Manga klasikleri fırtınası devam ediyor...

23 Ekim 2009

Son aylarda popüler olan, klasiklerin çizgi romanlarından yeni bir örnek çıkıyor karşımıza: Manga Kapital. İkinci kitabınız ise Fethi Naci’nin hep çalışmakla geçen hayatının hikâyesi...Karl Marks’ın Kapital’i manga olarak karşımızda Macbeth ile başladı, Romeo ve Juliet’le devam etti... Kafka’nın “Dava”sı, O. Henry ve Edgar Allen Poe’nun hikayeleri derken manga klasikleri fırtınasına Karl Marks’ın “Kapital”i de katıldı... Çok da iyi oldu... Böylece sadece bir coğrafyayı değil bir tarih değiştiren, alternatif bir dünyanın haritasını çizen Karl Marks’ın “Kapital”i yaygınlaşabilecek... Ama en önemlisi, artık okunmadığı halde okunmuş gibi yapılmayacak... İşte özgün basımı 2008 Aralık’ında Japon yayınevi East Press tarafından gerçekleştirilen “Manga Kapital”in güzelliği de burada. Bu Kapital, bize her şeyi baş kahramanı Robin üzerinden anlatıyor. Babasıyla birlikte peynir üretip pazarda satan Robin, zengin olma hayaliyle çırpınıp duran kapitalist girişimci Daniel’la ortak olup bir fabrika kurunca bir anda tüm hayatı değişir. Marks’ın bu değişimden kastı sadece “üretim şekli”ndeki değişim değil elbette. Zaten o bize üretim şekli değişirken kendimizin de ne kadar değiştiğini anlatır. Mesela Robin, önce babasının paylaşımcı değerlerine isyan eder... Çok geçmeden başkalarına zarar vermeden, işçileri acımasızca sömürmeden başarılı olmayacağını, bunun imkânsız olduğunu fark eder. Böylece o büyük çarkın içine dalar. İşte “Manga Kapital” orijinal “Kapital”in özünü böylesi keyifli bir öykü ve bir o kadar da güzel çizgilerle anlatıyor. Ekonomik krizin “kapitalizmin sonu” olarak tanımladığı bir dönemde Marks’a ve kitaplarına olan ilginin arttığı bir dönemde “Manga Kapital” okura çok şey anlatabilir. Özellikle de çalışma koşullarının her geçen gün daha kötüleştiği, işsizliğin arttığı bir dönemde “Neden böyle” sorusunu soranlar için. Not: 2’nci cildi Ocak ayının hemen başında yayımlanacak olan “Manga Kapital”i sosyalizmin ünlü eserlerinden “Komünist Manifesto” izleyecek. Daha önce çizgi filmleri de yapılan “Komünist Manifesto”yu bu kez, İtalyan grafik sanatçısı Rodolfo Mercenaro’nun çizgileriyle önümüzdeki haftalarda okuyacağız. Fethi Naci’nin hayatı bu kitaptaFethi Naci, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli eleştirmenlerinden biriydi. Yazdıklarıyla edebiyata bambaşka bir bakış kazandırdı, edebiyatımızın olumlu yönde gelişmesine katkıda bulundu. Renkli yaşamından anılarını “Dönüp Baktığımda” ve “Dünya Bir Gölgeliktir” kitaplarında toplamıştı. Baskısı tükenen bu kitaplar, Fethi Naci’nin eşi Lâle Kalpakçıoğlu ile yakın dostu Ferit Edgü’nün ortak çabasıyla gözden geçirilerek yeniden bir araya getirildi. “Anılar Kitabı” sadece bir eleştirmenin değil aynı zamanda mücadeleyle, dostlukla, hep çalışmakla geçen bir hayatın hikâyesi.

