Adalet Ağaoğlu’nun yerine koyun.. Bir kadın olarak herkesin sizden çeyiz yapmanızı beklediği bir toplumda yazarlığı seçmiş olun, tüm kadınlık rollerini bir kenara bırakarak kendinize ait bir yaşam kurduğunuzu... Sonra bir yazar, hem de size tavsiyeye gelen, sizden ev kadını gibi bahsetsin. Ne hissederdiniz?Ama hayır, bitmediŞimdi bir de Elif Şafak’ın yerine koyun... İlk çocuğunuza hamilesiniz. Yıllarca göçebe yaşamışsınız. Hiçbir eve bağlanamamış, sürekli taşınmışsınız. Öyle ki kitaplarınız kolilerden çıkıp kendine bir raf bile bulamamış. Sonra bir gün evlenmişsiniz dahası hamile kalmışsınız. Çocuk demek, yerleşmek demek! Aklınız yazıdayken ona süt vermek, altını temizlemek, onun derdiyle meşgul olmak, demek... Paniklemiş, “Ne yapacağım” demişsiniz ve “Ölmeye Yatmak” romanının yazarının kapısını çalmışsınız. Ve belki de o gün orada çocukluğa özgü bir huzur bulmuşsunuz. Çayın yanında kurabiye verilen... Ve bu anınızı kaleme alıp bir romanın başlangıcı kılmışsınız. Ama tavsiyesi için kapısını çaldığınız yazar daha sonra “Ben böyle biri değilim” demiş. Söyler misiniz, ne hisseder, derdinizi nasıl anlatırdınız? Sizce de, bu tartışmayı bir çırpıda kıskançlıkla ya da kadın kavgasıyla açıklamadan önce biraz daha düşünmekte fayda yok mu?
Yani Darwin karşısındaki sergilediği tavır, gösterebildiği hoşgörü, genişleyen bakış açısı...Zira ne ateşli laikler görmüşümdür, “Darwin” dendi mi, “Bırak şu kafiri” diyen...Tabii Darwin bir toplumdaki fikir ve ifade özgürlüğünün, demokrasinin de en büyük göstergelerindendir. Ne de olsa, o tüm tek tanrılı dinlerde yer alan “yaradılış teorisi”ni bir kenara koyarak “evrim teorisi”ni ortaya atma cesaretini göstermiştir ve demiştir ki; “İnsan dahil tüm canlı türleri doğal seçilimle bir ya da birkaç atadan gelmiş, evrim geçirmiştir.” Darwin’in zamanında büyük patırtı koparan bu sözlerine sadece din adamları değil meslektaşları da ateş açmıştır. Hem de Galileo ve Kopernik gibi bilim adamlarının kilise karşısındaki duruşunu destekleyen meslektaşları...Ama 1930’lu yıllara gelindiğinde bilim dünyası, Darwin’in evrim teorisini kabul edince bu tartışmalar, artık bir başka bilim dalının “popüler tarihin” alanına girmiş oldu. Nitekim bu yıl, bilim dünyası Darwin’in 200. doğum yılını ve “Türlerin Kökeni” kitabının 150. yılını ABD’den İngiltere’ye uzanan bir coğrafyada sergilerden festivallere dek uzanan bir dizi etkinliklerle kutlamayı planlıyor. Hatta Darwin adına özel paralar, pullar bile basıldı...Dahası İngiltere Kilisesi de eylül ayında (2008) yaptığı açıklamada 200. doğum yılını fırsat bilerek Darwin’den özür diledi: “Seni yanlış anladığımız, sana karşı gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı olduğumuz ve bu sebeple başkalarının da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için özür dileriz” dedi... Mesela diyorum...Dikkatinizi çekerim; bunu söyleyen kilise... Türkiye’de ise tam adı Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu olan ve “Bilim ve Teknik” adında bir dergi yayımlayan TÜBİTAK, Darwin’i sansürledi... Fikirleri ile modern biyolojinin temellerini atan adamı dergilerinin kapağına layık görmedi! Tıpkı Darwin’in 19. yüzyıldaki yani Kopernik ve Galileo’nun kilise karşısındaki duruşunu destekleyen ama iş Darwin’e gelince geçit vermeyen meslektaşları gibi “fikir ve ifade özgürlüğünü”, laik düşünceyi askıya almakta sakınca görmedi. Acaba “Dünyanın döndüğünü ya da yuvarlak olduğunu söyleyebilirsin ama insan maymundan gelmedir dedirtmeyiz” mi demek istiyorlar? Ayrıca bunu yaparken, evrim teorisini ilk ortaya atanın Darwin olmadığını, bunun Heraklitos’tan İbni Haldun’a kadar uzanan pek çok bilginin de kafasını kurcaladığını atladılar mı? Bu yüzden “Mesela” diyorum; “TÜBİTAK İbni Haldun’a da sansür uygular mı?”
