Son kitabımı eski dünyaya, kadim olana şükran duygusuyla yazdım

lk şiir kitabı “Rüzgar Dolu Konaklar”dan bu yana “Kadim seslerin ve kederlerin şairi” oldu Bejan Matur...

Haberin Devamı

Yeni kitabı “Doğunun Kapısı Diyarbakır” da bu şiirsellikten izlerle dolu... Şehrin kültürünü, mimari tarihini ele alan bir kitap bu. Yani hep terörle, şiddetle gündemimize gelen Diyarbakır’a farklı bir bakış sunuyor. Biz de kendisiyle “Doğu’nun bu kapısı”dan adım attık. Ve hem Kürt hem de Alevi olan Bejan Matur’la her iki kimliğini konuştuk.

Diyarbakır, hemen her gün terörle, şiddetle, kimlik tartışması ile kısaca içinden çıkılmazmış gibi görünen sorunla gündeme geliyor. “Doğunun Kapısı Diyarbakır” ise şehrin tarihini, kültürel yapısını ele alıyor. Bu kitap Diyarbakır’a hangi kapıdan giriyor?
Diyarbakır’a bakıp sadece son 30 yılını görmek ciddi bir körlük. Binlerce yıllık tarihi olan, önemli medeniyetlere kucak açmış önemli bir merkez. Tarihi boyunca hep önemli olmuş. Bu öneminin ne olduğunu şehrin mimarimsine bakarak dahi görebilirsiniz. Bütün şehri çepe çevre saran surların 3 bin yıl ötesinden bu güne kalan bir yapı olduğunu bilmek onu sadece bir yapı olmaktan çıkarıyor. Oradaki kozmik boyuta kayıtsız kalmak çok zor. Diyarbakır’a tarih içinde biriktirdiklerinden bakmayı tercih eden bir dil bu. Dahası şehrin suskunluğuna ses veren. Kelimelerle gören bir kitap.

Bu kitabı okuyanlar sizce ne diyecek? Mesela Diyarbakır’ı “bir turist” gibi gezmeye gider mi, giderse kitapta gördüklerini görebilir mi? Oraya gidip de günlük siyasi tartışmaların dışına çıkarak sizin kitapta yer verdiğiniz dünyayı görülebilir mi?
Kitabı yazarken içimden geçen şuydu; bu kitap Diyarbakır’a gitme hissi uyandırırsa kendimi başarlı sayarım. Şu ana kadar çoğu kimse “Diyabakır’a gitmek, şimdi ne güzeldir” tepkisini verdi. Neticede bu kitap bir turist rehberi değil. Elbette kişisel bir Diyarbakır okuması ve sunumu. Ama sadece kişisel olsun da istemedim. Orada büyük bir tarih var. Başlangıcından bu güne tarihine de yer vermek gereği duydum. Bu amaçla ciddi bir okuma yapmak gerekti.

Ne zaman bir Doğu kentine gitsem şu cümleyi duyarım: “Kentimiz göründüğü gibi sadece siyasetten, şiddetten ibaret değil. Başka yönlerimiz de var.” Peki Diyarbakırlılar bunu diyor mu?
Diyarbakır fazlasıyla politik bir şehir. Dinamizmi ve politik yoğunluğu Türkiye’de ancak İstanbul’la kıyaslanabilir. Bölgedeki çoğu kentten bu bakımdan ayrışıyor. Kimlik bilinci yoğun. Elbette şehirdeki tarihin, kültürün farkında olan çok kesim var ama sanıyorum politik kimlik onlar için dahi önde. Bir Diyarbakırlı’lının vakarına konu olacak en önemli şeylerden biri kimliği. O bakımdan kimliği geçin, “Şunlara da sahibiz” dediğine pek rastlamazsınız.

Kitap, fotoğraflar ve şiirsel anlatımlarınız üzerine kurulu. Bu açıdan baktığımızda da bu kitap alışılan şehir kültürü ve tarihi kitaplarından ayrışıyor.
Diyarbakır’ı konuşturan bir kitap yapmak istedim. Taşlarla konuştum kısacası. Şehrin dilsiz duran mimarisini, geçmişini dile getirecek hikâyelerle ilgilendim. Eski kavimlerin sesini duydum ve okura o sesi vermek istedim.