Devamını Oku

Yeraltının ve rüyaların Bilinmeyenleri

16 Ekim 2009

Bu hafta “tekinsiz” yazarımız Latife Tekin’in rüya gibi yeni kitabı ve yeraltı edebiyatının ünlü yazarlarından Palahniuk’un “Tekinsiz”i sizi farklı dünyalara götürecek.Latife Tekin’den rüya gibi bir kitapAlvaro Mutis’in “Son Rıhtım”ını okuduğumdan beri başka kitap okumak istemediğimi itiraf etmeliyim. Takıntılı bir okur olarak, hep o incecik kitabın içinde dolaşıp durdum. Altını çizdiğim cümleleri tekrar tekrar okudum, hatta takıntımı saplantıya dönüştürerek gecenin bir yarısı arkadaşlarımı arayıp kitabı anlattığım bile oldu. Sanki Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sındaki kendini kör eden nakkaşlardan olmak istiyordum, usta bir nakkaşın resmettiği güzel minyatürün üzerine gül koklamak istemeyen...Sonra “Latife Tekin”in yeni kitabının çıkacağını öğrendim. Beklerken “Ormanda Ölüm Yokmuş”u elime aldım (daha önce okumamıştım) ve bir kez daha kendimi kör etmediğim için hayata şükrettim! Çünkü Latife Tekin bu kitabında biz fani okurlara şöyle bir cümle bahşetmişti: “Değiştim ben, bütün acılarımdan kurtuldum, hem de hiç günaha girmeden.” Veya “Her şey bir ürperiş için...” Tekin’in bu cümleleri zihnimdeki hangi yarım kalmış şiirle birleşir bilemem, (zaman gösterecek) ama bu şiirsel anlatımı bırakıp yeni kitabı; “Rüyalar ve Uyanışlar Defteri”ne geçmekte zorlanmadığımı hemen söylemeliyim. Hem de bu kitap genelde şiirsel anlatımla bağdaşmayan denemelerden oluşsa da. Çünkü Tekin’in anlatımında denemeler, dümdüz metinler bile şiirseldi. “Dır”lı, “dir”li fiiller yerlerini ucu açık, tamamlanmayan, okuru uyku ile uyanıklık arası bir hale sokan rüyalara bırakmıştı. Latife Tekin, bir nevi istiareye yatmıştı bu kitabında. Türkiye üzerine, rüyalar bazen de kabuslar görmüş bunları kaleme almıştı... Her biri birer rüya olan bu metinleri, bir suya anlatır gibi şimdi okurlarına anlatıyordu. Tekin’in kitabında her kesime ve kuruma eleştiri var. Ne de olsa, o soyadının aksine edebiyatımızın “tekinsiz yazarı.” Hiçbir düzenle ve sistemle bağdaşmak istemeyen, her an bir “nanik” yapıp içinde yer aldığı oyunu bile bozabilecek bir mızıkçı! Ama beni kitabında eleştirilerinden çok anlatımı çarptı. Mesela Michel del Castillo’dan yaptığı alıntı (samimiyet, dürüstlük ve cesaret üzerine konuşmadan önce Castillo’nun bu sözlerinin okumasında fayda var) ya da AB müzakerelerinin Haymana Ovası üzerinden dönen pazarlıkla anlatıldığı rüya gibi...Ancak benim için en güzeli “Ya Direniş, Ya Ölüm” başlığını taşıyan rüyaydı. Latife Tekin’in kendisini bir yılbaşı gecesi kutlamasında gördüğü bu rüyada atılan “Kahrolsun faşist zaman! Tüccar devlet... Ya cehennem ya cennet... Çocuklara özgürlük” sloganı gülümsettiği gibi en masum ve bir o kadar da unuttuğumuz arzularımızı, hayallerimizi hatırlattı.Yeraltı edebiyatı dizisine yeni bir romanYeraltı edebiyatının kült romanlarından “Dövüş Kulübü”nün yazarı Palahniuk’un yeni kitabı “Tekinsiz”, yaşamaktan, var olan hayatını, aile ilişkilerini, iş hayatını sürdürmekten yazmaya vakit bulamayanların hikâyesini anlatıyor. Onların sadece üç aylığını düzenli hayatlarının fişini çekip, bir gazetede verilen ilan üzerine bir eve gidip yazı yazmalarını, inzivaya çekilmelerini... Herkesin birbirine Leydi Çöplük, Ajan Fitneci ya da Aziz Bağırsaksız gibi takma isimler verdiği bir eve gidip hikayeler yazacakken huzurlu olması gereken yerin hızla kabusa dönüşmesini... “Yeraltı Edebiyatı” dizisi hayatla derdi olan, huzursuz ruhlar için her daim bir öneride bulunur. Nitekim yeraltı dizisinin şu anonsu bile kitapları takip etmek için yeterli: “Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkarların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların, dili, sesi Yer altı Edebiyatı...”

