Öyle ki, sonrasındaki reformist çalışmalar, personelin fedakar çalışmaları bile bu imgeyi yıkamadı. Bakırköy’de çalışmış üç hekim Betül Yalçıner, yazar Cem Mumcu, Peykan Gökalp’in editörlüğünde Okyanus Yayınevi’den çıkan ve hemşiresinden hastabakıcısına Bakırköy’de görev yapmış kişilerin yazılarından, anılarından oluşan “Bakırköy Hastanesi’nin Gizli Tarihi” kitabı ise hastanenin basına yansımamış yönlerini anlatıyor.CEM MUMCU:Dışarıdakiler bize deli gözüyle bakmaya başlar, belki de öyledir...Kamuoyu sizi yazar olarak tanıyor ama siz aslında psikiyatrsınız. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde de 10 yıl çalıştınız. Burası size ne kattı ve ne götürdü?Götürdüğünü sanmıyorum ama çok şey kattığına eminim. Hekimlik zaten isminin içerdiği manaya layık olmaya çalışırsanız adam olmaya katkı sağlar. Kitapta da söz ettiğim gibi Bakırköy’de “Hayatın aslında nasıl bir şey olduğunu tüm çıplaklığıyla görmeye, anlamaya, hissetmeye başlarsınız. Hayat da size fena halde dokunmaya, oranızı buranızı ellemeye başlar. İçinizi dışınızı kırmaya, sıkıştırmaya, çimdiklemeye, eğriltmeye, küçültmeye, eyelemeye başlar. Eğer hamurunuzda ve nasibinizde varsa iyi adam olmaya iyi bir başlangıçtır bu... Normalle anormalin kavi sınırları gevşemeye yüz tutar; sonra iyiden iyiye birbirinin içinde erimeye doğru giderler. O yüzden size de biraz deli gözüyle bakmaya başlar dışardakiler... Bunu bir delirme zannederler, belki de öyledir, kimin umurunda...” Koşullar neydi, neler hissederdiniz?Koşulların benden önceki döneme göre çok daha iyi olduğunu biliyorum. Nedendir bilmiyorum ama oranın gelenek haline gelmiş kökünden gövdesine nüfuz etmiş insani bir hamuru vardı. Şimdi aklıma geldi belki şöyle söyleyebilirim: Uzunca bir zaman “Özal” giremedi oraya. Yani 1980 sonrası değişen ahlak anlayışı.Kitabı okuyunca gördüm ki, her hasta bir roman kahramanı gibiKitabı okuyunca gördüm ki her hasta bir roman kahramanı gibi.. Bu da çalışanları biraz yazar yapmış... Sizin yazarlığınıza Bakırköy’ün katkısı nedir?İnsan yazarsa ona neyin, ne kadar katkısı olduğunu pek de bilemiyor ama Bakırköy her şeyim gibi kalemimin ucuna da bereketle akmıştır şüphesiz.Burada çalıştığınız süre zarfında insanlığınızdan utandığınız anlar oldu mu?Birçok kereler. Bakırköy bunun için iyi bir yerdir. Adamı güzel kırar!İnsan ruhunu tedavi etmek buranın yaralarını görmek hatta kimi zaman bir tedavinin olmadığını bilmek nasıl bir duygu?Bu sorunun cevabı için bir kitap yazabilirim! Özetle diyebilirim ki ne kadar hırpalayıcı da olsa özünde iyi bir duygu. Hele dünyanın yaraları görmezden gelen, ölümü yok sayan, yaşlanmayı kötü sanan makyajlı ve sahte bir hale iyiden iyiye kendini kaptırdığı bu çağda gerçekle bağını sürdürebilmek sanıldığından çok daha “mutluluk” verici. Gerçeklik her zaman iyidir.Atilla İlhan insilünle tedavi edilmiş o zamanlar antidepresan yoktuAttila İlhan’ın insilün tedavisi görmüş, nedir bu?Evet bu ilginç bir anekdottur. İnsülin şok tedavisi, EKT’ten (elektroşok) bile eski ve terk edilmiş bir tedavi yöntemi. Aslında riskli de. Mesela ölümle sonuçlanabilir. Attila Bey, bir gün sohbet ederken anlatmıştı bana. Ben de kendisinden izin almıştım bunu ifşa edebileceğime dair. Attila Bey’in Erzurum’da askerlik yaparken sanırım melankolik bir ruh hali olmuş bir dönem. Fevzi Çakmak Hastanesi vardır Erzurum’da, askeri hastane. Oraya sevk edilmiş. Asabiye doktoru onu dinledikten sonra ismini sormuş. Sonra da kafasını kaldırıp “O Attila İlhan mı” diye sormuş. Daha ilginci o doktorun da o sırada askerlik yapan Ayhan Songar olmasıdır. Ve Ayhan Songar, Attila Bey’e işte bu adı geçen tedaviyi uygulamış. Bu tedavide kişinin şeker düzeyi düşürülüp epilektip nöbet geçirtilir. Attila İlhan, Ayhan Songar için “İstanbul’da da dostluğumuz sürdü” diye anlatmıştı. Böyle bir riskli bir tedaviyi uygulatacak kadar mı melankolikmiş?Atilla İlhan bana içe kapanık, ölümü düşündüğü bir dönem olarak anlattı. Ama bu yöntem neden tercih edilmiş bilmiyorum. Tabii o zamanlar antidepresanlar yoktu. Bunun etkisi olabilir.Son zamanlarda gördüğüm doktorlar Matrix’teki Ajan Smith gibi...Kitabı okurken gördüm ki, elektro şok, bir tedaviden çok korkutma yöntemi. Hastaya “Seni EKT’ye götürürüz” deniyor, mesela. Böyle bir tedavi olabilir mi? Tehdit üzerine kurulan?Bunlar maalesef olmuştur. Çoğu zaman doktorun çaresizliğinden olmuştur. Çaresizlikse genellikle yetersizlikten kaynaklanmıştır. Yine de genellememek gerekir. Üstelik EKT sakinleştirmek için yapılan bir tedavi değildir. Yaşam kurtardığı zamanlar vardır. Ve yeni tedavi olanaklarıyla çok daha az kullanılmaya başlanmıştır.Sizce psikiyatrinin geride bırakması gereken tedavi yöntemleri ve bakış açıları nelerdir?Bunun yanıtı aslında çok uzun. Çünkü eskinin bakış açıları kadar onların yerine konmuş “şimdi”nin psikiyatrisinde de tartışılması gereken çok nokta var. İnsanı biyopsikososyal (yani insanın hem biyolojik, psikolojik hem de sosyal bir yapı olduğu vurgusu) bir bütün olarak ele almayı başarmayan her türlü bakış noksandır. Günümüz tıbbı, her türlü bilimsel gelişmeye rağmen insani değerler açısından kötü bir yere gidiyor. Kariyerist, kapitalist, egoist bir yere aktı tıp. Zaman zaman korkuyorum. “Primum non nocere” yani “önce zarar vermeyeceksin” prensibinin yerini “önce para kazanacaksın, önce kariyerini düşüneceksin, önce zarar görmeyeceksin” almış durumda. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin onu kullanan insanın nasıl düşündüğü ve ne hissettiği meselesi atlanmıştır. Teknoloji Neo’nun mu yoksa Ajan Smith’in mi elindedir? Son zamanlarda gördüğüm doktor türü Ajan Smith’tir, korkarım ki. Ve onlar pazar güdümlüdürler ve onların bilimleri de pazar güdümlü. İnsandan ayıklanmış bir bilim? Bu çok ama çok önemli bir konudur ve kiliseden bile daha güçlü bir tapınma, sorgusuz sualsiz inanma tapınağıdır bugün bilim. Korkuyorum!PEYKAN GÖKALP:Bu çocuklar tehlikeli mi, tamamen akıllarını mı kaybetmiş? 1986-87-88’de Bakırköy’e çok sayıda asistan alındı, zorunlu hizmetle birçok farklı kurumdan uzmanlar geldi, bu kişiler hastanenin geleneği ve birikimine, çizgisine ahenkli bir şekilde eklemlendiler diye düşünüyorum. Böylece Bakırköy zenginleşerek yoluna devam etti... Yıllar önce Psikiyatri Acil nöbetçisiyken devamlı hastanede kalan hastalardan ikisinin “firar” ettiği bildirildi. Gecenin ilerleyen saatlerinde bizim iki hasta polis arabasıyla ama zorlanmadan hastaneye getirildi. İki polis memurundan biri durumdan sıkılmış hatta korkmuşa benziyordu, diğeri ise duygulanmış gibiydi. İkincisi bize yaklaşıp, “Şimdi bu çocuklar tehlikeli mi, yoksa tamamen akıllarını mı kaybetmiş?” diye soruyordu. Belli ki, yolda gelirlerken kurulan ilişki sırasında akıl hastası ile ilgili ezberinde bir sarsılma olmuştu. Hastalarımız bizden polis memurlarına çay ikram etmek için izin istediler. Memurlardan ilki korkuyla izin vermememiz için yüzümüze bakarken diğerinin gözleri dolmuştu. O polis memurları o gece hastaneden çıkarken artık aynı insanlar değildi...BETÜL YALÇINER:Yıldırım Aktuna’nın gelişi büyük değişimin başlangıcı oldu Kitabın adı; “Bakırköy Akıl Hastanesi’nin Gizli Tarihi” ve burada çalışanların metinlerinden oluşuyor. Yani “hastalara kötü muamele edildiği” söylenilen bir hastanenin çalışanlarının metinlerinden. Bunu; “Bu hastanenin tarihini bir de bizden dinleyin” olarak yorumlayabilir miyiz? Öyle yorumlanabilir. Hastane seksen yıldan daha uzun bir geçmişe sahip (1927-2009), Öncesi de Süleymaniye ve Toptaşı Bimarhaneleri. Tüm bu tarihe baktığınızda her yeni döneminin idarecilerinin eskisini bir “enkaz” olarak adlandırdığı ve yenilemek, ıslah etmek için uğraştığını görüyoruz. Ama ilginç olarak aynı dönemi anlatan farklı yazılarda aynı şeye bakıp farklı yönlerini gördüklerine ve onları öne çıkardıklarına da şahit oluyoruz. Bence bu da tabii bir şey. Çünkü içinde iyiyi kötüyü, ilerlemeyi, gerilemeyi, bencilliği ve merhameti birlikte barınırabilen karmaşık bir yapıdan bahsediyoruz.Bakırköy’de çalışmak zor olmalı. Ama burada çalışmanın size verdiği bir şeyler olmalı ki, uzun yıllarınızı buraya vermişsiniz. En güzel anınız nedir?Evet, burada çalışmak güzeldi. Çalıştığım her yerden fazla Bakırköy’de çalışırken kendimden, yaptığım işten memnun oldum. Okul gibi gelmiştir hep bana Bakırköy. Bazen yanlışlıkla okula geldim falan derdim, başka arkadaşlarımda da görmüşümdür bu dil sürçmesini. Ama sürçmeler çoğunlukla daha derindeki bir şeye işaret eder. Boşuna değildir yani.1980 Bakırköy Akıl Hastanesi için de milat olmuş. Hastanenin 80 öncesi ve sonrasına ilişkin değişimi nedir? Personelin Yıldırım Aktuna’ya ilişkin eleştirileri var. Ancak Doktor Baki Arpacı’nın da yazısındaki gibi hastanenin yeniden yapılanması onunla başladı. Aktuna’ya ilişkin eleştirilerin nedeni ne? 1980’de Aktuna’nın gelişi gerçekten hastane için çok büyük bir değişimin başlangıcı olmuş. Enteresan olan, büyük iddialarla başlatılan ve sonra yavaşça sönüp unutulan pek çok girişimin aksine akamete uğramadan devam etmiş. Öncesine dair ve değişim döneminde yaşananlara dair kitapta pek çok “şahitlik” var, ve bazen bunları sanki aynı kişi mi yazdı, aynı yazının devamı mı diyorsunuz. Aktuna ile ilgili dikkat ederseniz, sertti, öfkeliydi, titizdi diye anlatıyorlar, ama kimse “Hastane umurunda değildi, kişisel ikbali için uğraştı” demiyor. Belediye başkanı ve bakan olarak da hastanenin üzerinden elini eksik etmemiştir. İkinci önemli husus da bu sertliğe rağmen kişisel inisiyatifleri çok kırmaması, hatta teşvik etmesi denebilir.