Bizim işin temposu yüksektir ama akşam saatleri daha da artar. Tabii sinirler de iyice gerilir. Kimi bindiği asansörde “Bu niye daha hızlı çıkmıyor” diye tepinir, kimi de kilitlenen bilgisayarlara “Sen de makine misin?” der. İşte herkesin burnundan soluduğu bu anlarda içeriye “Çocuklaaar!” diyen neşeli ve cilveli sesiyle Leyla Umar girer. Bir röportajdan veya basın toplantısından geliyordur ama emin olun araya iki sergi, bir de açılış sığdırmıştır. Sabahtan beri sokaklardadır ama yüzünden tek sıkıntı okunmaz. Herkese tek tek merhaba der, hâl hatır sorar. Bu öylesine bir soruş da değildir. Kimin ne derdi varsa bilir, elinden gelen yardımı da esirgemez. Sonra yazı işlerine uğrar, gündemini anlatır, odasına geçer ama kapısı ne zaman kapanır, ne zaman açılır, kimse fark etmez... O kimsenin fark etmediği bu sırada yazısını yazmış, fotoğraflarını seçmiştir bile. Ama “Akşama programım var” deyip çekip de gitmez, elle yazdığı yazısının dizilmesini bekler, varsa düzeltmelerini yapar. Sonra nasıl güler yüzlü geldiyse, o yüzle herkese “İyi akşamlar” diyerek bir başka habere gider...Babası babamın ortağı annesi Rus’tu Ne mutlu ki, bu özel gazetecinin anılarını kaleme almak gibi bir onura sahibim. Leyla Hanım’la yaz başında başlayıp sonbahara dek süren uzun röportajlar yaptık. Kimi zaman ağladık, kimi zaman güldük. Ne de olsa koskoca bir hayattı üzerine konuştuğumuz. Ama öyle bir hayat ki bu, her satırında bir şeyler öğretiyordu. Zira meslekte yarım asrı devirmiş bu kadın gazetecinin, anıları aynı zamanda Türkiye tarihinin bir başka kesiti, farklı bir okumasıydı.Mesela geçen hafta yayımlanan “Adnan Menderes’in aşkları” röportajımda adı geçen Suzan Sözen gibi. Yani Yılmaz Karakoyunlu’nun “Bir şehvet fırtınası” olarak tarif ettiği, Menderes geldiğinde eşine “Sen içeri geç” diyen Suzan... (Kim yok ki!) Ama biz ona Leyla Hanım’ın anılarında Suzan Sözen demiyoruz; “Dorothy Lamour Suzan” diyoruz. Neden mi? İşte Leyla Umar nehir söyleşisinde yer alan o bölüm: “Babam bir arkadaşıyla Rusya’yla ticaret yapmıştı. Suzan onun kızıydı. Annesi Rus’tu. Dönemin ünlü artistlerinden Dorothy Lamour’a benzerdi. Beni de 14-15 yaşlarında Dorothy Lamour’a benzetirlerdi. Bu yüzden ona, “Büyük Dorothy, bana Küçük Dorothy” derlerdi. Dorothy Lamour Suzan, babamın elinde büyüdü, Dame De Sion’u bitiridi. Çok güzeldi, babam onu sekreter olarak yanına almıştı sırf erkekler peşine düşmesin diye. Babam aklınca hem kızı koruyacaktı! Ama Dorothy Suzan, Adnan Menderes’in metresi oldu. O zamanki İstanbul emniyet müdürü ile evliydi. Mahkemede (Yassıada) Menderes lehine de konuşmadı. Oysa öbür hanım, operacı Ayhan Aydan çok güzel konuşmuştu; “Ben bu adamı sevdim” demişti. Suzan bir de kitap yazmıştı. Aşk kitabı. Babama göndermiş ve “sevgili amcama” diye imzalamıştı. Babam da, hiç unutmam, kanepedeydi, “Oku kızım, bakalım bizim Suzancık ne yazmış?” dedi. Ama okumaya başlayınca kala kaldım, zor okuyorum çünkü şehvet dolu bir kitaptı. Daha birinci sayfa bitmemiştim