Alevi kimliğim Kürtlüğe kıyasla geride kaldı

Türkiye gerilimi yüksek bir dönemden geçiyor; Türk-Kürt geriliminin yanı sıra bir de Laik-dindar gerilimi söz konusu... Bu dindarlıktan kasıt ise Sünni İslam. Siz ise Alevisiniz. Hem de büyük bir acı yaşamış olan Maraş Alevilerinden... Neden böylesi bir dönemde sadece Kürt kimliğiniz öne çıkıyor?
Alevi kimliğimin bilinmediği doğru değil. Başından itibaren kimliğimin bu yanı da gündeme geldi. Ayrıca Alevilik konusunu yazmıyor, sorunlarını tartışmıyor da değilim. Gazete yazılarımda Kürt sorunu kadar sık değil ama Aleviliğe de yer veriyorum. Geçenlerde “Cemevi camiinin alternafi midir?” başlıklı yazım yayımlandı. Aslında Kürtlüğün öne çıkması biraz da sorunun hayatiyetiyle ilgili. Çünkü insanlar ölüyor hâlâ. Buna kayıtsız kalmak her şeyden önce insani değil. Kimlik yazdığınız dil değil kendinizi nasıl hissettiğiniz, nasıl tanımladığınızla ilgili bir durum. Ben kendimi başından itibaren Kürt hissetim. Türkçeye olan derin bağlılığıma rağmen bu böyleydi. Alevi kimliğimin Kürtlüğe kıyasla geride kalması benim dine olan mesafemle ilgili. Ben dindar değilim. Herhangi bir dinin ritüellini yerine getirmek gibi bir pratiğim yok. Belki de aileden gördüğüm seküler hayat pratiği ile ilgilidir. Babam Kemalist, Cumhuriyet gazetesi okuyan biri. Annem bir Şaman kadar ağaca, taşa, rüzgara, güneşe dua eder. Yani Alevilik de sazı ve sözüyle bir kültür olarak çok yaşatılmadı bizde. Bütün bunlara rağmen kendimi Alevi olarak tanımlıyorsam, yine Maraş olaylarının bıraktığı iz ile ilgilidir. Çünkü orada insanlar kültürel olarak ne yaşadığı, hangi ritüelleri uyguladığına bakılmadan öldürüldüler. Sonrasında yaşanan sert kutuplaşmada sadece Sünniler ve Aleviler vardı. Aleviler Alevi oldukları için yok edilirken bir defansa geçmemeniz mümkün değildi. Alevi kimliğim elbette değerlidir. Bugün Kürtler ateşin ortasında olduğu için o yanım daha fazla öne çıkıyor. Aynı ateş Alevileri yaksaydı herhalde Alevliğim öne çıkardı.


Maraş’tan kovulmuş Antep’e sığınmıştık

Maraşlısınız. Neden Maraş’a ait bir STK’nın değil de Diyarbakır Kültür Sanat Vakfı’nın başkanısınız? Diyarbakır’ın size, şairlere, yazarlara duyduğu ihtiyaç Maraş’tan fazla mı?
Kendimi hiçbir zaman Maraş’a ait hissetmedim. Maraşlı olduğumu söylemek ortaokul, lise yıllarımda zordu. Çünkü Maraş olayları yaşanmıştı ve Maraş’a olan duygusal bağımız örselenmişti. Maraş dediğinizde aklımda hep masum insanları öldüren bir şehir imajı vardı. Hâlâ bundan kurtarabilmiş değilim zihnimi. Hâlâ Maraş’a gittiğimde bir huzursuzluk yaşarım. Maraş’ta bir gece dahi uyumadım. Biraz da bu nedenle babam eğitim görmemiz için daha uzak olan Antep’i tercih etmişti. Maraş’tan kovulmuş Antep’e sığınmıştık sanki. O bakımdan benim duygusal bağım Antep’ledir. “Neden yazmadın” sorusunun şehri Antep olurdu, Maraş değil. Antep için düşünmedim çünkü orada eksik olan bir dinamizm var. Kimlik çok geride. Apolitik bir şehir. Diyarbakır’ı seçtim çünkü Diyarbakır eski dünyanın kalbinde bir yer duygusu uyandırdı bende. Hayali kışkırtan, şiir yazdıran bir yerdi. Şiiri var eden şehre şiirle dönmek, ona şiirinin karşılığını vermek bir tür şükran gibiydi. Kimliğe, eski dünyaya, bize eşlik ettiği için kadim olana şükran duygusuyla yazıldı bu kitap.