Oysa sınır vardır ve bir gün onunla karşılaşacağızdır. Ama önemli olan bunun ne zaman ve nasıl olacağıdır?Mesela kalp hastalıkları. Tüm dünyada her gün, kalp ve damar hastalıklarından ötürü 120 yolcu uçağı kadar insanın öldüğünü biliyor musunuz? Ya da Türkiye’de her gün bir yolcu uçağı kadar insan kaybedildiğini, iki buçuk dakikada bir kişinin öldüğünü... Elbet ölüm kaçınılmaz, elbet hastalık da sağlık da biz canlılar için ama kalp ve damar hastalıklarının yüzde 80’nin basit, pratik (yeme-içme, spor gibi) müdahalelerle düzeltilebildiğini bilmekte fayda var. Türk Kardiyoloji Derneği ile birlikte “Kalbini sev, kırmızı giy” diyen, bu sosyal sorumluluk projesi ile kalp sağlığına dikkat çeken Becel, bu amaçla yeni bir kavramla tanıştırıyor bizleri; kalp yaşı. Yani 1974 doğumlu biri nasıl, “Takvim yaşım 34 ama biyolojik yaşım 27” diyorsa artık kalp yaşından da haberdar olabilecek. Yani kalbinin genç mi yaşlı mı olduğunu? Türkiye en riskli ülkeler arasındaYeni bir kavram olan “kalp yaşı”nı 18 pilot ülkede, iki milyon kişiye uygulayan ekibin başındaki Dr. Mark Cobain, Türkiye’nin kalp ve damar hastalıkları konusunda bu pilot grubun en riskli ülkelerinden olduğunu söylüyor. Neden mi? Yanıt bilindik; sigara ve yanlış yağ kullanımı. 370 bin kişiye ulaşılarak gerçekleştirilen araştırma, gençlerin yüzde 40’ının sigara içtiği, beş kişiden birinin de doymuş yağ oranı yüksek beslendiğini ortaya koymuş. Peki bir kalbin yaşını bilmenin bizlere faydası ne?Böylece bireysel olarak da durum tespiti yapabileceğiz. Dünya Kalp Federasyonu Başkanı Prof. Dr. Pekka Puska bunu şu şekilde özetliyor; “Kalp yaşı insanların dikkatini çekerek beslenme ve yaşam tarzlarını iyi yönde değiştirmeleri için motive ettiği taktirde, kalp-damar hastalıklarının önlenmesine yönelik küresel çabalar için dönüm noktası olabilir.” İşte Becel’in yeni sosyal sorumluluk hedefi de bu. 2020 yılına kadar 100 milyon kişinin kalp yaşı testinin yapılmasını sağlayıp ve bu sayede kalp sağlığna, uygun yaşam biçimi ve beslenmeye dikkat çekerek kalpleri üç yaş gençleştirmek. Bu mümkün mü? Neden olmasın...Bir kültür şehri LondraGüzel bir Londra gecesi. Müzeler, kitapçılar derken yorulmuşuz. William Shakespare buzdolabı magnetleri, Oscar Wilde’ın resimlerinin yer aldığı mektup kağıtları ve zarfları almışız. Sırada tabii ki, Arthur Conan Doyle’un yani Sherlock Holmes’ün yaratıcısının yazılarını yazdığı, onun yazı dünyasının yaratıldığı bir mekan... Duvarlarda Sherlock Holmes filmleriden pek çok görüntünün, fotoğrafların duvarları süslediği ünlü Sherlock Holmes Pub var... İşte oradayım. Umarım seneye, ailesi tarafından ilk kez ziyaretçilere açılacak olan Agatha Christie’nin kırsaldaki evini de ziyaret edebilirim.Krize farklı bir bakışTürkiye’nin değerli ekonomi yazarlarından (ve bence en beyefendi ve mütevazı gazetecilerinden de olan) Osman Ulagay, Özgür Yayınları’ndan çıkan Küresel Çöküş ve Kapitalizmin Geleceği adlı yeni kitabında, tüm dünyayı derinden sarsan, ekonomik ve sosyal değerleri tekrar tartışmaya açan ekonomik krizi ele alıyor. Kimilerinin “Tamam artık dibi gördük, artık yükselişe geçeriz” dediği, kimilerinin “yeni dalgalara kendinizi hazırlayın” yorumlarını yaptığı, tabii kimilerince de teğetsel analizlerin yapıldığı bu global krize Osman Ulagay, daha geniş bir bakış açısıyla bakmamız kanaatinde. Çünkü ona göre, bu kriz daha önce de yaşanabilirdi ama çeşitli balonlarla ertelenmişti. Şimdi ise “Bireysel ahlaktan, tüketim kalıplarına yani yaşam biçimini içine alan bütüncül bir paradigma değişimi gerekli” diyor. Ulagay’ın kitabı sadece krizi ve nedenlerini analiz etmekle kalmıyor, çıkış haritasına ilişkin öneriler de sunuyor.
Yıl 1994. Hülya Koçyiğit, Halit Refiğ’e 27 Mayıs’la ilgili bir film yapmayı teklif eder. Halit Refiğ’in yazıp yönetmesi istenen filmde Koçyiğit, Adnan Menderes’in eşi Berin Hanım’ı canlandıracaktır. Ya da arzusu bu yöndedir. Filmin yapımcılığını da, eşi Selim Soydan üstlenecektir. Koçyiğit dönemin siyasileriyle hatta Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes’le de konuşmuş ve onlardan da filmin çekilebilmesi için gerekli olan desteği almıştır. Yani filmin çekilebilmesi için her türlü koşul, imkan vardır. Ancak film çekilemez. Çünkü işin içine 27 Mayıs’ı “Bir Amerikan darbesi” olarak tanımlayan Kemal Tahir’in adı ve onun ömrü yetmediği için yazamadığı “Şeytan Aldatması” romanı karışmıştır. Bu iddia, Hülya Koçyiğit tarafından 27 Mayıs üzerine film çekmesi için teklif götürülen Halit Refiğ’den başkasına ait değil. Daha önce Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanını sinemaya aktaran, ancak bu filmin gösterime girmemesi için “yakıldığını” iddia eden Halit Refiğ, bu iddiasını da Alfa Yayınları’ndan çıkan ve bu filmin senaryosundan oluşan “Şeytan Aldatması” kitabının önsözünde anlatıyor. Bu filmin neden çekilemediğini anlamak için 27 Mayıs askeri darbesinin sebeplerini anlamak gerektiğini söyleyen (çünkü filmin konusu da bu) Refiğ önsözde şu yorumda bulunuyor: “1959 yılı Ekim ayında TC’nin üç devlet yetkilisi, Başbakan Adnan Menderes, Dşişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan Amerika’ya gittiler. Türkiye’nin Amerika’dan 300 milyon dolar kredi talep ettiği bildirildi. Bu para ile Türkiye’de bir sanayi altyapısı kurulmak isteniyordu. Amerika ise Türkiye’den gelen bu sanayileşme isteğine son derece keskin bir tavır koydu. Türkiye NATO ittifakı içinde bir tarım toplumuydu, statüsünü muhafaza etmeliydi. İstenilen kredi reddedilmişti. Bu arada ortaya başka bir ihtimal çıktı. Krediyi Sovyetler’den temin etmek. Adnan Menderes 1960 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’ni ziyaret edeceğini kamuoyuna açıkladı. Ama 27 Mayıs askeri darbesiyle bu ziyaret gerçekleşmedi. NATO kendi talimatına uymayan Türk devleti yetkililerine gerekli gördüğü cezayı vermişti.” Bu sözlerden sonra, Kemal Tahir ile dostluğunun Türkiye sorunlarına bakışında büyük etkisi olduğunu vurgulayan Halit şöyle devam ediyor: “Tahir, 27 Mayıs’ın bir Amerikan darbesi olduğu görüşündeydi. Hatta bu konuda ‘Şeytan Aldatması’ adlı roman bir yazmayı düşündüğünü söylüyordu. Ne yazık ki ömrü yetmedi, yazamadı. Ancak yıllar sonra Hülya Koçyiğit, film teklifi ile geldiğinde benim için konunun esası hazırdı. Bu düşüncemi Koçyiğit’e açtığımda olumlu karşıladı. Ancak adı Kemal Tahir’den esinlenen senaryo tamamlanınca bu konuda devlet desteği vaat edenler sözlerini yerine getirmez oldular. Bu Hülya ve Soydan için de bir hayal kırıklığıydı. Ama ben NATO açısıdan baktığımda duruma şaşırmadım. ‘Yorgun Savaşçı’yı yaktıran NATO’nun herhalde ‘Şeytan Aldatması’ için hareketsiz kalması düşünülmezdi.” Cem Kozlu’nun babası Birkaç hafta önce Cem Kozlu ile televizyon programı vesilesiyle bir röportaj yapmıştım. O gün Kozlu bana yeni kitabın müjdesini vermişti; “Liderin Takım Çantası.” Ancak bu kitabı okurken “Keşke kitap çıktıktan sonra konuşsaydık” dedim. Bunun nedeni ise hemen kitabın başındaki bir bölüm. Pedagogların ve ebeveynlerin özellikle okumasını önerdiğim bu bölüm için “Hayal gücü ve öğrenme üzerine okuduğum en ufuk açıcı metinlerden biri” diyebilirim.Her şey Cem Kozlu’nun babasının bir kış gecesi, “Hadi, söylediğim hareketleri halının üzerinde yap, yüzme öğreneceğiz” demesiyle başlıyor. Böylece Kozlu, denize girmeden başlıyor yüzme öğrenmeye. Sonraki günlerde babası “Uyumadan önce gözlerini kapat ve hareketleri tekrar et” diyor. Bunun üzerine o da her gece yatmadan önce yüzdüğünü hayal ediyor. Babasının söylediği üzere Kalamış İskelesi’nden 20 metre açıkta duran kayaya kadar yüzüyor. Sonraki günler, fark ediyor ki kulaçları güçleniyor, daha çok yüzmek istiyor ama tedbiri de elden bırakmıyor, fazla açılmıyor. Sonra yaz geliyor. Baba-oğul Kalamış İskelesi’ne gidiyorlar. Baba bir kayıkla kayanın yanına gidiyor. Küçük Cem de denize giriyor ve tüm kış boyunca hayalinde çalıştığı gibi kayaya yüzüyor. Hem de hiç zorlanmadan, heyecanlanmadan. Ve o gün babası ona bir de kitap hediye ediyor: “Kon-Tiki: Pasifik Okyanusunda Heyecanlı Bir Sal Yolculuğu.” Yani babası ona, hiç bilmediği sularda bile macera yaşayabileceğini söylüyor. Ne güzel değil mi?
