Bir ihtimal daha var o da Shakespeare mi dersin?“Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin.” Shakespeare’nin ünlü “To be or not to be”sini Can Yücel, “Olmak ya da olmamak” klasik çevirisinin dışına çıkıp bu şekilde Türkçeleştirmişti. Bu nedenle ne zaman, çeviriyle ilgili bir tartışma söz konusu olsa ve “Önemli olan bir cümleyi, metni bire bir çevirmek değil, onun Türkçe karşılığını, uyarlamasını bulmaktır” denmek istense hep bu çeviri örnek gösterilir. NTV Yayınları’ndan çıkan çizgi roman “Macbeth”i ve Everest Yayınevi’nin yayımladığı Manga Shakespeare’leri görünce de aklıma Can Yücel’in bu çevirisi geldi... Çünkü bu çizgi romanlar da aslında birer çeviriydi. Ama bu kez bir dilden dile değil türden türe çeviri söz konusu. Yani dünyanın en ünlü tiyatro oyunlarının çizgi romana uyarlanmış halleri... Peki, bir anda dikkatleri üzerlerine çeken bu çeviriler nasıldı? Klasik metinler korunarak sadece resimlenmiş miydi yoksa çizgi roman türüne göre bir uyarlama mı söz konusuydu? Can Yücel’inki dildeki çevirisi neyse Manga Shakespeare’ler de öyle... Bundan kasıt kahramanlarının birer manga klasiği olan iri gözlere sahip olması değil. Hele “Romeo ve Juliet...” Tam bir uyarlama... Bir kere günümüzün modern Japonya’sında, Tokyo’da geçiyor. Birbirine düşman aileler de kan davalı iki Yakuza ailesi... Romeo bir rock idolü, Juliet ise bir Shibuya kızı... Bizim Bağdat Caddesi kızlarımız gibi... “Hamlet”te ise orijinaline daha bağlı kalınmış. Annesini baştan çıkaran ve aynı zamanda babasının da katili olan amcasının maskesini düşürme derdinde olan Hamlet yine bir Danimarka prensi. Ancak bu kez yıl 2017 ve küresel iklim değişikliği ile dünya perişan olmuş durumda... Buradan sonrası ise bildiğimiz hikayenin Japon çizgileri ile buluşmuş keyifli hali... NTV Yayınları’ndan çıkan “Macbeth”in çizgileri ise Amerikan tarzı... Ancak hikaye biraz hızlı akıyor, daha önce “Macbeth”i okumayanların asıl temaları yakalaması biraz zor. ma yine de Shakespeare’in en ünlü klasiklerinden birinin çizgiyle buluşmuş olması bile başlı başına okumak için yeterli bir neden.Geçmişinizden sıkılmadınız mı?İsviçreli yazar Stamm’ın romanı, aslında hepimizin başına gelen, gelebilecek bir meseleyi ele alıyor. “Bir gün aniden ölümcül bir hastalık kapımızı çalarsa ne yaparız” sorusunun yanıtını... Her şeyi sorgulamaya başlamamızı, eski defterleri karıştırmaya, kapanmamış hesapları bitirmeye çalışmamızı... Zamanı durdurabilmek için anılara sığınmamızı, onlara fazlasıyla değer vermemizi ve sonra gerçekle karşılaştığımızda geçmişin aslında bir kurgu olduğunu görmemizi. Ve elimizde kalanın her zamanki gibi sadece ve sadece bir “şimdiki zaman” olduğunu fark etmemizi... Stamm’ın kitabı çarpıcı bir konuya sahip, geçmişte dolananların bugününü fark etmeleri için iyi bir okuma olabilir.Son 50 yılda yaşadığımız değişimKomünizmin kimine göre bitmesi kimine göre uykuya yatmasını “Tarihin sonu mu” sorusuyla karşılayan Fukuyama “Büyük Çözülme” de, sanayi ekonomisinden bilgi toplumuna geçtiğimiz içinde bulunduğumuz dönemi artan boşanmalardan, suç oranlarından uyuşturucu bağımlılığından ve yükselen toplumsal karmaşadan hareketle ele alıyor ve buna rağmen gidişatın “Neden iyiye doğru gittiği gibi bir izlenim verdiği”ni yorumluyor. Son elli yılda yaşadığımız değişimi anlamak ve değiştirmek isteyenler için...