Devamını Oku

Pop ve edebiyat

9 Ekim 2009

Bu hafta karşımıza popüler bir punkçının klasikleşmeye aday bir romanı ve klasik bir romanın güncel basımı çıkıyor...Punkçı yazar, eski sevgilisi Kylie Minogue’u da yazdıPost Punk’ın efsane ismi Nick Cave, elbette öncelikle müzisyendir. Hem yazar, hem besteler, hem de söyler... Ve hepsini de çok güzel yapar. Sahnedeki performansı, duruşu, müziğiyle insanda “Gel bir efkâr dağıtalım, iki kadeh atalım” duygusu yaratan bir sestir... Ya da bir zamanlar çıkan Negatif dergisinin attığı nefis başlıktaki gibi; “Kafka’nın şarkı söyleyen” halidir... Üstelik sadece müzikte değil yazdıklarıyla da Kafka’yı anımsatır. Şarkı sözleri, senaryolar... İngiltere ile aynı anda çıkan yeni romanı “Bunny Munro’nun Ölümü”nde kapı kapı dolaşarak kozmetik ürünleri satan bir satıcının hikayesini anlatıyor. Alkolik, karşısına çıkan her kadını yatmaya ikna edebileceğini sanan, aradığını bu kadınlarda ya da fahişelerde bulamadığında Kate Moss veya Kylie Minogue’u (Kylie Minogue Nick Cave’in bir ara sevgilisiydi) düşleyerek mastürbasyon yapan bir gözü dönmüşün... Ve onun birden bire öleceği gerçeği ile karşılaşmasının... Karanlık ve hüzünlü sesi ile yer altı edebiyatının kültleri arasına girmeye aday olan “Bunny Munro’nun Ölümü” ile ilgili olarak Irvine Welsh’in nefis bir yorumu olmuş... O yüzden aynen aktarmak isterim. Şöyle diyor “Trainspotting”in yazarı Welsh: “Franz Kafka, Benny Hill ve Cormac McCarthy, Bringhton sahilinde bir araya gelselerdi ‘Bunny Munro’yu yazarlardı herhalde. ‘Bunny Munro’, Nick Cave’in kendine özgü dehşetini ve insanlığını yansıtan, okunması gereken bir roman.”Güçlü bir kadının portresi güncel Türkçe’yle döndüHalid Ziya’nın “Aşk-ı Memnu”su, Reşat Nuri’nin “Yaprak Dökümü”, Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği”... Türkiye, aylardır dizilere uyarlanan bu romanlar sayesinde birbirinden güçlü ve özel kadınları takip ediyor. İşte Mehmet Rauf’un “Eylül” romanının böyle bir dönemde tekrar basılmasına (hem de günümüze uyarlanan bir Türkçe ile) bu nedenle çok sevindim. Çünkü yasak bir aşkı konu alan ama karakterlerden çok kahramanların iç çelişkilerine, pişmanlıklarına yoğunlaşan, onların karakterlerini ele alan bu roman benim de en sevdiğim kitaplar arasındadır... Hem de lise yıllarında müfredat gereği okutulan ve “sayfalarca yazıp ödevini yap” diyerek herkes gibi soğutulmaya çalışılsam da... Neyse ki “Eylül” özenli bir basım ve sadeleştirme ile tekrar basıldı, umarım pek çok genç bu kitabı keşfeder...Dört etkileyici karakter ve Osmanlı’da birey olmak1999-2004 yılları arasında Harvard Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nin müdürlüğünü yapan Cemal Kafadar, yeni kitabında Osmanlı dünyasından dört kişiyi ele alıyor: Babasından kalma bir arazi üzerindeki haklarını korumak için Divan-ı Hümayun’a başvuran Mustafa adlı Yeniçeri; İstanbul’da günce tutan Seyyid Hasan adlı derviş; ticaret için gittiği Venedik’te ölen Ayaşlı Hüseyin Çelebi; rüyalarını kaleme alarak şeyhine mektupla gönderen Üsküplü Asiye Hatun... Yazıların her biri Kafadar’ın arşivlerde ve yazma kütüphanelerde bulduğu kaynaklara dayanan kitabın genel temasını “Osmanlı’da birey” olarak özetleyebiliriz.