Ama Van’ın Gevaş ilçesinde bir kez daha gördüm ki, bir kişi, bir kitap belki bir film insanların hayatını değiştirebilir. Çünkü bir yıldır kitap okumayı teşvik için sürdürülen etkinliklerle, pek çok kişinin hayatı değişmiş... Tıpkı, Van Gölü’nün bu dağlık bölgeyi, onun karasal iklimini birden Akdeniz’e çevirmesi gibi.Doğu Anadolu’nun Gevaş ilçesi bir yıldır “kitap okunması” için elinden geleni yapıyor. Bu amaçla “okumak ibadettir” diyerek camilere kütüphaneler de kurmuşlar, “Evim okulumdur” diyerek köylü kadınlarına Rus klasikleri de okutmuşlar. Bu cümleleri okuyan pek çok kişi; “Köylü kadın ne yapsın Dostoyevski’yi” diyebilir. Ben de dedim. Ama Van Gölü’nün yıkısındaki Yuva Köyü’ne gidince de yanıldığımı anladım... Çünkü bu köyde Dostoyevski’nin ünlü romanı “Suç ve Ceza”nın kahramanı Raskolnikov, en az Tarkan kadar ünlüydü! Tabii yine de “Okumuş gibi mi yapıyorlar acaba” diye düşünmeden de edemedim, onları “Zor romandır Suç ve Ceza, sıkılmadınız mı?” diye sınadım. Ama onların yanıtı şu oldu: “Çok zor bir kitap. Raskolnikov nasıl desek, mutsuz biri... Okurken insan sıkılıyor hatta okumak istemiyorsunuz, ama bırakınca da hep aklınızda kalıyor, dayanamayıp yine okuyorsunuz.” Issız Adam’ı izlemeye gitmişler Sadece Yuva Köyü’nün değil Gevaş’ın diğer köylerindeki kadınların da kitap okumasını sağlayan, hayata bakışlarını değiştiren bu projenin ardında ise Gevaş Kaymakamı Tahsin Aksu’dan başkası yok. Valilikten ve yerel iş adamlarından aldığı destekle bir yıldır kadınlar başta olmak üzere tüm Gevaş’ın okuması için uğraşan Tahsin Aksu, bu projede kadınlara ağırlık verilmesini ise şöyle açıklıyor: “Amacımız kültür ve bilgi düzeyi yüksek bir toplum yetiştirmek. Kadınlar burada çok önemli çünkü aileyi o şekillendiriyor. Etraflarını da daha çabuk etkiliyorlar. Bu yüzden biz de ‘Kadınlar okursa erkekler mahcup olur’ dedik ve haklı da çıktık. Pek çok kadın okumaya başladıktan sonra eşleri de onlara katıldı.” Peki, okuma alışkanlığı son derece düşük bir topluma okuma sevgisi nasıl kazandırılır? Gevaş Kaymakamlığı bunun için “Kitap pasaportları” adında bir proje geliştirmiş. Ödül mekanizması üzerine kurulan bu sisteme göre okunan sayfa sayısına göre (kitapların inceliği, kalınlığı tartışma yaratacağı için) kitap pasaportları belirlemişler. Kırmızı, yeşil, mavi pasaportlara göre de kimi çamaşır makinesi, kimi tam altın, kimi de dershane bursu kazanmış. Pek çok kişi kitap okunmasının paraya endeksli olmasını eleştirebilir ama bu pasaportların amacı daha çok “okuyanlara bir ayrıcalık” yaratmayı amaçlıyor. (Yani pozitif ayrımcılık yapılıyor.) Mesela bu pasaporta sahip olanlar ulaşım araçlarına da ücretsiz binebiliyor. Ama en önemlisi kitap okumak kadınların hayatlarını değiştirmiş. Mesela Yuva Köyü’nün kadınları ilk kez toplanıp sinemaya gitmişler. Hem de “Issız Adam”a! Yazmaya bile başlayanlar olmuş... Mesela 6 ayda 6 bin sayfa okuyarak çamaşır makinesi kazanan Kudret Karanfir (23) öyküler yazmaya başlamış. Bu yüzden de şöyle diyorlar: “Hani ’bir kitap okudum hayatım değişti’ deniyor ya, biz de ‘İlçemize bir kaymakam geldi hayatımız değişti’ diyoruz!”Buket Uzuner’i de okumuşlar“Okuyan Gevaş” projesinin son etkinliği, geçen pazar günü Akdamar Adası’nda düzenlenen “Kitap Okuma Günüydü.” Buket Uzuner’in yazar olarak katıldığı ve sembolik olarak beş dakika kitap okunan etkinlik için, bütün gün 19 tekne adaya gidip geldi. Çoluk-çocuk, genç-yaşlı Vanlılar’ı taşıdı. Teknelere binmenin ise tek koşulu vardı: Kitap. Bu yüzden tekneye binmek için para uzatanlar şu sözle karşılaşıyordu: “Para geçmez, kitap geçer!” Akdamar adasında kitapları elden ele dolaşan Buket Uzuner Yuva Köyü’nün de beklenen misafiriydi. Köyde hem imza günü yaptı hem de kadınlarla “yazarlık ve okurluk” üzerine sohbet etti. Ona sorulan sorular gösterdi ki, köyün kadınları sadece Dostoyevski’yi değil, onu da okuyor...Mesela şöyle sorular sordular: “Yolda kitabınızdaki her öyküden sonra yemek tarifi vermişsiniz, burada yediğiniz böreğin tarifini verecek misiniz?” veya “Buket Hanım, kitabınızda yazıyor, sinüzitiniz varmış, şimdi iyi misiniz?” Ama galiba en güzeli, “Bayan yazar olmak zor mu?” sorusuna Buket Uzuner’in “Bayan ve kadın” kelimeleri arasındaki ayrımı “Onlar köylü kadını, anlamaz demeden” itiraz edip kadın hakları üzerine kadınlarla yaptığı keyifli sohbetti.Bir kaymakamın yaptıkları 11 Köyde Okuma Odası açıldı. Kamu görevlilerinin her ay en az bir kitap okuması ve okuduğu kitabı kampanyaya bağışlaması sağlandı. 