Hıfzı Topuz’un romanı “Abdülmecit:İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl”da Abdülmecit’e, “Bana Modern Türk’ün Tarifini Yapabilir Misin Kaan”da Türk olmaya, “Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayatı”ında bir fotoğraf üstadına farklı perspektiflerden bakacaksınız.Harcanan bir yeteneğin hikâyesi...“Meyyale”, “Hatice Sultan”, “Paris’te Son Osmanlılar”, “Gazi ile Fikriye”... Hıfzı Topuz, tarihî romanlarında hep gerçek kişiliklerin hikâyelerini anlattı ve her seferinde bizleri şaşırtmayı başardı. Mesela “Gazi ile Fikriye”de Atatürk ile Fikriye’nin imam nikahı kıydıklarını o ortaya çıkardı. Yani Atatürk’ün ilk eşinin Fikriye olduğunu... Hıfzı Bey’in romanlarını diğer tarihi romanlardan ayıran da işte bu. Çünkü uzun yıllar gazetecilik yapmış biri Hıfzı Bey. Yani “Bu kitabı diğerlerinden ayıran ne, farklı ne söylüyor?” sorusunu sormaktan çekinmeyen, dahası bunları titiz araştırmalarla ortaya koyan... Tabii burada Hıfzı Topuz’u öne çıkaran bir diğer önemli faktör daha var, o da kökleri saraya uzanan bir aileye mensup olması, yani pek çok anıya, belgeye, fotoğrafa, mektuba sahip olması ya da bunlara ulaşabilmesi... İşte, Hıfzı Bey’in son romanı “Abdülmecit: İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl” da onun bu özellikleri üzerinde keyifle yükselmiş. Hıfzı Bey, 31.Osmanlı padişahı olan Abdülmecit’in hikâyesini kaleme alırken hem titiz araştırmalar yapmış hem de ailesinden dinlediği hikâyelerden yararlanmış. Zira “Meyyale” romanının kahramanı olan anneannesi, Abdülmecit’in yaveri Hüseyin Şerif Paşa’nın gelininden başkası değildir. Yani Şerif Paşa, Hıfzı Topuz’un büyük dedesi... Hatta çocukluğu anneannesinden Şerif Paşa’nın anılarını dinleyerek geçmiştir. Nitekim Şerif Paşa’nın büyükbabasına ve anneannesine yazdığı mektupları bulması bu romanın yazılmasında büyük rol oynamış. Bu nedenle Hıfzı Topuz’un “Abdülmecit” romanı, tarihi roman sevenler için iyi bir okuma. Bu romanda sadece Osmanlı’nın son dört padişahının babası olan 31. padişahın hikâyesini değil, aynı zamanda Tanzimat’ın ilanını da okuyacaklar. Bu toprakların Batılılaşma çabalarını, bunların insanların hayatlarında bıraktığı izleri... Ve ayrıca ressam olmak isterken devlet işleri yüzünden harcanan bir yeteneğin de hikâyesini...Zekâ ve mizahın buluştuğu kitapUzun zamandır okumak istiyordum Vivet Kanetti’nin romanını. Ancak ne zaman elime alsam, araya başka bir iş giriyor, ben de tekrar başucuma koyuyordum. İstiyordum ki Kanetti’nin uzun zamandır üzerinde çalıştığını bildiğim romanını gazeteci gözüyle değil de onu özleyen bir dost ve iyi bir okur olarak okuyabileyim. Nihayet, bu hafta bu özlemime kavuştum. Ve hemen anladım ki kendi okumalarıma daha çok vakit ayırmalıyım. Çünkü romanın her satırında yine Vivet’in müthiş zekâsı, mizahı vardı. Mesela kimi zaman gülmekten yüzüm kasıldı. Ama söz konusu Vivet’in ironik anlatımı olduğu için bu gülümsemeler sık sık yerini bir hüzne bırakabiliyordu. Çünkü okuduğunuz her şey Türkiye, yani trajikomik hâlimizdi. Medyanın ne yaptığını bilmez hâlde panik atakları... AB ile olan anlat anlat bitmez ilişkimiz. Aşkımız, nefretimiz, gücümüz, güçsüzlüğümüz... Bilinçaltımızın en titrek korkuları... Ve tabii “modern Türk’ün imkansız tarifi...” Henüz bitiremedim ama “Bana Modern Türkün Tarifini Yapabilir misin Kaan”ı çok sevdim. Okumam gereken da çok sayfa ve geri dönüşler var. Zira bu kitap öyle “Tek bakışta okunan, sonra da bitti” denilen kitaplardan değil.Ara Güler’in 80 yıllık tarihiFotoğrafın efsane ismi Ara Güler’in biyografisini aynı zamanda Türkiye’nin 80 yıllık tarihi olarak da okuyabilirsiniz. Ne de olsa Ara Güler çektiği her kare fotoğrafla sadece Türkiye’nin de değil; dünyanın bir anını, bir zamanını, bir dönemini tarihe düştü. Onun fotoğraflarına baktığımızda acıları da gördük başarıları da... İşte bu nedenle Ara Güler’in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olayları kronolojik bir sırayla anlatan 343 sayfalık “Foto Muhabiri” adlı kitapta onun hikâyesi hep başka hikâyeleri açılıyor olacak. Büyük ustayı yakından tanımak isteyenlerin muhakkak okuması gereken bir kitap... Tabii isteyen her şeye rağmen hayallerin nasıl gerçekleştirilebildiğini görmek için de okuyabilir... Yani Türkiye gibi bir az gelişmiş ülkeden hiçbir destek görmeden dünyaya açılan bir yeteneğin sırrını anlamak için...
Bir çocuğun gözünden savaş yıllarıSasa Stanisic 1978 Bosna Hersek doğumlu. 1992’den beri de Almanya’da yaşıyor. Bir ilk roman olan “Asker Gramofonu Nasıl Tamir Eder?” isimli romanı ise çok çarpıcı... Romanın kahramanı Aleksandar Krsmanovic isimli bir öğrenci. Ama o kendisini biraz daha detaylı tanıtıyor: “Öğrenci, torun, mülteci, uzun saçlı, koca kulaklı, hatıraların peşinde. Bir kızı arıyorum. Asija’yı. Yugoslavya bölündü, parçalandı. Dostluk öldü, yerini kan aldı. Ortodoks Sırp bir babanın, Bosnalı Müslüman bir annenin çocuğu olarak ben arada kaldım. Ve gözlerim çok şey gördü. O yüzden, askerlerden nefret ediyorum. Ölümden nefret ediyorum. O yüzden, her şey eskisi gibi, sevdiğim gibi olana kadar ve aşkımı bulana kadar tamamlanmamış resimler yapıyorum. Benim adım Aleksandar Krsmanovic. Ben tamamlanmamışlığın şef yoldaşıyım.”Ne kitapsız oluyor ne de kedisizNe kitapsız ne kedisiz demiş Bilge Karasu... Türk edebiyatına baktığımızda yazarların kedici olduklarını görürüz. Tomris Uyar’ın İran kedisi vardı, rahmetli Orhan Duru ve Sezer Duru’nun da... Peki Türkiye’nin en yaratıcı insanlarını peşinden koşturan bu yaratıkların sırrı ne? Hayır, “Yazarlar ve kediler arasındaki bu gizemli ilişkiyi” anlatan bir kitap çıkmadı. Ama yıllardır aklında bu soruyu çevirip duran biri olarak “Meraklısına Kedi Bakımı” kitabının arka kapağını okur okumaz aklıma bunlar geldi. Belki farklı bir okuma bile buna yanıt bulabilirim dedim. Çünkü ilk cümle şuydu: “Doğru kediyi seçmek, kedinize sağlıklı bir yaşam sunmak, onu anlayabilmek ve eğitebilmek için yapmanız gerekenleri anlatan bir başvuru kitabı.”En değerli kaynağımız su tehlike altındaBuzun suya, suyun buhara dönüşümü belki de en güzel sonsuzluk metaforlarından biridir. Ama bugün bu güzel metafor bile küresel ısınma ile tehlike altında. Artan nüfus, enerji kaynaklarına olan bağımlılığı artırdıkça an değerli kaynağımız tehlike altına girdi; su. Su hayattır. Ne yazık ki, tüm dünya olarak, tek bir kuyudan beslendiğimizin bile farkında değiliz. Devasa küresel kuyudan... Dünyanın bir yerindeki bir yeraltı kaynağının kuruması o devasa kuyuya giden akan bir musluğun kapanmasından farksız çünkü. Hepimiz aynı musluktan su içiyoruz... Peki onu nasıl koruyabiliriz? İletişim Yayınevi’nden çıkan “Tek Kuyu” dünya üzerindeki suyun şaşırtıcı öyküsünü anlatırken bu önemli soruya da pek çok ilginç bilgi ile yanıt arıyor. Baştan başa resimlerle dolu olan “Tek Kuyu” içerdiği bilgilerle bizi sadece bilgilendirmiyor aynı zamanda okurları “doğru” davranmaya ilişkin bir eyleme de çağırıyor.