Devamını Oku

Görünmeyeni okumak

2 Ekim 2009

Sırlar, şifreler ve bilim... Bu haftanın önerileri matematik, işaretler ve sembollerin ortak paydasında buluşuyor. Görünenin ardındakini okumak için... Halk anlayamaz diyenler için herkese bilim Toplumlar gelişmelerini bilime borçlu olsa da ondan uzak durur. Hatta “Matematik ne işime yarayacak, bakkaldan peynir alırken eşkenar üçgen olup olmadığına mı bakacağım” denerek yerilir de... Aslında bunun altında gizli bir ifade vardır: “Bilim elitisttir, halk anlayamaz.” Oysa elitizm bilimin tabiatına terstir. Çünkü zeka atadan toruna geçen bir miras değildir. Yeter ki yeşerecek bir imkan bulsun. Küreselleşme ile dünyanın birbirine açıldığı, “katı olan her şeyin buharlaştığı” günümüzde bu artık bu daha iyi anlaşılıyor. Peş peşe yayımlanan popüler bilim kitaplarını, tematik yayınları başka nasıl açıklarız? İşte Claude Allegre’nin kitabı da bunlardan biri. Allegre dünya çapında bir bilim adamı. Üç büyük akademinin üyesi (Fransız Bilimler, ABD Ulusal “National Academy” ve İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisi). Paris VII- Denis Diderot Üniversitesi ile Institut Universitaire de France’de profesör. “Herkese Biraz Bilim”i ise “kitleler tarafından açıkça yerilen ya da en azından unutulup bir kenara konulan” bilimi ve kazanımlarını herkese anlatabilmek için yazmış. Yani bu, asla ve asla teknik bir yapıt ya da ders kitabı niteliğinde değil. 21. yüzyılın sıradan insanına yönelik yazılmış bir genel kültür kitabı. Ama bir o kadar da keyifli. Kitapta en çok yer verilen bilim türü fizik. Kimyaya, astronomiye, biyolojiye ise daha az yer verilmiş. Bunun nedenini ise yazar şöyle özetliyor: “Bilimsel girişimi başlangıçta fizik beslemiştir. Matematik bilimin ayrıcalıklı dili ise fizik ana maddesidir.” Temel buluşların, bilimsel düşüncenin ilerleyişindeki önemli kırılmaların, bilim adamlarının hikayelerinin çarpıcı bilgiler ve keyifli bir dille anlatıldığı kitap, tüm aile fertlerinin okuyacağı nitelikte... *** Mors Alfabesi’nden Maya Bilmecelerine şifrelerTam adında “İşaretler, Semboller, Kodlar, Gizli Diller” ön başlığının olduğunu söylersek, nasıl bir kitaptan bahsettiğimizi daha iyi anlayacaksınız. Yani bir harf olarak gördüğümüz bir sembolün ardında saklı olan gizli tarihi ya da bir paranın üzerinde yer alan, sıradanmış gibi görünen bir binanın “temellerini” anlatıyor. Bu yüzden bu kitap için “Bir şifre kırıcı” dersek yanlış olmaz. Hiyerogliflerden Mors Alfabesi’ne, sayı sistemlerinden Maya Bilmecesi’ne kadar tarihin hem göz önünde olup fark edilmeyen hem de sıkı sıkı gizlenen şifrelerini anlatan bu “Şifreler Kitabı”, kendisini de deşifre etmeyi ihmal etmemiş. ISBN’ini, barkodunu, sırtını, telif haklarını tek tek analiz etmiş. Böylece bize, her gün kullandığımız pek çok ürünün, biz farkına varmasak da şifreleri olduğunu işaret etmiş. ***Üstün yetenekler nereye kadar gizlenebilir? “Sır”, üstün yetenekli ve uluslararası düzeyde ünlü bir “çalgıcı” ile üstün yetenekli ama hiç kimsenin tanımadığı, sanatını dört duvar arasında icra eden, böyle yaşamayı seçmiş bir başka “çalgıcı”nın öyküsü üzerine kurulu. Ancak tabii ki bu bir Enis Batur metni... Yani her zamanki gibi okuru pek çok edebi oyun ve sürpriz bekliyor. Mesela romanın sonuna doğru asıl kahramanın, o ana kadar okuduğunuz kişilerin dışında hem de sizin tanıdığınız birisi olduğunu fark edeceksiniz.