870 kitap bağışlandı. Okullarda ve ilçedeki kütüphanelerin üye sayısı 4 bin 160 oldu. Camilerde kitaplık bulundurularak namaz dışında cemaatin kitap okuması sağlandı. Araçlarla köyler gezildi ve 1452 kişiye kitap ulaştırıldı. Belli sayıda kitap okuyan öğrenciler için toplu taşıma araçlarından ücretsiz yararlanmayı sağlayan Kitap Okuma Pasaportları yapıldı ve 220 kişiye dağıtıldı. Okullarda her dersin ilk 5 dakikası kitap okunmaya ayrıldı. Öğrenciler 6 bin kitap okudu. Yıl sonunda en çok kitap okuyan öğrencilerin Anıtkabire ve Çanakkale Şehitliğine götürülmesi gibi belirlendi. Bu ay 150 öğrenci gidecek. 430 ev hanımı düzenli kitap okumaya başladı. 4 bin 600 kitap okudular. 800 kadın okuma-yazma öğrendi Başlatılan ilçe kitap pasaportu uygulaması sayesinde ile 220 kişi pasaport aldı. Bu kişilerden 36’sı ücretsiz dershane, 6’sı tam altın, 8’i 600 lira eğitim bursu, 5 ev hanımı çamaşır makinesi ve 220 kişi tamamı giyim ve kırtasiye yardımı gördü. 150’si belediye otobüsünden ücretsiz yararlanma hakkı kazandı. En önemlisi Gevaş’ta geçen yıl 1 milyon sayfa kitap okundu. Bu yılın ilk beş ayında ise 3 milyon. Yıl sonu hedefi ise 10 milyon.Yakup Meyhanesi “Çarpık Gölgeler”e ev sahipliği yapıyorİstanbul’un meyhaneleri hiçbir zaman “içki içilen yer” olarak sınırlı kalmadı ve kalmayacak... Zira edebiyat ve sanat tarihimize bakarsak, bu mekanların bir dost ve arkadaş buluşma yerlerinin de ötesine geçtiğini, edebiyat sohbetlerine hatta şiir başta olmak üzere sanat akımlarına ev sahipliği yaptığını bile görürüz. Türkiye her ne kadar yenilik açlığı ile her türlü geleneğine sevgisiz yaklaşsa da (eski evlerini yıkıp apartman yapmak gibi) meyhanelerine sahip çıkmayı nasıl olduysa bildi. Tabii bunda şüphesiz ki, meyhane müdavimleri arasında mürekkep yalamışların olmasının etkisi hep büyük oldu. Bugün de öyle... Asmalımescit’ten içeri girin, Yakup Meyhanesi’nin penceresinden şöyle bir başınızı uzatın kendinizi bir sanat etkinliğinde sanırsınız. Gazetecisi de oradadır, ressamı da, yazarı da...Ama Yakup Meyhanesi, sanat tarihine artık sadece müdavimleri ile değil galeri işleviyle de geçmeye niyetli. İlk olarak Berç Toroser’in “Müdavim Portleri” ile başlayan resim sergisi daha sonra Muzaffer Akyol’la sürmüştü. (Hemen küçük bir not, Akyol Yakup Meyhanesi’nin aynı zamanda sanat danışmanıdır. Bir meyhanenin sanat danışmanı olması bile oldukça keyifli, değil mi?) Yakup, şimdi de Selim Karadana’nın “Çarpık Gölgeler” sergisine ev sahipliği yapıyor. Mavi renginin hakim olduğu ve kullandığı fosfor ve ayna tekniği ile gece de görülen resimleriyle tanınan Karadana’nın sergisi için Yakup, kelimenin tam anlamıyla bir galeriye dönüştürüldü. Mesela, bu ünlü meyhane ile ilgili basında çıkan haberlerden, müdavim fotoğraflarından oluşan duvarın önüne galeri panoları yapıldı. 25 bin liraya yakın bir harcama ile meyhaneye galerilere uygun aydınlatma yapıldı. Yani Yakup’un bir galeriden eksiği kalmadığı gibi fazlası oldu. Yani müdavimleri. Mesela serginin açılışına binin üzerinde kişi ilgi gösterdi. Bu yüzden de meyhanenin yer aldığı Asmalımescit sokağı dolup taştı, bir kokteyl salonuna döndü. Dahası yoğun ilgiden ötürü ve herkes bir anda meyhaneye giremediğinden iki kez açılış yapıldı. İki kez, tüm perdeler çekilip Karadana’nın resimlerine bir de karanlıkta bakıldı. Ama her şey bir yana... Bir ressam için meyhanede sergi açmak ne demek? Karadana diyor ki; “Bunu eleştirenler olmadı değil. Oysa piyasada yüzdelerini hak etmeyen, sanatçısına destek olmayan yüzlerce galeri var. Burada bir serginin açılıyor olması ise konuyu tartıştırabilir. Çünkü yılın bu zamanı sergi açan galeri çok azdır ama Yakup’ta bu mümkün. Sonra Yakup yıllardır sanata ve sanatçıya inanan bir yerdir. Ben buranın sadece müdavimi değilim, burada büyüdüm. Bu yüzden benim gözümde burası pek çok galeriden çok daha üstün. Çünkü buradaki sergiler sanatçıya endeksli.”