Göğüslerin bilinmeyenlerini “Memelerin Tarihi”nden, uykusuzluğunuzun nedenlerini “Uykusuzluk”tan ve yeraltı kültürünü Vladimir Makanin’in romanından öğreneceksiniz.Vücudumuzu tanıyalımHer ne kadar “Türkiye’de artık kitaplar yasaklanmıyor” dense de ne yazık ki durum hiç de o kadar güzel değil. Bundan kastım sadece Nedim Gürsel ya da Nedim Şener hakkında açılan davalar değil. Yayın politikasını çok beğendiğim ve bir butik yayınevi olan Sel Yayıncılık’ın “CinSel Kitaplar” dizisinden yayımlanan kitaplara açılan dava gibi... Umarım bu dava da kitapların özgürlüğü ile sonuçlanır. Çünkü son derece özel bir seri... Cinselliği tarihiyle, farklı kültürlerde yaşanış ve algılanış biçimiyle ele alan ama en önemlisi cinselliğin sadece belden aşağı bir şey olmadığını anlatan kitapları içeren... Bu dizinin son kitabı ise, özellikle biz kadınların okuması gereken bir kitap; “Memelerimin Tarihi.” Kadın sorunlarını ele alan kitaplar ve çalışmalarla tanınan Cezayir asıllı Monique Ayoun’un kendi tarihinden, deneyimlerinden hareketle yazdığı kitap, çocukluktan genç kızlığa geçişin en önemli göstergesi sayılan memeleri sadece bireysel değil toplumsal bir olgu olarak ele alıyor. Bunu yaparken de son derece keyifli ve kimi zaman eğlenceli bir dil kullanıyor. İri memelerden küçük memelere, sutyen alışverişlerinden, süt emzirmeye kadar kadın bedeninin bu çok özel organlarını anlatan kitapta memeler sadece bir tahrik unsuru olarak yer almıyor. Hatta kitap, erkekler için en tahrik edici uzuvlardan olan memenin buna rağmen nasıl kutsallaşabildiğini de ele alıyor. Bence okuyun, en azından insan bedeninin ve organlarının bir tarihi olduğunu, dahası devasa kültürler yarattığını fark edersiniz...Uykusuzluğun tarihi nerede başlar?Artık uyku ilacı kullanmak son derece sıradan... Çünkü büyüyen şehirlerle geceler her geçen gün daha ışıltılı ve parlak. Zaman sınırı kalktı, mekan da. İstanbul’da yaşayan biri gece yarısı ABD’deki arkadaşıyla iletişim kurabiliyor. Gün ışığından faydalanmak için geceleri uyuyup gündüz yaşadığımız ve çalıştığımız günler geride kaldı bile. Bu da yanında uykusuzluk gibi ciddi sorunları getiriyor. Sürekli hareket halinde olunan bu dünyada beyinlerimizi kapatmak her geçen gün daha zorlaşıyor. Eluned Summers-Bremner’in “Uyukusuzluk” isimli son derece çarpıcı bu kitabını okuyunca anlıyorsunuz ki, bu sorun aslında bin yılların derdiymiş... Zira kitap uykusuzluğun izlerini Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında da, Mezopotamya’nın ünlü destanı Gılgamış’ta da sürüyor. Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa edebiyatlarında da...Peki nedir bu sorunun kaynağı? Bizlere güzel bir gün batımı yerine bir çit üzerinden koyunlar atlattırarak çare aradığımız bu sorunun kökeninde ne var? Açıkçası yanıtı oldukça karmaşık. Bunun için yine kültürlere bakmak, onları anlamak ve yorumlamak gerekir. Tıbbın yorumu ise derin bir psikolojik ya da fiziksel hastalık belirtisi olduğu yönünde. Mesela Ortaçağ ve Rönesans hekimleri ve düşünürleri uykusuzluğu kara sevdanın, hüznün, hatta deliliğin göstergesi olarak tanımlamış. Günümüzde de tıp, travma sonrası stres bozukluğuna hatta akıl hastalığına bağlıyor...Kitabı okuyunca görüyorsunuz ki, tarihin farklı dönemlerinde, farklı coğrafyalarda da olsa “uykusuzluk” hep bir sorun olarak algılanmış ve buna göre yorumlanmış. Kısaca, kronik hastalığımızı anlamak okunması gereken bir kitap. Tabii isteyen uyku getirmesi için yatmadan önce de okuyabilir...Modern toplumun PsikolojisiÇağdaş Rus edebiyatının en güçlü isimlerinden biri olan Makanin’in en önemli eseri olarak kabul edilir “Underground ya da Çağımızın Bir Kahramanı.” Varoluş, öz saygı ve özgürlük temalarını nükteli dille işleyen roman, günlerini varoşlardaki bir apartmanda bekçilik yaparak geçiren yazar adayı Petroviç’in hikayesini konu alıyor. Petroviç, başvurduğu yayıncılar tarafından üst üste reddedilmiş bir yazar ve tıpkı akıl hastanesinde aklını yitiren ressam kardeşi gibi dâhilikle delilik arasındaki ince çizgide gidip gelmektedir. Ama Petroviç uzun koridorlarda kendi “ben”ini ararken, başkalarının duvarlarındaki tozlara bekçilik ederken, kanındaki alkol seviyesini gece gündüz yükseklerde tutarken mutludur... Belki de etrafındakilerin hayatın anlamsızlıkları içinde koşuşturup durmalarından ötürü... Kendinden önceki Rus yazarların eserlerine göndermeler de yapan Vladimir Makanin’in yeraltı kültürünü temsil eden anti-kahramanı Petroviç’in realist portresi için “günümüz insan modern toplumun psikolojik düzensizlik ve dengesizliklerini ortaya çıkarıyor” diyebiliriz.