Devamını Oku

Satırarası okumaları

25 Eylül 2009

Bir türlü okumaya cesaret edemediğiniz kitapları bir kere daha elinize alın, okuyun ve üzerine düşünün belki de bir hazinedir. Ve size çok şeyler anlatır...Yitirilmiş bir cennetin kehaneti Bazı kitaplar ışıl ışıl ama bir o kadar da dalgalı denize benzer. Öğle sonrasıdır, ışık kırılmış, sahilin biraz uzağında suyun üzerinde kıpır kıpır oynamaktadır. Öyle davetkârdır ki, az sonra denize gireceğinizi düşününce soluğunuz kesilecek gibi olur. Ama daha adımınızı attığınız an, kıyıya vuran kuvvetli bir dalga sizi geri püskürtür. Kös kös gidip yerinize oturursunuz... Ama gözleriniz tekrar o ışık oyunlarına takılmaya başlar. Bir kez daha hamle yapar ve yine güçlü bir dalga ile karşılaşırsınız. Artık deniz sadece zihninizde uyanan bir arzu değil aynı zamanda bacaklarınızı, kollarınızı yalayıp geçmiş, sıcaklığını hissettirmiş bir anıdır. Sonra bir an gelir kendinizi birden sulara bırakıverirsiniz. Tüm dalgalar kıyıda kalmış ve siz ışık oyunları ile baş başasınızdır. İşte Alvaro Mutis’in “Son Rıhtım” isimli romanı (alt tarafı 88 sayfa) ile altı aydır yaşadığım bu. Sonra anladım ki, beni sahile atan o cümleden başkası değilmiş, günlerce aklımda dolaşıp duran: “Birbirimizi son kez gördüğümüze dair bir belirti yoktu ama bir şey bana bu oyunun devam edemeyeceğini gösteriyordu gibi.” Ama bu bayram, artık nasıl olduysa oldu, o ilk dalgaları atlattım ve unutamayacağım okumalarımdan birini yaptım. Anlatıcının dilinden aktarılan roman aslında kirli, paslı, yıllanmış bir yük gemisinin hikayesi... Sonra görüyorsunuz ki aynı zamanda iç sızlatan bir aşk öyküsü de barındırıyor. Doğulu bir kadının iç dünyasını, Batı ile olan yüzleşmesini, cinsel evrimini ve huzuru keşfini de... Bu yüzden bana bu romanın ana kahramanı kim diye sorarsanız, susar kalırım. *** Yeniden DavaNTV Yayınları çizgi roman klasiklerinin ikinci kitabı olarak Kafka’nın “Dava”sını yayımladı. Böylece pek çok kişi “Dava” ile tanışmış oldu. Ama Kafka’nın “Dava”sını anlamak için orijinal metni (Ahmet Cemal çevirisi Oxford mentidir) okumanın şart olduğunu söylemeye gerek yok. “Joseph K. bir sabah uyanır ve tutuklanır” diye başlayan bu romanı günümüzü anlamak için de okuyabilirsiniz. Zira Joseph K’nın tutuklandığında “Nasıl olur da beni tutuklarlar, ben bir şey yapmadım?” diye isyan etmek yerine “Acaba ne suç işledim?” diye düşünür. Joseph K. sizce yanlış mı düşünüyor, özgüveni mi eksik? Bunu demeden önce, bir suçla itham edildiğinizdeki ilk tepkinizi bir hatırlayın.

