Nihayet postmodern bir iddianamemiz oldu

1 Ağustos 2008

Hayır, yeni bir delil ya da ek iddianameye ilişkin bilgi beklentisi değil bu. Daha çok bir his... Mesela, tartışmanın kızışıp sinirlerin iyice gerildiği hatta aynı gazetede yan yana yazanların bile birbirine “Sen de mi” diye baktığı bir anda birinin ayağa fırlayıp; “Yeter artık, herkesin iddianamesi kendine!” diye bağırmaya başlayacağını sanmak gibi... Olur mu, olur... Belki bağıra çağıra ve bir delilik haliyle değil ama olur. Zira yakında iddianameye ilişkin “Herkesin yorumu kendine” benzerinde yorumlar duyacağımıza eminim. Aslında şu anki durum da hiç farklı değil. Öyle ya herkesin okuduğu sanki aynı iddianame değil. Adeta herkesin kendine göre bir iddianamesi var. Hayır, bundan kastım sadece karşıt fikirde olanların yorum farkı değil. Aynı fikirde olanların bile iddianamesi farklı... Mesela birileri birden “Oooo, bakın ucu daha nerelere uzanacak” diyebiliyor. Eh, bu durumda da ister istemez diyorsunuz ki; “Demek ki onun kastettiği başka bir iddianame, baksanıza daha tamamlanmamış bir şeyden bahsediyor. Üstelik yazılmaya devam ettiğini de söylüyor, benimse bundan hiç haberim yok.” Hele iddianamede yer alan ekler... Onların varlığı iddianameye olan yaklaşımı, daha da farklılaştırıyor. İddianamenin alt okumalarından, üst okumalarından yani türevlerinden bahsedilmesi gibi... Yani içerdiği ek metinler arasında geliştirilecek doğru bir okumayla iddianamenin asıl anlamının anlaşılacağına, kendini yeniden üreteceğine ilişkin bir algılayış bu. İşte tam da bu yüzden “Acaba” diyorum; “Postmodern darbeden sonra postmodern bir iddianamemiz mi oldu? Karşımızda başı-sonu belli olan, klasik bir iddianame yerine kendini okuruna göre yeniden üreten bir postmodern metin mi var?” Üstelik benzerlikleri bunlarla da sınırlı değilken. Neden mi? Çünkü;1) Bir yapıttan herkes, tek anlam değil de kendisine göre bir anlam çıkarıyorsa, 2) İçerdiği bilgilerle metinler arası yolculuk yapılabiliyorsa, 4) Hatta başka kitaplardan, farklı metinlerden içerdiği bilgiler nedeniyle “Kardeşim şimdi bunun yazarı kim” sorusunu sorduruyorsa, 5) İçinde okuru çileden çıkaracak kadar uzun ansiklopedik bilgiler birer ek bilgi, yan okuma olarak yer alıyorsa... Ve yazar, bunların okuru sıkıp sıkmadığını umursamadan nakarat gibi tekrarlıyorsa,7) Tüm bunlardan ötürü o metnin alt okumalarından, üst okumalarından, ara okumalarından bahsediliyorsa,8) Ya da bazı okurlara tam da bu nedenle “Bu metnin hiçbir içeriği, anlamı yok, adam ilginç bulduğu ne kadar bilgi varsa doldurmuş” dedirtiyorsa, 9) Ayrıca metin dominant olmayanların yani ötekilerin, “Siyah”ların tarihinin, gerçekliğinin derdine düştüğü iddiasını taşıyorsa, 10) Ve tam da bu yüzden yani “Beyaz”ların tarihini yazdığını söylediği modern metinlerin yazım kurallarını, dilini, üslubunu terk edip yerine “kurguya ağırlık” veren “esnek bir yazım” kullanmışsa işte o metin postmoderndir.Not: Postmodern metinler, çelişki gibi görünen öğeleri kendi özellikleri kılmayı başarsa da büyük bir çelişkiyi de barındırabilir; mesela “resmi olmayanın” tarihini yazacağını iddia ederken zamanla kendisi bir iktidara dönüşerek modern tarihe getirdiği eleştirileri içselleştirebilir. Dahası içerdiği yan metinler, sanki bir canlı organizma gibi, kimi zaman yazarının bile kontrol edemeyeceği anlamlar yüklenebilir. Marquez’in “Sessiz yürüyüş”ü Güngören’deki saldırı sonrasında Deniz Baykal, İspanya’daki protestoları hatırlatarak “Sessiz yürüyüş” önerdi. Keşke olsa... Çünkü böylesi bir protesto farklı kesimden herkesi bir araya getirebilir. Nitekim G. G. Marquez de ilk protestosunu böyle bir yürüyüşe katılarak gerçekleştirmiş. 7 Mart 1948’de Kolombiya’da düzenlenen ve altmış bin insanın yer aldığı bu yürüyüşü ise şöyle anlatıyor ünlü yazar “Anlatmak İçin Yaşamak”ta: “Her şeyi bastıran bir çığlık vardı: Kesif bir çığlık. Benim politik inancım yoktu, yalnızca sessizliği merak ettiğimden katılmıştım, buna rağmen boğazımda hissettiğim düğüm beni şaşırttı. Tek alkış duyulmadı, tarihe geçecek bir akşamüstüydü...”