Bu tür sorular sizi yoruyor mu? Çünkü siz VatanKitap’ta dediğimiz gibi “Kadim kederlerin ve seslerin şairi”siniz... Bu tür sorular ise gündelik politikaya ait. Neden artık size bu tür sorular soruluyor?
“Ben şairim. Sırça köşkümde oturur, hayal kurarım” demeyi hiçbir zaman düşünmedim. Daha doğrusu toplumsal meseleleri şiirin, edebiyatın dışında değerlendiremedim hiç. Yazdığım şiir başından beri politik bir şiirdi. Farkı, bilinen argümanlarla, kelimelerle konuşmamış olması. İçinden geldiği toplumu, tarihi anlamaya çalışan bir şiir yazmaya çalıştım. Şiirden anladığım buydu. Bir kavim duygusuyla konuştuğumu söyleyenler haklıydı belki de. Dünyaya böyle bir dertle bakıyorsanız ve baktığınız dünyada insanlar ölüyorsa siyasete kayıtsız kalmanız her şeyden önce insani değil. Ama siyasete nereden baktığınız önemli. Ben siyasete şiirin içinden bakmayı tercih ettim. Daha doğrusu siyasetin anlamadığı, üzerini kapattığı insanın hikâyesine, ortak kederine bakmayı denedim. Çünkü insanı bir kimliğin, bir siyasal kimliğin içine hapsetmekle o insanın varoluşuna haksızlık olur. İnsan bir kimliğe hapsolmayacak kadar zengin ve sonsuz bir varlık çünkü.


Zaman Gazetesi’nde muhalif bir gözle yazıyorum

Zaman Gazetesi muhafazakar, dindar bir gazete. Sünni bir cemaatin gazetesi, olduğu da ifade ediliyor. Kişiliğiniz, duruşunuz muhakkak ki bağımsızdır. Buna inancım büyük. Peki bir okur, Alevi olarak yazdığınız gazetenin yayın politikası sizi tatmin ediyor mu?
Hangi gazetede yazarsam yazayım yayın politikasının tamamına katılacağım diye bir durum yok. Kendime çok daha yakın bulduğum gazete olan Taraf’ta dahi itiraz ettiğim yanlar oluyor. Böyle bakmıyorum. Ben Zaman’da muhalif bir gözle yazıyorum yazılarımı. Zaten onlar da yazılarıma yer verirken bu tavrımı bilerek yer açıyorlar. Dünya görüşümüz, inançlarımız, konuştuğumuz dil farklı olabilir ama bu birbirimizi dinlemeyeceğiz anlamına gelmiyor. En az benim kadar onların da aldığı bir risk bu. Ayrıca Zaman’ın Yorum sayfaları Türkiye’nin en kayda değer düşünce platformlarından biri. Zamanda yayınladığım çoğu yazıyı diğer gazetelerin çoğu cesaret edemezdi yayınlamaya.

Zaman Gazetesi’nin Sivas Katliamı’nın yıldönümü anmalarına ilişkin haberlerini nasıl yorumluyorsunuz. Yani “Çıkan yangında 37 kişi öldü” denmesini...
Zaman’ın Sivas Katliamı’nı suskunlukla geçiştirmesini dahi sorun yaptığımı söyleyen bir yazı yazdım ve Zaman yazıyı yayınladı. O yazıda, ’susmak hep beraber susulduğunda bir ses olur’ dedim. Bir taraf susuyorken bir başkası feryat edip aman diliyorsa o susmanın saldırmak kadar tehlikeli olabileceğini ifade ettim. Zaman, bu konuda sorunlu haber yapmış olsa da, yazarları kendi köşelerinde yazdı. Burada önemsediğim, gazetenin farklı görüşlere yer vermiş olmasıdır. Sivas bu toprağın tarihinde büyük bir leke. Ortada büyük bir acı var. Masum insanlar bir gösteriye dönüşen vahşi bir katliamda yok edildiler. Burada önemli olan şu; Alevilik fazlasıyla siyasetin alanına çekilmiş bir mesele. Bu nedenle konuştuklarımız da, susmamız da siyasette bir karşılık buluyor derhal. Bu hepimiz için geçerli. İnsan hayatını ilgilendiren ağır meselelerde söz alırken destursuz davranmamak lazım. Politik hesaplarımızın şehvetine kapılıp oradaki acıyı bir çıkara tahvil etmek ahlakla bağdaşmaz. Diğer yandan Sivas Katliamının konuşulduğu her yerde Başbağlar katliamına gönderme yapmak da sorunlu bir tavır. Kimse Başbağlar önemli değildir dememeli. Fakat Sivas konuşulurken derhal onu dile getirmekte ahlaken doğru olmayan bir yan var. Çünkü acılar kıyaslanamaz, kıyaslanmamalı.

DİĞER YENİ YAZILAR