Korku ustasının hikayeleri ciltlendiŞöyle diyor ünlü Fransız şair Charles Baudelaire: “Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli Goethe’den ya da Walter Scott’dan çok daha fazla hoşuma gidiyor. O ve onun gibi özel yapıdaki adamlar için şöyle diyeceğim: Bizler adına acı çektiler.” “Morg Sokağı Cinayeti”ndeki Fransız dedektif Chevalier C. Auguste Dupin’le ile Arthur Conan Doyle’a yani Sherlock Holmes’e esin kaynağı olan Poe sadece korku edebiyatının mimarı olarak anılır. Çünkü ilginç ve sarsıcı hikayeleri aynı zamanda ürkütücüdür de... Dahası ürperten olayları detayları ile anlatır. Ama basit korku öyküleri değildir bunlar. Öyle ki kurguladığı öyküleri ile Batı düşüncesini derinden etkilemiştir. Baudelaire’den Walter Benjamin’e kadar birçok yazar ve düşünür için bir tartışma ve esin kaynağı olmuştur. Onu yıllar sonra bile okunur kılan ise edebiyata getirdiği yeniliklerin yanı sıra okuru kıskıvrak yakalayan, hem de son derece yalın anlatımıyla, üslubuydu. İşte Dost Kitabevi, bir süredir bu çok özel yazarın hikayelerini üç cilt olarak basıyor... Edgar Allan Poe’nun soluk kesen hikayelerini tekrar okumak isteyenler ya da onunla tanışmamışlar için önemli bir fırsat.Kâhinlerin ve büyücülerin en dahisi: Leonardo da VinciŞayet kâhin diye birileri ve kehanet diye bir şey varsa, bence en büyüğü Leonardo da Vinci ve onun hayalleriydi. Aynı şekilde büyücü diye birileri ve büyü diye bir şey varsa yine en büyük Leonardo ve onun insanı büyüleyen eserleriydi...Yoksa nasıl açıklarız onun deniz altında, havada giden araçlar tasarlamasını... Ya da bizlere hâlâ bakmaya doyamadığımız ve her gün yeni sırlar keşfedilen tablolar bırakmasını... Bunun yanında köprüler, su bentleri tasarlarmış olmasını... İnsan vücudunu merak edip otopsiler yapmasını... Resmi ya da gayri resmi tarihin muhakkak bir yerinde adının geçmesini... Rönesans’ın en önemli aydını olup tarihin en büyük komplo teorilerinde en üst mertebelere layık görülmesini... Onunla ilgili anlatılanların, söylenilenlerin hep bir başka anlam daha içermesini... Tablolarının görünen yüzü kadar altındaki katmanlarının da merak uyandırmasını... Tarihin en çok satan romanlarından birinin onun adının taşımasını... Söyler misiniz, tüm bunlar bir kahinin ya da büyücünün işi değilse nedir? Ancak ortaya atılan her yeni bilgi, her yeni senaryo bizi ne yazık ki, Rönesans’ın bu büyük ressamından, bilim adamından, ustasından uzaklaştırıyor. Çünkü komplo teorilerine büyük bir hazine olan efsaneler, onun bilimsel çalışmalarını, resim ve heykel dehasını gölgeliyor. Mona Lisa’nın gizemine ilişkin anlatılan öyküler, resmin sanat değerini ve ustanın diğer resimlerini güzelliğini unutturuyor... İşte Can Yayınları’ndan çıkan ve Bruno Nardini’nin kaleme aldığı “Leonardo da Vinci, Bir Ressamın Portresi” bu bilgi kirliliğine karşı nefis bir çözüm. Çünkü özellikle sanat ve tarih-kültür araştırmaları alanındaki çalışmaları ile tanınan Nardini yayınevinin kurucusu olan Bruno Nardini’nin bu kitabı büyük ustanın hayatını keyifli bir dille ve gerçekçi bilgilerle anlatıyor. Kitap, ayrıca Nardini’ye şöhret getiren iki biyografiden, diğeri “Michelangelo: Bir Dahinin: Yaşam Öyküsü”, biri olarak kabul ediliyor. Leonardo’yu, büyük bir ustayı, onun üretken dünyasını tanımak isteyenler için keyifli bir biyografi...Tatile gidenlere önerdiğim bir kitapÜlkücü mafyayı konu alan ve çıktığı hafta Fransa’da 200 binin üzerinde satan “Kurtlar İmparatorluğu” ve sinema uyarlamasında Jean Reno’nun başrolünü oynadığı “Kızıl Nehirler” romanlarının ünlü Fransız yazarı Grange’ın yeni romanı “Koloni”, Paris’te bir Ermeni katedralinde işlenen cinayetle açılıyor. Ortada ne cinayet aletinin, ne bir damla kanın hatta yara ve bere izinin bile olmadığı bir cinayettir bu. Davanın peşine ise yaşlı ve huysuz emekli bir polis ile Çocuk Bürosu’nda görevli, ancak açığa alınmış uyuşturucu müptelası genç bir polis düşer. Bu cinayete her defasında daha da acımasız ve hunharca işlenen yeni cinayetler eklenir. Ancak bu cinayetler sıradan bir seri katilin işi değildir. İşin içinde gizli servisler, Naziler, Yahudiler, ülke içinde ülkeler ve “siyah bölgeler” vardır. Sanki birileri bir şeyleri gizlemektedir. Hatta Fransa’nın göbeğinde sanki başka bir ülke vardır... Kısaca; Grange meraklılarına ya da “Tatile gidiyorum, sürükleyici bir roman önerir misin?” diyenlere tavsiye olunur...