Devamını Oku

İz bırakan bir kitap ve mekan

25 Temmuz 2008

Eğer öyleyse, neden yıllar sonra tekrar okuduğumuz bir romandan aynı tadı almayız? Çünkü değişmişizdir. Ama tek sebep bu mudur? Peki ya, o kitabı bizde unutulmaz kılan o “an”ın önemi yok mudur? Yani ne zaman, nerede, hangi ruh haliyle hatta hangi havada okuduğumuzun... Bence var, hem de fazlasıyla... Nitekim bir kitabı hatırlamak hiçbir zaman içinde yazanla sınırlı kalmaz. Bir süre sonra hafızamızda peş peşe görüntüler açılır. Bunlar o “an”a ilişkindir. O kitabı okurken saçlarımızı okşayıp tülleri havalandıran güzel, ferah bir rüzgârı arzulamamız gibi. Bu yüzden kitap okumak hiçbir zaman sadece okumakla sınırlı kalmaz. Bize iz bırakan bir anı yaşatabilir, yıllar sonra bile hatırlanan. Ne yazık ki, bu büyülü an bir yıldız kayması gibidir, saatlerce gökyüzüne baksanız bile göremeyebileceğiniz...Yılların okumalarıyla nasırlaşıp kimi zaman heyecanımı yitirsem de bu yaz bu okumalardan birini yaşadığım için çok mutluyum. Her şey Marmaris Bozburun’da başladı. Keyifli, sakin bir pansiyondaydık. İsmi Aphrodite... Sanki ben kitap okuyayım diye yaratılmıştı. Etrafta denizden gelen teknelerin motor seslerinden, onların geçip giderken kabarttığı denizin dalgalarından, usul usul yükselen klasik müziğin sesinden başka ses yoktu. Sadece arada sırada kulaklarıma yine denizin üzerinden Bozburun’dan bir müzik sesi ya da köpek havlaması geliyordu, o kadar. İşte o zaman ister istemez oradaki hayatı merak edip arabayla geçip giderken gördüğüm sokakları hayale dalıyordum. Bu sessizliğin nedeni ise buraya küçük bir patika hariç kara üzerinden ulaşımın olmaması, tekneyle gidilip gelinmesiydi. Ama buna rağmen insanda bir “sıkışıp kalmışlık” duygusu da yaratmıyordu... Gördüğüm ilk yıldız kaymasıDenize pansiyonun hemen önünden girdiğiniz bu yer, istediğiniz zaman istediğiniz sedire çöktüğünüz ya da uzandığınız hamakta kitap okumakla Fatma Hanım’ın birbirinden güzel ve ilginç derecede büyük begonya ve sardunyalarını seyretmek arasında tereddüt ettiğiniz bir yerdi. İskenderunlu Mahmut Bey’in lezzetli elleriyle şenlendirdiği yemekler sabırsızlıkla beklenirken pansiyon sahibi Ramazan Bey’in düzgün Türkçesi ile şekillenen davudi sesinin birbirinden geveze kuşların seslerine karıştığı... (www.hotelaphrodite.net)İşte burada başladım Julio Llamazares’in “Sarı Yağmur”una. Bu incecik bir roman aslında, 131 sayfa. (“Bitmesin” diye satır satır okuyorum.) Yazarı son dönem İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olarak tarif ediliyor. Nasıl tarif edildiğinin benim içinse önemi yok, isterse en kötüsü densin. Çünkü romana âşık oldum. (Çevirmeni İnci Yankı’yı da teşekkürler, metnin hakkını vermiş.) “Sarı Yağmur” terk edilmiş bir köyde yaşayan Andres’nin ve onun üzerinden köyün hikâyesini anlatıyor... Ama yazar, Andres’nin ölümle ilişkisini, yalnızlığını, köyün hikâyesini öyle şiirsel bir dille anlatıyor ki “İşte edebiyat” diyorsunuz. Mesela şu bölüm gibi: “Kasım, ölü aylar ve yapraklar kokan solgun nefesiyle çabucak geldi. Günler daha da kısaldı; ateşin yanında geçirilen sonu gelmeyen geceler, bizi adım adım derin bir sıkıntıya, kelimelerin kum tanelerine dönüştüğü ve anıların neredeyse her zaman sessizlik ve gölgelerle örtüldüğü, taşlaşmış, hüzünlü bir aldırmazlığa batırmaya başladı.” Bozburun’da güneş minik adaların arasından kaybolup denize kızıllık ve sakinlik çökerken elime almıştım bu kitabı... Sahilde şezlonga uzanmış, pansiyonu yavaş yavaş kaplayan yemek kokularına burun kanatlarımı sonuna kadar açmış, denizin tuzundan arınıp akşam yemeği için hazırlanan pansiyon sakinlerinin telaşlı seslerini de kaçırmadan başlamıştım okumaya... Yemekten sonra gece iyice çöktüğünde, tekrar şezlonga uzanmış, kimi zaman denizin karanlığına kimi zaman yıldızlara dalarak pansiyonun ışığında okumaya devam etmiştim. Ve işte o zaman anlamıştım; burada bu kitabı okurken unutulmaz bir an yaşıyordum. Çünkü tam bunları düşünürken bir yıldız kaymıştı ve bu benim gördüğüm ilk yıldız kaymasıydı.