Yazar, çizer, gazetecilerin buluşma mekanları genelde meyhanelerdir... Buluşma saati de akşam sekizden sonra başlar. Mesela Melih Cevdet Anday, Orhan Veli’nin takıldığı “Kürt’ün Meyhanesi”nde yaşananlar kitap olmuştur. Cemal Süreya Hatay Restoran’la ünlenirken, İkinci Yeni kadrosuna Cumhuriyet veya Refik Meyhaneleri’nde rastlanırdı. Bugün de ne zaman Yakup’a gitsek birkaç gazeteci ve yazara rastlamak mümkündür. Ama VatanKitap olarak biz bu geleneğin dışına çıkalım istedik. Mekanı da tersine çevirelim... Ama emin olun, bunun mahalle baskısıyla ya da içki yasakları ile bir ilgisi yok... Dedik ki; “Herkes pazarları güzel bir kahvaltı yapmak ister, ama kimse tek başına olmak istemez. Yazar kadrosu ve destekleyicileri ile VatanKitap’sa bir aile gibi... Hadi hep birlikte Türk usulü bir kahvaltı yapalım... Bunun üzerine ilk kahvaltıyı, “Ya kimse gelmezse” korkusuna rağmen organize ettik... Üstüne üstlük o gün İstanbul’da fırtına çıkmasın mı! Sabah ilk arayan Leyla Umar oldu; “Buketçiğim bir değişiklik yok, değil mi?” diye soruyordu... Ardından Selahattin Duman’ın telefonu geldi; “Bukeeet! Hiç uyumadan geliyorum, haberin olsun!” O zaman anladım ki, bu iş tutacak! Ruşen Çakır ve Müge İplikçi’nin elinde gazetelerle içeri girişini de unutamam... Sanki aile sofrasına gelir gibiydiler... Böylece ikinci kahvaltıyı organize etmeye karar verdik. Bu kez mekan olarak Boğaz’ı değil, entelijansiyanın kalbinin attığı Cihangir’i ve buranın ünlü mekanlarından Kaktüs Kafe’ydi. Kadro bu kez daha zengindi. Hep birlikte duvarları kedi motifleri ile süslü bu Kaktüs kafede keyifli bir kahvaltı eşliğinde uzun uzun sohbetler ettik. Bu güzel günden notlarım ise şöyle:İkinci kahvaltı raporu... Günün en dikkat çeken ismi Celal Şengör’dü. Şen kahkahası, meraklı bakışları ve keskin zekası Jules Verne tutkunu bu bilim adamının dikkati ise bir kişiye yoğunlaştı: Leyla Umar’a! Bir ara bana “Yaa, Buket Hanım, Leyla Hanım’la ne çok ortak tanıdığımız varmış, az sonra akraba çıkacağız” deyince anladım ki, Şengör’ün büyütece aldığı Leyla Hanım’ın büyülü hayatından başka bir şey değildi. Bilim adamı böyle bir şey işte, nerede olursa olsun incelenmeye değer şeyi hemen keşfediyor! Celal Şengör’ün bir diğer sohbet arkadaşı ise gazetemizin Yazı İşleri Müdürü ve güzel hafta sonu eklerinin yöneticisi Güney Öztürk’tü. Sohbetlerine bir ara kulak kabarttığımda kendimi “Bilim Teknik” okuyor sandım. Çünkü pek çok kişi bilmez ama Güney aslında genetikçidir. Selahattin Duman günün paparazzisiydi. Elinde fotoğraf makinesi hepimizin fotoğraflarımızı çekti. Başardı mı bilemiyorum, çünkü fotoğraflarını hala göremedim! Nedim Gürsel’in varlığı ise kahvaltının ortak sohbetini belirledi: Nedim Gürsel ve “Allah’ın Kızları” kitabına ilişkin açılan davayı uzun uzun tartıştık ve hep birlikte Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan nefis yazısını andık. Hepimiz bu yazının son zamanlarda yayımlanan en doğru ve sahici yazı olduğuna hemfikir kaldık. “Tarih-Lenk” kitabı ile müthiş bir çıkış yapan, tarihçi Hakan Erdem de aramızdaydı. Hemen söyleyeyim; hâlâ kitabına bilimsel bir tekzip gelmemiş... Eski yazı bilecek kadar tarihe meraklı olan Selahattin Duman’la da bir süre sonra derin bir sohbete daldılar. O sırada Boğaziçi Üniversitesi’nde master yapan, VatanKitap yazarlarından Saadet Özen’in hâlâ yolda olmasına çok üzüldüm... Çünkü bu üçlünün sohbeti bir süre sonra panel tadında bir sohbete dönüşebilirdi. Günün en enerjik ve neşelisi ise İclal Aydın’dı... Oldukça sportifti... Salı günkü yazısıyla da bunun nedenini anladım, meğer akşam da maça gidiyormuş. Sevdiği kadın arkadaşlarını kahvaltıda görünce çok sevinen İclal Aydın, hem onlarla hasret giderdi hem de yanındaki Nedim Gürsel’le sohbet etti. Polisiye roman yazarları Ahmet Ümit ve Esmahan Aykol yan yanaydı. Ama tek bir polisiye olay konuşmadılar. Ahmet Ümit’e Urfa’da tasarladığımız best-seller romanını sorunca ise masa gülmekten kırıldı... Çünkü sıra gecesinin neşesiyle ortaya çıkan romanın adı; “Yalvarırım Hayatta Kal. Ahmet Ümit’ten sıra gecesi cinayetleri!”ydi. Urfa’daki “Konuşan Kitap Şenliği”ni düzenleyen ve Alfa Yayın Grubu sahibi Vedat Bayrak da aramızdaydı... Ondan tıpkı Urfa’daki gibi bir sıra gecesini İstanbul’da yapmasını istedik, kabul etti. Buradan ilan edilir. Ahmet Ümit de çiğ köfteyi yoğurmaya söz verdi! Buket Uzuner’in gözlükleri ve yüzükleri her zamanki gibi aynı renkti. Leyla Umar’ın kahvaltının sonuna doğru Hakan Erdem, Mümin Sekman, Ahmet Ümit ve Buket Uzuner’le yaptığı sohbet ise bir televizyon programı tadındaydı. Hem konuşturdu, hem konuştu. Cüzdanından Castro ile mutfakta çektirdiği fotoğraflarını çıkardığı an ise alkış koptu. Kimliğinin bilinmesini istemeyen gazetemizin Genel Yayın Koordinatörü Atilla Güner’i “Gölge yazarımız, o yazar bir imzamızı atarız” diye takdim ettiğim kahvaltıdan ayrılırken ise herkes birbirine “Gelecek sefere görüşmek üzere” diyordu. Geçen kahvaltıya eşi Neval Sevindi ile gelen Hürriyet gazetesi Yazı İşleri müdürlerinden (tabii ki VatanKitap’ında yazarı) Kerem Çalışkan bu kez kısa bir süre için uğrayabilmişti.Cihangir KaktüsVatanKitap ve konuklarına ev sahipliği yapan Kaktüs, Beyoğlu’nun ilk Fransız tarzı kafelerinden biri olarak 1993’te açılmıştı. VatanKitap ailesinin