Devamını Oku

Edebiyatın dev çınarı Yaşar Kemal’in hayatından kesitler

18 Eylül 2009

Onlar bizler için fikri merak edilen, duruşu olan kişilerdir. Hele söz konusu Yaşar Kemal’se. Çünkü onu açlık grevlerinde arabulucu olarak da gördük, Kürt meselesi hakkında “en cesur” açıklamaları yapan kişi olarak da. Nitekim bu konudaki görüşlerinden ötürü yargılanırken de... Yaşar Kemal bu duruşunu sanat ve sanatçılar üzerine yaptığı konuşmalar ve yazılarla da gösterdi. Alpay Kabacalı’nın onun röportajlarından, konuşmalarından, yerli ve yabancı basında çıkan makalelerinden derlediği “Binbir Çiçekli Bahçe” kitabında yer alan sanatçı portrelerindeki gibi. Abidin Dino’dan Ara Güler’e, Orhan Kemal’den Zülfü Livaneli’ye kadar pek çok kişi hakkında yazdığı bu portreleri “Yaşar Kemal’in anıları”ndan kesitler diye de okuyabilirisiniz, onun sanat ve edebiyattan beklentisi olarak da...Orhan Kemal üstüne anılarBir insanı anlatmak zor bir iş. Bütün yönleriyle anlatmaya uğraşmak zorun zoru. Bu adam Orhan Kemal olunca iş daha da zorlaşıyor. Bir adamı anlatırken onun bir tek yönünü alıp üstünde durmak, yazarın, sanatçının, anlatıcının işini epeyce kolaylaştırır. Benim en kolay anlatabileceğim insanlardan biri de Orhan Kemal’dir. Onu tam 23 yıldır tanıyorum. Tanımadan önce ününü duymuştum. Bu ünün yazarlık ünü olduğunu sanmayın. Orhan Kemal, benim gençlik yıllarımın Adanası’nın en ünlü futbolcusuydu. Adana karmasında santrfor oynamıştı. Beş yıldır Adana’dan ayrı, hapiste olmasına karşın ünü daha dillerdeydi...Çağın ustasıBir türkü 40 bin yıl su altında kalıp arınmış bir çakıl taşı gibidir. Büyük halk kitleleri türkülerini yüzyıllar ötesinden alıp işleye işleye, süreler üstünden aşıra aşıra günümüze getirmiştir. Türküyü her insan söyler, her insan söylerken de türküyü kendince bir kere daha yaratır. Zülfü Livaneli gibi çağın ustaları da insanlığın türkülerini sürdürmeleri için onlara yardımcı olacaklardır. Zülfü Livaneli büyük halk gibi, halk ustaları gibi türküyü kanıyla, yüreğiyle söyler. Bir gün yüreği dört okka ‘Zülfü Livaneli’lerle birlikte tekmil halkımız, sağlıklı bir ortamda türkülerimizi büyütecek, söyleyecek, zenginleştirecektir. Zülfü’nün güzel, yürekten, kanından gelen usta sesi halkımızın, insanlığımızın sesidir. Zülfü bir türküler yorumcusu olduğu kadar besteler yaratıcısı, ustasıdır da... Zülfü’nün bu yönü, yorumculuğundan çok daha önemlidir. O, çağımızın özgün müziğini yaratanlardan birisidir...Küsmeyen resimlerDeniz Küstü romanını bitirdikten sonra resimlemesi için onu Abidin Dino’ya gönderdim. Bu bir seçmeydi, hem de uzun uzun düşünülerek yapılan bir seçmeydi. Eğer Abidin Dino olmasaydı Deniz Küstü’yü resimletmek aklımın köşesinden bile geçmezdi. Birtakım romanları resimlemek, dünya edebiyatının bir geleneğidir ya, çağımız genellikle bu işi unutmuşa benziyor. Romanı Abidin Dino’ya gönderirken olacağı aşağı yukarı biliyordum. Dino bütün anlamıyla bir İstanbul sevdalısı, bir İstanbul delisidir. Arif Dino onu bir keresinde şöyle anlatmıştı. O, demişti, iki yıl bir uyurgezer gibi, gözleri ardına kadar açılmış, şaşkın, hayran, İstanbul’un taşına, her toprak parçasına, her yaprağına, denizin her damlasına, rengine, gündüzünün gecesinin en küçük ayrıntısına kadar bakarak dolaştı. Ben ona bir şeyler oldu sanmıştım, neyse ki iki yıl sonra azıcık kendine gelip resim yapmaya, bir işler tutmaya başladı da kendine geldi.Abidin Dino bir yenilikçi ya da bir doğa sevdalısı“Abidin Dino bir yenilikçi” dedim ama bu Abidin Dino’yu bütünüyle anlatabiliyor mu? Abidin Dino çok zengin bir kişilikti. Resme, yazıya birçok yenilikler getirmişti. Halkın tüm zenginliklerine erişebilmek için büyük bir çaba içindeydi. Abidin Dino dünyaya hayran gözle bakan bir kişiydi. Dünya onun için her şeyiyle bir tansıktı. Ovada gün altında ışıldayan taaa uzaklara giden ekinlerin kıvılcımlı ışık sellerine, koyaklarına gölge vurmuş Toroslar’ın uçuk mavi, mor, bakır rengi doruklarına, yamaçlarına, bir tapınmada gibi kıpırdanmadan bakardı. Doğa onun için yaratıcıydı. Ağabeyi ressam, şair Arif Dino’ya göre bir doğa sarhoşuydu. Ben de onun ekin tarlalarında, renk renk çiçeğe durmuş, kar yağmış gibi pamuk açmış pamuk tarlaları ortasında durup, başka bir şeyi görmeden, başka bir yere bakmadan kıpırdamadan yöresini seyrettiğini çok gördüm. Abidin Dino, paşa konaklarının dünyasından gelip halkın bütün zenginliğine ulaşmak isteyen büyük bir ustaydı. Yenilikçi sanatın başında ya da içinde her zaman Dino olmuştur.Mehmed Uzun’un tabutu başındaBu kadar zorluklar içinde başeserler yazmak, Mehmed gibi insanların işidir. Dili yaratmak destancıların, aşıkların işidir. Özellikle de yazarların işidir. Mehmed’ten sonra Kürtçe’nin yazarları yetişecek, Kürt dilini onun gibi yaratacaklar. Çünkü Mehmed modern Kürt romanını yaratmış büyük ustadır. Mehmed Kürt diline, roman dilinin dikenli yolunu açmıştır. Bu, bir kültüre büyük katkıdır. Yüzyıllarca dengbejlerin dillerinden düşmeyen destanlar, Kürtlerin erişilmez güzellikteki şiirleri belalara uğramış, sönmeye başlamışken, alın size çağımızın Kürtçe romanını. Bu romanlar yalnız Kürtçe’nin romanları değil Türkiye’nin romanlarıdır da. Mehmed’in romanları pek çok dünya diline de çevrilmiştir.