ki babam “Yeter Leyla” demişti, “Bu kadar yeter, okuma!” Babam kitabı fırlatıp atmış, “Yaza yaza bunu mu yazdı” demişti!” (Not: Kitap yazım aşamasında, yarısı bitti.)Ahmet Türk dadaist olsaydı Sanskritçe konuşurdu!Radikal gazetesinin yeni köşe yazarı Akif Beki, Ahmet Türk’ün Meclis’teki Kürtçe konuşmasını “dadaist bir çıkış” olarak yorumlamış. (27 Şubat) Çünkü bu konuşma “yerleşik kurallara, kalıplara, değerlere ve düzene başkaldırı”ymış. Bu şekilde mantığın mantıksızlığı gösterilmiş... Çünkü Ahmet Türk “geç bir dadaist”, estetiği inkâr eden bir ressam, kelimeleri saçma bulan bir yazar, anlamsızlığa inanan bir vaiz, siyaseti yıkmak isteyen bir siyasetçiymiş... İyi de Ahmet Türk’ün “geç bir dadaist” olabilmesi için Meclis’te Kürtçe yerine Sanskritçe konuşması gerekmez miydi? Ancak bu şekilde yani ölü bir dille konuşarak, anlamsızlığı ortaya koymaz mıydı? Dahası Ahmet Türk siyaseti yıkmıyor ki, kendi siyasetini ortaya koyuyor! Oysa dadaistler sadece var olan sanatı ve siyaseti (o da burjuva sanatı ve siyasetidir) değil kendilerini de reddedip yıkarlar! Bu yüzden Ahmet Türk geç bir dadaist olsaydı eğer, Meclis’te Sanskritçe konuşurdu!
Bir stadyumun önünden geçiyorum.. Uzadıkça uzayan bir kuyruk... Taksideyim, trafik kilit. Şoför diyor ki; “Abla sence bu kuyruğa SSK’da girerler mi?” Soru da sorunun yanıtı da iç karartıcı. Ama biliyorum ki, o kuyruğun onda birini bile bir kitapçının ya da müzenin önünde göremeyiz. Futbolun dominantlığı tartışılmaz. Yine de Pera Müzesi’nde Kurosawa sergisi ile aynı anda açılan “Mekteb-i Sultani’den Galatasaray Lisesi’ne Ressamlar” sergisini gezerken aklımdan şu soruyu çıkaramıyorum: Temelleri büyük bir kültür ve sanat birikimine dayanan, varlığını eğitim ve sanat üzerinden inşa etmiş bir markanın sadece futbolu çağrıştırırır hale gelmesi haksızlık değil mi? Yanlış anlaşılmasın, futbol karşıtı değilim. Sadece bir okulun hem de Türkiye’nin en önemli sanatçılarını, yazarlarını, bilim insanlarını, ressamlarını yetiştiren bir okulun, bu yönünün futbolun gücü karşısında gölgede kalıyor olmasını düşündürücü ve üzücü buluyorum o kadar... Çünkü Pera Müzesi’ndeki nefis sergiyi gezince siz de göreceksiniz ki, bu okulun yetiştirdiği ressamlar, onların öğretmenleri eline fırça alan sıradan faniler değil. Türk resim sanatını, sanat ortamını belirlemiş, şekillendirmiş kişiler. Müdürlüğünü Tevfik Fikret’in yaptığı bir okul bu... Onun tanımıyla “Batı fikir özlemine açık bir ufuksa, Doğu’nun bu ufka açılan ilk penceresi olan” okul yani Mekteb-i Sultani. Ne de olsa Tanzimat döneminin eğitim reformları kapsamında, Fransa eğitim kurumları model alınarak açılan (1 Eylül 1868) Mekteb-i Sultani, yüzünü Batı’ya özelde de Fransa’ya dönmüştü. Batılılaşma hareketleri kapsamında atılan en önemli adımlardandı. (Yani “Avrupa Avrupa duy sesimizi” diye bağırmak yerine Avrupalı olmayı amaçlayan bir taktiği vardı!) Türkiye seçmesi bir sergi19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın hatta dünyanın