Gencecik bir kız öldürülmüş, başı kesilmiş, çöpe atılmış... Olay yeri belli, deliller belli, şüpheliler belli... Ama aylar sonra vardığımız yer yine bir skandallar ve duyarsızlıklar çukuru... Öyle ki sadece Münevver Karabulut cinayetine ilişkin haberleri izlemek bile bu ülkeye olan inancı sarsmaya yetiyor da artıyor. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor; Adli Tıp bundan önce başkalarının da spermlerini ya da kan örneklerini karıştırdı mı? Ya da bu kadar göz önünde olan bir davada böylesi beceriksizliklerin yapılması mümkün mü? İnsanın aklına türlü türlü şeyler geliyor...Çünkü en basit televizyon dizilerinden ya da okuduğumuz kitaplardan -iyi ki bu ülkede hâlâ okuyan birileri var- biliyoruz ki bugün artık bu iş başlı başına bir bilim dalı olarak ilerliyor. Bunun için sadece Patricia Cornwell’in kitaplarını okumak bile yeterli. Polisiye romanın önemli kadın yazarları arasında olan ve bugün bir adli tıpçı gibi düşünerek ve tasarlayarak romanlarını yazan, dahası geliştirdiği teknikler ve yöntemlerle adli tıbba yenilikler katan bir isim Cornwell. Birbiri ardına yazdığı polisiye romanlarla adını duyuran Cornwell’in diğer yazarlardan farkı da bu; yani adli tıp yöntemlerini bilmesi, romanlarında bunu detayları ile aktarması. Tıpkı CSI dizilerindeki gibi onun da romanlarında cesedin bulunduğu konumdan, DNA örneklerinin toplanışına ve analizine kadar her şey adım adım anlatılır. Cornwell’in kitaplarıHatta Cornwell bu konudaki bilgisine o kadar güveniyor ki, bunu Karındeşen Jack’in kimliğini belirlemek için kullanmaya karar vermişti. Böylece 1888 Ağustos’unda yedi kadını öldüren seri katilin kimliğini belirlemek için adli tıbbın ve 21. yüzyıl polis sorgu sistemlerine yaslanarak uzun bir araştırmaya girişti ve en sonunda katilin adını açıkladı. Söylediği isim dünyaca ünlü ressam Walter Sickert’ten başka birisi değildi. Cornwell bu sonuca varırken ressamın tablolarından, fırça darbelerinden de yararlanmıştı. Cornwell bu araştırmasını “Bir Katilin Anatomisi, Karındeşen Jack” isimli bir kitapta da topladı. Bu nedenle bizim DNA örneklerini birbirinden ayrı toplayamayan adli tıpçılarımıza Cornwell’in kitaplarını öneririm. Hani olur da “Karındeşen Jack” ilgilerini çekmezse “Ölüler Kitabı”, “Vahşi İçgüdü”, “İz”, “Risk” ya da “Sinek” kitaplarından seçtiklerini okuyabilirler...Ama belirtmekte fayda var, bu romanlar romans içeren, sürekli teorilerin üretildiği ya da karakterlerin hikayeleri ile kurgunun ayakta durduğu kitaplardan değil... Keyif alabilmek için adli tıbba, kriminolojiye gerçekten ilgi duymak gerekiyor. Yoksa okurun gözüne teknik detayların havada uçuştuğu romanlar olarak görünecektir. Ah keşke bu romanlar bir de güzel Türkçeleştirilseydi, ne güzel olurdu, değil mi?Editörün önerisiDünyanın Çevresinde Yolculuk/ Bougainville Louis-Antoine de/ YKYLouis-Antoine de Bougainville 18. yüzyılda Batı Avrupa’da yeryüzü bilimlerinin gelişimine katkıda bulunan, Aydınlanma Çağı’nın çok yönlü -denizci, kâşif, bilgin, filozof, asker, diplomat- isimlerinden biriydi. “Dünyanın Çevresinde Yolculuk” adını taşıyan kitabı da yolculuk edebiyatının başyapıtlarından biri sayılır. 1766-1769 yılları arasında gerçekleştirdiği yolculuğunun anlatısı olan kitabı, aynı zamanda sömürgeciliğin tarihini ya da 18. yüzyıldaki deniz protokol kurallarını öğrenmek için de okuyabilirsiniz.Not edin: Edebiyatı polisiyeye yön verdi!İlk suçlu profilini çizen ya da kan grupları daha bilinmiyorken bir cinayetin aydınlatılmasında kan damlalarının önemini vurgulayan Arthur Conan Doyle’un efsane karakteri Sherlock Holmes’ten başkası değildi!