pazar günü üst katını doldurduğu Cihangir Kaktüs ise 2008’de... Burası özellikle kedi sevenler için çok keyifli bir mekan... (Kedisever olan Buket Uzuner’i bir pazar günü Moda’dan Cihangir’e getiren de biraz bu olmuş.) Çünkü duvarlarda kedi resimlerinin, baskılarının yer aldığı gibi küllüklerden fincanlara pek çok objede de kedi figürleri var. Tabii birçok kediye ev sahipliği yapan mekanın Suphi ve Cüce adında kadrolu kedileri bile var. Gazetecilerin, yazarların, oyuncuların müdavimleri arasında yer aldığı bu mekanın temiz mutfağı, lezzetli yemekler, salatalar sunuyor. Mesela tüm pasta ve hamur işleri mekanın mutfağında yapılıyor. Kafenin dondurmalarını ise Sakız Adalı Usta hiç katkı maddesi kullanmadan üretmekte. Kafede ayrıca, farklı seçenekler sunan kahvaltı mönüleri de yer alıyor. Cihangir Caddesi, 16. A, Cihangir Beyoğu, P 0212 243 57 31
Ayşe Kulin, Selim İleri, Ahmet Ümit, Müge İplikçi, Kürşat Başar, Metin Celal, Canan Tan, İskender Pala ve daha adını sayamadığım pek çok yazar ve kitap eki editörleri olarak geçen hafta Urfa’daydık. Hepimiz öğrenci başına sadece 1.4 kitabın düştüğü bu şehirde bulunmanın bir görev olduğuna inanarak yola çıkmıştık... Ama bunda, gizlemenin lüzumu olmasa gerek, Urfa’nın gezilesi yerleri, nefis kebapları ve yazar dostlarla geçirilecek iki günün ve sıra gecesinin de etkisi büyüktü. İşte bu nedenle, gezinin basına yansımayan keyifli ve renkli bölümlerinin notlarını aktarmayı büyük bir görev bilirim: Gezinin en iyi turisti Ayşe Kulin’di. Şehrin görülmesi gereken yerleri hakkında önceden bilgi edinmişti. Bizi gezdiren rehberlerimize “Göbekli Tepe’ye gideceğiz ya da Balıklı Göl’ü görecek miyiz?” türünde sorular sorduğu gibi anlatılanları da can kulağı ile dinledi. Urfa çarşılarındaki alışverişin de gözdesi oldu. Urfa işi kumaşlar için pek çok arkadaşına sözü vardı. Üstelik Ayşe Kulin’e alışverişlerinde, ünlü bir yazar olduğu için, özel indirimler yapıldı. Mesela benim bir poşu ve fular aldığım paraya o tam altı parça ürün aldı!Ayşe Kulin nasıl iyi bir turistse Selim İleri de tam tersiydi. Yani gittiği yere göre değil kendi alışkanlıklarına göre hareket etmeyi seviyordu. Zaten seyahat etmeyi de sevmezmiş. Mesela kebap yemedi. Ama sonradan da hep açıldı. Göbekli Tepe’ye önce gelmek istemedi, sonra ikna oldu. Tepenin tümünü görmek istemedi ama tümünü gezdiği gibi en iyi tespitleri de o yaptı. Gerçi bir ara Ayşe Kulin yolu şaşırıp tam aksi yöne yürüyünce daha gezilecek yer var sanıp öyle bir “Ayşe nereye gidiyorsun?” dedi ki, tüm kafile olarak yüreğine inecek sandık! Ama Göbekli Tepe’den ayrılırken anı defterine yazan da o oldu. Kitap Şenliği’nin yapıldığı alanda nefis renkli görüntüler oluştu. Poşulu ya da rengarenk tülbentlerle başlarını taçlandırmış, ceketli, şalvarlı Urfalı erkekler ve işlemeli ve rengarenk elbiseleri içindeki kadınlarla meydan tam bir şenliğe dönüştü. Onların yazarları dinleyen, imza isteyen görüntüleri ise hafızalardan silinecek gibi değildi. Genç kadınların yoğun ilgisi ise her zamanki gibi Kürşat Başar ve İskender Pala’ya yönelikti. Gezinin en tanınanlarından biri de Canan Tan’dı. Şenlik sırasında da Harran’da dolaşırken de kadınlar gelip boynuna atladı. Öyle ki, Harran’da yerli bir turist kafilesinin kadınları, Canan Tan tam otobüse binecekken gelip “Ay siz Canan Tan mısınız, inanamıyorum” deyince bize de “Önceden para vermiş canım” diye espri yapmak düştü. Şenlik alanında dolaşırken beni artist sandılar! Yemek yediğimiz kebapçıda masaya Urfa’nın yerel tatlısı ‘şıllık’ gelince biz de herkes gibi o bildik sohbeti yaptık. Yani “Neden tatlılara erotik isimler verilir?” tartışmasını... Ama “Peki ya, ‘vezirparmağı’ da erotik bir tatlı mıdır?” sorusu ile tartışmayı klişe boyutundan da çıkardık. Pek çok Anadolu kendi gibi Urfa’da da içki içmek için ciddi bir çaba göstermek gerekti. Sadece bir-iki otelde meşru ve legal olarak içki içilebildiğini öğrenince akşam saat sekiz oldu mu meyhaneye oturmaya alışık olan yazarların neşesi kaçtı. Neyse ki, içki içilen oteller vardı ve böylece de Urfa bir krizi sessiz sedasız atlattı. Gezinin en eğlenceli bölümü ise şüphesiz ki, sıra gecesiydi. Selim İleri, buna da önce katılmak istemedi, ama sonra bizden ayrı kalamayıp geldi. Hatta hiç alışık olmadığı türküleri dinleyip tempo tuttu. Alkolün desteğiyle sesini güzel bulan pek çok gönüllü türkücüyü de sonuna kadar dinleyen yine o oldu. n Sıra gecesinin yıldızı ise Ahmet Ümit’ti. Antepli olmanın verdiği avantajla hem ortama hem de şarkılara en iyi o ayak uydurdu. İlk o kalkıp oynadı, en tempolu halay çekenlerden biri oydu. Ona ancak eşi ve halayın bir diğer iyi ismi Müge İplikçi eşlik edebildi. (Ben kenarda kaldım!) Ayşe Kulin ise bir kalktı sonra da oturmadı. Halay da çekti, kolbastı da yaptı. Canan Tan ise bir Ankaralı olarak performansını miskette göstermeyi tercih etti. Gece boyunca Mümin Sekman’la sohbet eden Kürşat Başar ise “Oynamayı bilmiyorum yoksa kalkarım, çekinmem” dedi ve oynayanları ilgiyle izledi. Gecenin tek keyifsiz yanı ise dini inançları gereği içki içmeyen yazarlarla (İskender Pala ve onun zarif davranışları hariç) kaynaşamamış olmamızdı. Ama gece boyunca o kadar eğlendik ki, bunu dert edip uzun uzun laik-İslam kutuplaşmasını tartışmayı da aklımıza getirmedik.