Devamını Oku

Tatil öncesi kitap önerileri

11 Eylül 2009

Hikaye içinde hikaye arayanlara...“Şeytan Ayetleri” ile yasaklı ve tartışmalı yazar olarak anılan, “Gece Yarısı Çocukları” ile dünyanın en prestijli ödüllerinden Booker’ı kazanan Salman Rushdie’nin yeni romanı “Floransa Büyücüsü”, 15 ve 16. yüzyıl Floransa’sında ve Hindistan’ın Mughal İmparatorluğu’nda geçen bir tuhaf aşk hikayesi... Rüşdi’nin “Bu kitabı yazmak için yıllarca okuyup araştırma yapmam gerekti” dediği roman, Mughal İmparatorluğu’nun sarayında başlıyor. (Bizim Babür İmparatorluğu dediğimiz.) İmparator Ekber’in sarayına sarı saçlı, genç bir Avrupalı gezgin gelmiştir. Kendisine “Mogor dell’Amore” diyen bu yabancı İmparator Ekber’le akraba olduklarını iddia eder ve bunu kanıtlamak için de bir hikâye anlatmaya başlar. Hikâye Ekber’in büyükbabası Babar’ın kız kardeşi, kayıp Babür prensesi, Qara Koz hakkındadır. Tıpkı “Bin Bir Gece Masalları”ndaki Şehrazat’ın anlattığı masaldaki gibi hikaye içinde hikaye barındırır... Öyle ki, kimi zaman işin içine Amerigo Vespucci de girer Raffaello da... Anlayacağınız, Salman Rushdie, bu romanında Doğu masallarının kurnaz ve keyifli üslubunu bol bol kullanmış. Nitekim bu yüzden de romanla ilgili çıkan yazılarda “klasik tarihi roman” demek yerine “post-modern kurmaca bir eser” tanımı tercih edilmiş... Farklı ve renkli anlatıcılar, gezginler, serüvenciler tarafından anlatılan hikayeler barındıran roman, özellikle Salman Rushdie okurlarının ya da eğlenceli, tarihten beslenen, hikaye içinde hikaye sevenlerin kaçırmaması gereken bir okuma şöleni...Her daim aşk, her daim Jane Austen sevenler içinİki yüzyıllık bir geçmişi var Jane Austen romanlarının. Pek çok filme, tiyatro oyununa uyarlanan bu romanlar, pek çok esere de ilham verdi (Buna “Bridiget Jones’un Günlüğü” gibi modern kitaplar da dahil.) Kahramanları hep ölümsüz aşkı aradı ama “yanlış anlamalar”dan ötürü bir türlü kavuşamadı. Ancak bu klişe konularına rağmen, hangi ülkeden, kuşaktan, eğitim seviyesinden ya da meslekten olursa olsun okur buldu kendine. “Gurur ve Önyargı” da bu romanlardan biri... Ancak size, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan baskısını önermek isterim. Çünkü bu bir Hamdi Koç çevirisi. Bunun güzel bir çeviri olduğundan beni de Selim İleri haberdar etmiş, “Bildiğinin dışında bir Jane Austen okuyorsun” demişti. İnsan okurken kendini bir anda 18. yüzyıl İngiltere’sinde sanıyor. Austen’in “Gurur ve Önyargı”sı kalbi kırık aşıklar için tatlı bir teselli olabilir... Tabii onları terk eden zalim sevgililere de kaçırdıklarını anlamaları için bir fırsat!Lig başladıİslam Çupi’nin 1957’den 1981’de başlayan Milliyet dönemine dek yazdığı yazılardan keyifli bir derleme. Her biri drama tadındaki maç hikâyeleri, dönemin spor yıldızlarının ve parlayan takımlarının portreleri, dünya futboluna dair gözlemler... Futbol ve spor ortamı hakkında taşlamalar... Ve tabii eski İstanbul sahneleri... Futbola, estetik değerler yüklemeye çalışarak, sevgiyle, muhabbetle bakan bir yazarı ve böylesi bir futbol hayalini özleyenler için... İletişim Yayınları, Futbol Kitapları dizisinde, Türk futbolunun bu güzel insanının seçme yazılarını üç kitap halinde yayımlıyor.