Kimsenin aklına onların “eleştirel” özellikleri olabileceği bile gelmez; Fatih Sultan Mehmet gibi... Şu ana kadar sadece ve sadece onun hakkında 18 yaşında İstanbul’u fethederek tarihe geçtiğini biliriz. Bu o kadar görkemli bir unvandır ki, uluslararası alanda başarı kıtı biz Türkler için, aklımıza onun iyi bir devlet adamı olup olmadığı, halkını refah içinde yaşatıp yaşatmadığı sorusu bile gelmez. Ama dünyanın en önemli Osmanlı tarihçilerinden, hocaların hocası Prof. Dr. Halil İnalcık’ın İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan, “Devlet-i Aliyye” kitabını okuyunca bu soruları sorduğunuz gibi aynı zamanda “tarihimiz” dediğimiz pek çok bilginin aslında hayallerimiz ya da yanlış bilgiler olduğunu anlıyorsunuz. Ancak hemen söyleyeyim, Halil Hoca’nın kitabını (Osmanlı İmparatorluğu’nu 1300’den 1600’a kadar ele alıyor) özetlemek imkansız gibi. Zira her özet eksik kalır. Fakat kitaptan bazı ilginç notlar vermek mümkün. İşte onlardan bazıları: - Osmanlı devletinin kuruluşu: Osmanlı’nın kuruluşu uzun yılar 1299 olarak gösterilmiştir. Prof. İnalcık ise kuruluş tarihini 1302 olarak gösteriyor. Çünkü Osmanlı, 1302’de İznik’i kuşatmış ve İznik’i kurtarmaya gelen Bizans ordusunu Koyunhisar’da yenmiştir. Yani Osmanlı artık bir çekim merkezidir. İşte Halil İnalcık’a göre bu, gerçek bir “kuruluş’un tarihidir. - Yeniçeriliğin kurulmasında vergi ve esir rolü: Yeniçeriliğin kurulmasında Pencik adı verilen (beşte bir) verginin de rolü vardır. Seferlerde asker ganimetinin beşte birini para ya da esir olarak devlete, daha doğrusu padişaha verirdi. Tabii seferler büyüyünce esir sayısı arttığı gibi... “Bunları ne yapalım” sorusu gündeme gelir. İşte o zaman “bir ordu kurulması” fikri ağır basar. Müslüman ailelerin yanında “yetiştirilen” esirler özgür kalarak padişaha asker olur. Böylece Pencikler’den yani esirden ya da vergiden Yeniçeri ordusu doğar. - Yer öpen Yıldırım, onu ayağa kaldıran Timur: Prof. Dr. Halil İnalcık’ın kitabı, milliyetçi-muhafazakarları Bayezid tasvirleri ile hayal kırıklığına uğratabilir. Zira karşımızda Timur’a olmadık hakaret mektupları gönderen, “Bu tarafa gelmezsen zevcelerin boş olsun” diyen bir Yıldırım Bayezid var. Dahası savaşta yenilip Timur’un önüne getirildiğinde de yerlere kapanıp yeri öpmek isteyen. Üstelik Moğol Hükümdarı, hiç bildiğimiz gibi barbar biri de değil, Beyazid’ın bu tutumu karşısında büyüklük gösterip onu yanına oturtuyor ve kendisine ettiği hakaretleri hatırlatıyor.- İstanbul’un fethi ve Fatih: Gelelim kitabın en tartışma yaratacak bölümüne... Prof. Dr. Halil İnalcık, Fatih’in, yaşadığı dönemde sevilen bir padişah olmadığını anlatıyor. Hatta ölümüyle herkesin bir ‘oh’ çektiğini... Neden mi? Çünkü Fatih’in aldığı mali önlemler o kadar ağır ki, bu da toplumda büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Hatta ciddi siyasi ve sosyal gerginliklere yol açıyor. Öyle ki, Fatih’in tahtını bırakmak istediği, onun politikalarını sürdürmek isteyen Cem Sultan, onun politikalarından ayrılan Bayezid tarafından bir darbeyle tahttan uzaklaştırılıyor. Ayrıca Fatih, babası II. Murad gibi halkla birlikte camide namaz kılmasını, kararlarını Divan’da daha kolektif bir şekilde almasını isteyenleri de dinlemiyor. Bu yüzden babası II. Murad gibi sevilen bir hükümdar olmuyor. Popülist olmak yerine, kutsal bir imparator gibi davranıyor. Hatta kendisini muhatap alacakları bile sınırlıyor. Yakını, tarihçi Tursun Bey bile onun gazalarını aşırı buluyor. - Fransız ittifakı: Resmi tarihte anlatılan, “Fransızları biz şöyle kurtardık, böyle yardım ettik” söylemi de Prof. İnalcık tarafından farklı anlatılıyor. İnalcık, “Fransızlar Osmanlı’yı kullandı” diyor ama bir kaynaktan yaptığı alıntı ile Fransızlarla ittifakın bozulmasının, Osmanlı’yı yalnızlaştırdığını ve çöküşünü hızlandırdığını da ekliyor.