sanat ve kültür merkezi ise Paris’ti. Bu yüzden gerek Doğulu gerekse Batılılar için Paris bir uğrak yeriydi. Tıpkı Mekteb-i Sultani’de resim sanatı ile tanışıp seven pek çok öğrenci, genç ressam gibi... Hal böyle olunca genç sanatçılar, yeni mezunlar da soluğu Paris’te aldı, buranın sanat ortamından etkilendi. Aynı şey Cumhuriyet yıllarında da devam etti, hem de artarak çünkü parlak genç sanatçılar artık devlet desteğiyle gidiyordu Paris’e. Galatasaray’dan mezun oluyor, Paris’in kültür ortamını, atölyelerini kokluyor ve yurda döndüklerinde ya okullarında öğretmen oluyor ya da eserleri ile Türkiye sanatının çehresini değiştiriyorlardı. İşte bu yüzden bu okulda okumuş, eğitim vermiş ressamların 1868-1968 dönemi arasındaki eserlerinden oluşan sergiye sadece bir Galatasaray seçmesi olarak değil Türkiye seçmesi olarak bakmakta fayda var. Zira bu okulun mezunları ya da öğretmenleri arasında Türkiye resim tarihinin önemli aslarını görmek mümkün. Şevket Dağ gibi... Tevfik Fikret tarafından desteklenen bu ressam Mekteb-i Sultani’nin resim öğretmenlerindendi. Derslerini açık havada yaparak öğrencilerine doğadan resim yapma alışkanlığı vermeyi amaçlayan, eserleri bugün müzayede salonlarının gözdeleri arasında olan ünlü ressamın en az onun kadar ünlü öğrencileri oldu: Feyhaman Duran, Fikret Mualla bunlardan sadece ikisi. Dahası ileriki yıllarda, bayrağı devralır gibi, Fikret Mualla resim vekil öğretmenliği, Feyhaman Duran da hüsnü hat dersleri verecekti... Okuldan mezun olan öğrenciler bir süre sonra okula öğretmen olarak geri döndüğünden bu sergiyi “Kim kimin öğrencisi?” sorusuna yanıt bulmak için de gezebilirsiniz. Nitekim Cumhuriyet dönemi resim öğretmenleri arasında Fuat Soykan, Hamit Görele (Güzel Sanatlar’da İbrahim Çallı ve Hikmet Onat’ın öğrencisiydi), Sami Yetik’i de (Bir ara Fikret Mualla’nın da öğretmeni oluyor) görüyoruz. İlerleyen yıllarda okulun sıralarına oturan öğrenciler arasında da Adnan Varınca’yı, Avni Abraş’ı, Cihat Burak’ı, Nejat Melih Devrim’i... Yani bugün müzayedelerin baş tacı ressamları...Ödül olarak sunulan bir okulGalatasaray Lisesi tarihi sadece ünlü ressamlar değil onların çocuklarının da ilginç hikayelerini taşıyor. Mesela okula 283 numara ile kaydedilen Faustone Zonaro yani ünlü Osmanlı Saray ressamı Faust Zonaro’nun oğlu da onlardan biri. Zira II. Abdülhamit için 1903’te “Sürre Alayı” konulu bir tablo yapan Zonaro’ya ödül olarak ne istediği sorulmuş o da; “Oğlum için Galatasaray Sultanisi’nde bir öğrenim bursu” demiştir. Okulun bir diğer ünlü öğrencisi de Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk’tur. Ressam da olan Abdülmecid Efendi oğlunun burada okuması üzerine babası Sultan Abdülaziz’in yağlı boya büyük bir portresini yapmış, bunu değerli bir çerçeveye koymuş ve mektebe hediye etmiştir. Konferans salonunun üstüne yerleştirilmiştir. Duyuru: Müptelası olduğunuz, elinizden düşüremediğiniz VatanKitap Bursa Kitap Fuarı özel sayısı 20 Şubat’ta piyasada. Unutmayın! Not alın!