Devamını Oku

Sonbahar kitapları

4 Eylül 2009

Unutmak ve unutturmak üzerine...Üniversite son sınıf öncesi... Tarih düşmek gerekirse; 1995 yazı. Bir sene sonra okul bitecek. Tedirginlik içindeyim. Ne yapacak, nerede çalışacağım? Bilmiyorum. Tek bildiğim sabah 9, akşam 7 çalışılan düzenli bir iş istemediğim. Bu dönemimde tanışmıştım, Oya Baydar’la... Türk Tarih Vakfı sendikacılık ansiklopedisi hazırlıyordu ve gençlere kapıları açıktı. Oya Baydar bizimle o kadar şefkatli, kucaklayıcı konuşmuştu ki, birkaç satırlık ansiklopedi maddesi için günlerce kütüphanelerde çalışmıştım. Baydar’ın objektiflik kaygısı da dikkatimi çekmişti. Baydar’a, okuldaki hocaların çifte standardından, sol görüşe olan alerjilerinden bahsettiğimizde de “Ben derslerimde hep iki tarafın da görüşlerine yer vermeye çalışırdım” demişti. Oysa Baydar, sırf sosyalist olduğu için 12 Mart’ta tutuklanmış dahası 12 Eylül’le birlikte yurt dışına kaçmış ve 12 yıl sürgün yaşamış, 1992’de ülkeye dönmüştü. Bu nedenle yeni romanı “Çöplüğün Generali”ni merakla okuyorum. Zira bu roman Türkiye’yi ikiye bölen, insanları kutuplaştıran bir başka meseleyi Ergenekon Davası’nı ele alıyor. Günün birinde, çöplüklerde, boş arazilerde gömülüp bırakılan bombaların, mermilerin bulunmasını ve tüm bunların bir yazarın dikkatini çekmesini... Ama roman tüm bunlara unutmak üzerinden yaklaşıyor. Zira “büyük deprem” den sonra kurulan “Yeni Kent”te yaşayanlar, 3 maymun virüsü (3m) ile hiçbir şey hatırlamıyor. Çöplükte yaşayan sağır ve dilsiz bir çocuk hariç... İşte romanın kahramanı yazarın, bu çocukla tanışması ile biz de Türkiye siyasi tarihini eşelemeye başlıyoruz. Peki ne mi buluyoruz? Tabii ki sadece çöp!Yalnızlığın romanıyla 3 milyon sattıİsmiyle tuhaf bir sürpriz yaptı bu roman bana. Çünkü tüm zorluklara, travmalara rağmen kendine bir hayat kurabilmiş, bir varlık olabilmiş olan kişilerin yalnızlıkları için ben de bu deyimi kullanırdım. Derdim ki, “Biri olurken o kadar çok uğraşırız ki sonunda başkasına bölünemez, kendimizde bir başkasını taşıyamaz hale geliriz. Tıpkı asal sayılar gibi...” Bu nedenle, Paolo Giordano’nun romanını görür görmez okumaya başladım. Bir kere kahramanları çocukluk travmalarının gölgesinde yaşayan iki kişilikti. Alice, kayak kazası geçirmiş biri. Ölümden dönse de kazanın onda derin izleri kalıyor. Mattia’nın travması ise engelli kız kardeşinin kaybolmuş olması. Bu iki dram dolu hayat bir araya gelip birbirlerini sarılıp yaralarını sarmaya çalışıyorlar. Yani roman, başkasını taşıyamayan iki ruhun, iki asal sayının yalnızlığını anlatıyor. Bu yüzden olsa gerek, sadece 1982 doğumlu olan yazarın hem de ilk romanı “Asal Sayıların Yalnızlığı” yayımlandığında İtalya’da üç milyon sattı.Bukowski’den yeni Türkçe şiirlerBu sıralar internet’te (özellikle facebook’ta) Bukowski’nin bir videosu dolanıyor. Ve izleyen karnına yumruk yemiş oluyor. Çünkü videoda Bukowski içkiden ve sigaradan çatallanan sesi ile “Mavi Kuş” şiirini okuyor. En küçük duygusallığa, acınmaya, göz yaşına yer vermeyen ama bir o kadar da ağlamayı önemseyen bir şiir bu. Bu sayede “Mavi Kuş”tan haberdar olanlara müjde... Bukowski’nin kitaplarını yayımlayan Parantez Yayınevi bu kez yazarın Türkçe’ye çevrilmemiş öykü ve şiirlerini bastı. Umarım yakın zamanda bu kitaptaki bir şiir de internet ortamında dolanmaya başlar.

Devamını Oku