Hava kapalı üstelik yağmurlu... Yine de evde oturmak istemiyorum. Nişantaşı’nın keyifli kafelerinden biri, hem evin yalıtılmışlığından hem de yağmurdan koruyabilir beni. Okumak için yanıma alacağım kitabı ise çok iyi biliyorum; Orhan Pamuk’un “Pencereden Bakmak” öyküsünü. Pamuk’un Nobel Ödül Töreni’nde yaptığı “Babamın Bavulu” isimli konuşmasında da izleri görülen bir öyküdür bu. Babası Paris’e giden küçük bir çocuğun hüzünlü hikayesini anlatır... Nişantaşı’ndaki evinin penceresinden dışarı seyredişini, gözlemlerini, hislerini...Bu öyküyü daha önce okumuştum. Bugün tekrar okumak istememin nedeni ise öyküdeki o çocuğun hüznünün, benim içimdeki bir hüznü uyandıracağını biliyor olmam. Bu,“Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor” tekerlemesini söylediğim günlere ilişkin bir hüzün. Altın çağım olan çocukluğuma duyduğum özleme, bir daha çocuk olamayacağım gerçeğinin sancısına ilişkin... Bugün o hüznü tekrar hissetmek istiyorum, çünkü o hüzün bana bir zamanlar çocuk olduğumu ve önümde çok büyük bir hayatın olduğunu hatırlatacak!YEŞİL BİR DOĞA VE BRONTEAma kentten uzaklaşmak da istiyorum. Yeşile dönen ve çiçeklerle renklenen doğanın içinde olmak. Uzun, sakin yürüyüşler yapmak. İç sesimi dinlemek... Kim bilir şansım varsa belki yalnızlıktan bile sıkılabilirim. Mesela Sapanca ya da Abant’a gitsem... Yağmur sessizce yağarken, yemyeşil doğada pek çok kez sinemaya, televizyon ve radyo oyunlarına, müzikallere hatta şarkılara konu olan Emily Bronte’nin “Uğultulu Tepeler”ini okusam... Bir kez daha insanlık yazıyı ve edebiyatı keşfettiği için gururlansam. Yoksul ve çingene bir erkek ile çiftlik sahibinin güzeller güzeli kızının “imkansız aşkı”nı okurken, 19. yüzyılın görkemli kadın romancı ve şairi Bronte’yi bir kez daha ansam... Hatta zengin ve soylu bir erkeğe tercih edilen kahramanımızın intikam planlarına ve öfkesine ortak olsam...GÜNLERİN KÖPÜĞÜEğer hava açmışsa ya da yağmur dinmişse... Ben de Sultanahmet’e gitsem. Bir ritüel gibi köfte ve irmik helvası yedikten sonra, Alman Çeşmesi’nin karşısındaki çay bahçesinde -kötü de olsa- bir çay içip Küçük Ayasofya’nın bahçesine yönelsem. Küçük dükkanların arasındaki güllerle süslü bu güzel bahçede Nahid Sırrı Örik okusam... Yine kararsız kalsam; Zeki Demirkubuz’un yeni sinemaya uyarladığı “Kıskanmak” romanını mı yoksa Ziya Öztan tarafından sinemaya uyarlanan “Sultan Hamit Düşerken”ini mi okumalı, bilemesem. Ve yine “En iyisi ikisini de yanıma almak, orada karar veririm” desem! Havalar güzelleşince, ne yapıp edip, Boris Vian’ın gelmiş geçmiş en güzel aşk romanlarından sayılan “Günlerin Köpüğü”nü tekrar okusam... Yolda, bankta, işte, markette... Böylece bahar günlerinin nasıl da hızla geçip gittiğini hatırlasam: Bir aşk, bir hayat gibi! Ama tüm bu hayallerime rağmen, oradan oraya koşturacağımı, iş seyahatlerine çıkacağımı biliyorum. Gidilen şehirlerde bir ya da iki gece konaklanan, iş bitti mi en fazla bir yemek yenip ilk uçakla dönülen... Şehrinizden ayrılıp başka bir şehirde olduğunuzu bile anlayamadan döndüğünüz gezilere... İşte bu tür yolculuklar için de, Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni öykü kitabı “Otel Odaları” bana yol arkadaşlığı yapsın isterim... Ama eminim ki, valizimin bir yerine “bir umut” diyerek Alain de Botton’un “Seyahat Sanatı”nı sıkıştıracağımı da bilerek...Sevgili Aylin’eBir süredir aramızda değilsin. Seni çok özledik. En kısa zamanda aramıza döneceğine, hayatına kaldığın yerden devam edeceğine olan inancımız çok büyük. Seni düşünmediğimiz tek gün yok, kalbinizseninle...Sevgilerle...
Mesela İsmet Özel’in şiirlerini ezbere bilir, Hilmi Hoca’ya (Yavuz) şiir sohbetlerinde zorlanmadan eşlik eder. Yani öyle, buğulu gözler ve ses tonu ile ufka bakarak ezberlediği bir-iki dizeyle, kendine “derin abi” pozları takınanlardan değildir. Bu nedenle hafta başında yazdığı, “Şiirde b.k olur mu, olmaz mı?” diye özetlenebilecek yazılarını okuyunca çok şaşırdım. Hele hele edebiyatın edepten geldiğini söylemesine... Çünkü Ahmet Hakan’ın bahar güzellemelerinden, börtü-böcek şiirlerinden ya da kibarlıktan bir türlü aklındakini söylemeye cesaret edemeyen edebiyatçılardan hoşlandığını hiç sanmam. Dahası ne edebiyatın, ne de diğer sanat türlerinin edepli, hanımefendi ya da beyefendi takılmak gibi bir derdi olduğunu düşündüğünü de... Zira kendisinin ağzı bozuk, satır başı küfreden Bukowski’den haberdar olmaması mümkün değil. Ya da “Ulysses” gibi dev bir esere imza atan ve bir dışkı fetişisti olan James Joyce’tan... Sonra edebiyat ve edep arasında ilişki kurmak... Bu, Can Yücel’i bir şiirinde “g.t” dediği için “Aa! Ne ayıp” diyerek yargılamaya benzemiş. Oysa, Can Yücel’in duruşundan da bildiğimiz üzere sanatçıların, hele şairlerin “edep”lisinden çok “edepsiz”ine rastlarız. Ne de olsa onlar genel ahlakla, beyefendilikle, burjuva kibarlığı ile alay ettiği gibi kavga da eder! Nitekim Can Yücel de “g.t” dediği için yargılandığı mahkemede edebiyat tarihimizin efasenevi savunmalarından birini yaparak, edepsizce şöyle dememiş miydi: “Buna anüs ya da popo da denebilir. Ama bizim köyde g.t’e g.t denir!”Şiirin b.k’la imtihanı Ayrıca, b.k atmak gibi olmasın ama Ahmet Hakan’ın “Türk şiirine b.k girdi” başlığına da itirazım var. Çünkü b.k, Türk şiiri için yeni bir şey de değil ki! (Şey diyorum çünkü b.k hem bir sebeptir hem de sonuç. Sonra hem küfürdür hem mecaz. Ayrıca basit bir biyolojik sonuç.) Mesela hemen aklıma Can Yücel’in şu iki şiiri geliyor: “Memleketin hali benim halim,Öyle bir kabız olmuşum kiBoğazıma kadar bok içindeyim...” Ya da, “Bok yiyin efendiler, bok yiyin...Milyonlarca sinek yanılmış olamaz.” Ama “Can Yücel’dir bu; küfürle sever, güzel sözle döver” denebilir, elbet. Ama bir de Neyzen Tevfik’in “Ben sana” isimli şiiri var. O da şöyle yazar: “Ben sana bok demem, Boklar duyar ar eder. Bir zerren düşse boka, Onu da mundar eder. Tanrı senin hamurunu Necasetle yoğurmuş, Anan seni s.ç.r iken Yanlışlıkla doğurmuş.” Neyse... İşin b.k’unu çıkarmayayım... Ahmet Güntan’ın şiirinin bence de eleştirilecek yanları var. Aynı şekilde Kitaplık Dergisi’nin de... Ama benim eleştirim, Güntan’ın böylesi iddialı bir kelime üzerine yazdığı şiirin, okuru kıskıvrak yakalayamaması üzerine... Ya da Kitaplık Dergisi’nin, gittikçe heyecanını yitirmesi...Yine de Ahmet Hakan’a teşekkür ederim. Türk basınında “b.k ve edebiyat” ilişkisi üzerine bir yazı yazılmasına vesile olduğu için. Darısı bu kelimeleri nokta kullanmadan, Can Yücel’in edepsiz söylemindeki gibi özgürce yazabileceğimiz ve yazdığımızda da b.k’u yemeyeceğimiz günlere!