Yeni kitabı “Doğunun Kapısı Diyarbakır” da bu şiirsellikten izlerle dolu... Şehrin kültürünü, mimari tarihini ele alan bir kitap bu. Yani hep terörle, şiddetle gündemimize gelen Diyarbakır’a farklı bir bakış sunuyor. Biz de kendisiyle “Doğu’nun bu kapısı”dan adım attık. Ve hem Kürt hem de Alevi olan Bejan Matur’la her iki kimliğini konuştuk.Diyarbakır, hemen her gün terörle, şiddetle, kimlik tartışması ile kısaca içinden çıkılmazmış gibi görünen sorunla gündeme geliyor. “Doğunun Kapısı Diyarbakır” ise şehrin tarihini, kültürel yapısını ele alıyor. Bu kitap Diyarbakır’a hangi kapıdan giriyor? Diyarbakır’a bakıp sadece son 30 yılını görmek ciddi bir körlük. Binlerce yıllık tarihi olan, önemli medeniyetlere kucak açmış önemli bir merkez. Tarihi boyunca hep önemli olmuş. Bu öneminin ne olduğunu şehrin mimarimsine bakarak dahi görebilirsiniz. Bütün şehri çepe çevre saran surların 3 bin yıl ötesinden bu güne kalan bir yapı olduğunu bilmek onu sadece bir yapı olmaktan çıkarıyor. Oradaki kozmik boyuta kayıtsız kalmak çok zor. Diyarbakır’a tarih içinde biriktirdiklerinden bakmayı tercih eden bir dil bu. Dahası şehrin suskunluğuna ses veren. Kelimelerle gören bir kitap. Bu kitabı okuyanlar sizce ne diyecek? Mesela Diyarbakır’ı “bir turist” gibi gezmeye gider mi, giderse kitapta gördüklerini görebilir mi? Oraya gidip de günlük siyasi tartışmaların dışına çıkarak sizin kitapta yer verdiğiniz dünyayı görülebilir mi? Kitabı yazarken içimden geçen şuydu; bu kitap Diyarbakır’a gitme hissi uyandırırsa kendimi başarlı sayarım. Şu ana kadar çoğu kimse “Diyabakır’a gitmek, şimdi ne güzeldir” tepkisini verdi. Neticede bu kitap bir turist rehberi değil. Elbette kişisel bir Diyarbakır okuması ve sunumu. Ama sadece kişisel olsun da istemedim. Orada büyük bir tarih var. Başlangıcından bu güne tarihine de yer vermek gereği duydum. Bu amaçla ciddi bir okuma yapmak gerekti. Ne zaman bir Doğu kentine gitsem şu cümleyi duyarım: “Kentimiz göründüğü gibi sadece siyasetten, şiddetten ibaret değil. Başka yönlerimiz de var.” Peki Diyarbakırlılar bunu diyor mu? Diyarbakır fazlasıyla politik bir şehir. Dinamizmi ve politik yoğunluğu Türkiye’de ancak İstanbul’la kıyaslanabilir. Bölgedeki çoğu kentten bu bakımdan ayrışıyor. Kimlik bilinci yoğun. Elbette şehirdeki tarihin, kültürün farkında olan çok kesim var ama sanıyorum politik kimlik onlar için dahi önde. Bir Diyarbakırlı’lının vakarına konu olacak en önemli şeylerden biri kimliği. O bakımdan kimliği geçin, “Şunlara da sahibiz” dediğine pek rastlamazsınız. Kitap, fotoğraflar ve şiirsel anlatımlarınız üzerine kurulu. Bu açıdan baktığımızda da bu kitap alışılan şehir kültürü ve tarihi kitaplarından ayrışıyor.Diyarbakır’ı konuşturan bir kitap yapmak istedim. Taşlarla konuştum kısacası. Şehrin dilsiz duran mimarisini, geçmişini dile getirecek hikâyelerle ilgilendim. Eski kavimlerin sesini duydum ve okura o sesi vermek istedim.Alevi kimliğim Kürtlüğe kıyasla geride kaldıTürkiye gerilimi yüksek bir dönemden geçiyor; Türk-Kürt geriliminin yanı sıra bir de Laik-dindar gerilimi söz konusu... Bu dindarlıktan kasıt ise Sünni İslam. Siz ise Alevisiniz. Hem de büyük bir acı yaşamış olan Maraş Alevilerinden... Neden böylesi bir dönemde sadece Kürt kimliğiniz öne çıkıyor? Alevi kimliğimin bilinmediği doğru değil. Başından itibaren kimliğimin bu yanı da gündeme geldi. Ayrıca Alevilik konusunu yazmıyor, sorunlarını tartışmıyor da değilim. Gazete yazılarımda Kürt sorunu kadar sık değil ama Aleviliğe de yer veriyorum. Geçenlerde “Cemevi camiinin alternafi midir?” başlıklı yazım yayımlandı. Aslında Kürtlüğün öne çıkması biraz da sorunun hayatiyetiyle ilgili. Çünkü insanlar ölüyor hâlâ. Buna kayıtsız kalmak her şeyden önce insani değil. Kimlik yazdığınız dil değil kendinizi nasıl hissettiğiniz, nasıl tanımladığınızla ilgili bir durum. Ben kendimi başından itibaren Kürt hissetim. Türkçeye olan derin bağlılığıma rağmen bu böyleydi. Alevi kimliğimin Kürtlüğe kıyasla geride kalması benim dine olan mesafemle ilgili. Ben dindar değilim. Herhangi bir dinin ritüellini yerine getirmek gibi bir pratiğim yok. Belki de aileden gördüğüm seküler hayat pratiği ile ilgilidir. Babam Kemalist, Cumhuriyet gazetesi okuyan biri. Annem bir Şaman kadar ağaca, taşa, rüzgara, güneşe dua eder. Yani Alevilik de sazı ve sözüyle bir kültür olarak çok yaşatılmadı bizde. Bütün bunlara rağmen kendimi Alevi olarak tanımlıyorsam, yine Maraş olaylarının bıraktığı iz ile ilgilidir. Çünkü orada insanlar kültürel olarak ne yaşadığı, hangi ritüelleri uyguladığına bakılmadan öldürüldüler. Sonrasında yaşanan sert kutuplaşmada sadece Sünniler ve Aleviler vardı. Aleviler Alevi oldukları için yok edilirken bir defansa geçmemeniz mümkün değildi. Alevi kimliğim elbette değerlidir. Bugün Kürtler ateşin ortasında olduğu için o yanım daha fazla öne çıkıyor. Aynı ateş Alevileri yaksaydı herhalde Alevliğim öne çıkardı.Maraş’tan kovulmuş Antep’e sığınmıştıkMaraşlısınız. Neden Maraş’a ait bir STK’nın değil de Diyarbakır Kültür Sanat Vakfı’nın başkanısınız? Diyarbakır’ın size, şairlere, yazarlara duyduğu ihtiyaç Maraş’tan fazla mı? Kendimi hiçbir zaman Maraş’a ait hissetmedim. Maraşlı olduğumu söylemek ortaokul, lise yıllarımda zordu. Çünkü Maraş olayları yaşanmıştı ve Maraş’a olan duygusal bağımız örselenmişti. Maraş dediğinizde aklımda hep masum insanları öldüren bir şehir imajı vardı. Hâlâ bundan kurtarabilmiş değilim zihnimi. Hâlâ Maraş’a gittiğimde bir huzursuzluk yaşarım. Maraş’ta bir gece dahi uyumadım. Biraz da bu nedenle babam eğitim görmemiz için daha uzak olan Antep’i tercih etmişti. Maraş’tan kovulmuş Antep’e sığınmıştık sanki. O bakımdan benim duygusal bağım Antep’ledir. “Neden yazmadın” sorusunun şehri Antep olurdu, Maraş değil. Antep için düşünmedim çünkü orada eksik olan bir dinamizm var. Kimlik çok geride. Apolitik bir şehir. Diyarbakır’ı seçtim çünkü Diyarbakır eski dünyanın kalbinde bir yer duygusu uyandırdı bende. Hayali kışkırtan, şiir yazdıran bir yerdi. Şiiri var eden şehre şiirle dönmek, ona şiirinin karşılığını vermek bir tür şükran gibiydi. Kimliğe, eski dünyaya, bize eşlik ettiği için kadim olana şükran duygusuyla yazıldı bu kitap. Bu tür sorular sizi yoruyor mu? Çünkü siz VatanKitap’ta dediğimiz gibi “Kadim kederlerin ve seslerin şairi”siniz... Bu tür sorular ise gündelik politikaya ait. Neden artık size bu tür sorular soruluyor? “Ben şairim. Sırça köşkümde oturur, hayal kurarım” demeyi hiçbir zaman düşünmedim. Daha doğrusu toplumsal meseleleri şiirin, edebiyatın dışında değerlendiremedim hiç. Yazdığım şiir başından beri politik bir şiirdi. Farkı, bilinen argümanlarla, kelimelerle konuşmamış olması. İçinden geldiği toplumu, tarihi anlamaya çalışan bir şiir yazmaya çalıştım. Şiirden anladığım buydu. Bir kavim duygusuyla konuştuğumu söyleyenler haklıydı belki de. Dünyaya böyle bir dertle bakıyorsanız ve baktığınız dünyada insanlar ölüyorsa siyasete kayıtsız kalmanız her şeyden önce insani değil. Ama siyasete nereden baktığınız önemli. Ben siyasete şiirin içinden bakmayı tercih ettim. Daha doğrusu siyasetin anlamadığı, üzerini kapattığı insanın hikâyesine, ortak kederine bakmayı denedim. Çünkü insanı bir kimliğin, bir siyasal kimliğin içine hapsetmekle o insanın varoluşuna haksızlık olur. İnsan bir kimliğe hapsolmayacak kadar zengin ve sonsuz bir varlık çünkü.Zaman Gazetesi’nde muhalif bir gözle yazıyorumZaman Gazetesi muhafazakar, dindar bir gazete. Sünni bir cemaatin gazetesi, olduğu da ifade ediliyor. Kişiliğiniz, duruşunuz muhakkak ki bağımsızdır. Buna inancım büyük. Peki bir okur, Alevi olarak yazdığınız gazetenin yayın politikası sizi tatmin ediyor mu?Hangi gazetede yazarsam yazayım yayın politikasının tamamına katılacağım diye bir durum yok. Kendime çok daha yakın bulduğum gazete olan Taraf’ta dahi itiraz ettiğim yanlar oluyor. Böyle bakmıyorum. Ben Zaman’da muhalif bir gözle yazıyorum yazılarımı. Zaten onlar da yazılarıma yer verirken bu tavrımı bilerek yer açıyorlar. Dünya görüşümüz, inançlarımız, konuştuğumuz dil farklı olabilir ama bu birbirimizi dinlemeyeceğiz anlamına gelmiyor. En az benim kadar onların da aldığı bir risk bu. Ayrıca Zaman’ın Yorum sayfaları Türkiye’nin en kayda değer düşünce platformlarından biri. Zamanda yayınladığım çoğu yazıyı diğer gazetelerin çoğu cesaret edemezdi yayınlamaya. Zaman Gazetesi’nin Sivas Katliamı’nın yıldönümü anmalarına ilişkin haberlerini nasıl yorumluyorsunuz. Yani “Çıkan yangında 37 kişi öldü” denmesini...Zaman’ın Sivas Katliamı’nı suskunlukla geçiştirmesini dahi sorun yaptığımı söyleyen bir yazı yazdım ve Zaman yazıyı yayınladı. O yazıda, ’susmak hep beraber susulduğunda bir ses olur’ dedim. Bir taraf susuyorken bir başkası feryat edip aman diliyorsa o susmanın saldırmak kadar tehlikeli olabileceğini ifade ettim. Zaman, bu konuda sorunlu haber yapmış olsa da, yazarları kendi köşelerinde yazdı. Burada önemsediğim, gazetenin farklı görüşlere yer vermiş olmasıdır. Sivas bu toprağın tarihinde büyük bir leke. Ortada büyük bir acı var. Masum insanlar bir gösteriye dönüşen vahşi bir katliamda yok edildiler. Burada önemli olan şu; Alevilik fazlasıyla siyasetin alanına çekilmiş bir mesele. Bu nedenle konuştuklarımız da, susmamız da siyasette bir karşılık buluyor derhal. Bu hepimiz için geçerli. İnsan hayatını ilgilendiren ağır meselelerde söz alırken destursuz davranmamak lazım. Politik hesaplarımızın şehvetine kapılıp oradaki acıyı bir çıkara tahvil etmek ahlakla bağdaşmaz. Diğer yandan Sivas Katliamının konuşulduğu her yerde Başbağlar katliamına gönderme yapmak da sorunlu bir tavır. Kimse Başbağlar önemli değildir dememeli. Fakat Sivas konuşulurken derhal onu dile getirmekte ahlaken doğru olmayan bir yan var. Çünkü acılar kıyaslanamaz, kıyaslanmamalı.