Devamını Oku

Kortizona rağmen verdiğim kiloların hesabıdır

11 Temmuz 2008

Halbuki, o sırada kan ter içinde, elimdeki su şişesini tepemden boşaltmak üzereyim. Ama umursamıyor bile. Geçit vermez bir ifadeyle “Röportaja yetişmem gerek” diyorum, ne mümkün, kadın yakamdan tutmuş bırakmıyor. Ya da sabahın ilk saatleri... Bilen bilir, erken saatlerde aranmaktan hiç hoşlanmam, hoşlanmadığımı da hemen belli ederim. Kilo verdiğimden beri nemrut sesimin de, ukalalığımın da bir anlamı kalmadı. Karşımdaki ses; “Buket doğru mu?” diyor. “Ne doğru mu?” “Kilo vermişsin” “Niye soruyorsun, vadeliye mi koyacaktın? İstersen biraz da Euro al, sepet yaparsın. Sana ne ya!” “Anlat hadi!” Hayda! Bir anlat, iki anlat... Yetmedi mail at. Olmadı, psikolojik destek ver. Vallahi yoruldum. Meğer, Doğu-Batı sorunsalından bile büyük bir meseleymiş kilo vermek. Bilmezdim. Çünkü hep zayıftım. Sofraya en erken oturup en geç kalkmama, gece yarısı mantı yiyip yatmama rağmen zayıftım... Bu nedenle diyet yapanları farklı davranış biçimleri, yeme alışkanlıkları, içgüdüleri olan başka bir millet gibi görürdüm. Anlayamaz, saygı duyardım.Tabii, böbrek nakli ameliyatı sonrasına kadar... Kullanmaya başladığım (ömür boyu da kullanacağım) kortizonlar sayesinde kendimi bir anda dombililer kategorisinde bulunca küçük bir travma geçirdim. (Tabii ki, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın travması kadar büyük değildi!) Artık 49 değil, 54-55 kiloydum. Bir ara 57’leri bile gördüm. Suratım beş karış giyinmekten, açken bile kendimi ağır hissetmekten çok sıkılmıştım. Üstelik her yemek bir suçluluk duygusuydu. Oysa ben bu duyguyu diyalize girerken bile bu kadar yoğun hissetmemiştim. (Diyalizde, her yemekten bir lokma, her içecekten bir yudum içilen çok ama çok katı bir diyet uygulanır. Uymazsanız ölürsünüz! Yani bu diyette “pazartesi başlarım” diye bir şey yoktur.)Ama bir gün ayakkabımı giymek için bir sandalyeye oturmak zorunda kalınca “Ee, ama bu iş çok uzadı” dedim ve hemen sevgili doktorum Doç. Dr. Murat Tuncer’i aradım ve diyet yapmamda bir sakınca olup olmadığını sordum. Hiçbir sakınca olmadığını aksine sağlığım için daha iyi olacağını ama kesinlikle bir uzman kontrolünde kilo vermem gerektiğini söyleyince başladım diyetisyen aramaya. Tabii bazı kriterlerim vardı. Bir kere böbrek naklinin ne olduğunu, sonrasında kullanılan ilaçları, yan etkilerini, diyalizin kişide bıraktığı izleri bilmesi gerekiyordu. Yani gerçek anlamda bir doktor arıyordum, kestirmeden gidenlerden değil. Ayrıca bölgesel zayıflama odaklı bir diyet programı önerebilmeliydi. Çünkü kortizon kullanımından ötürü aldığım tüm kilolar bel bölgemde toplanmıştı. Ama en önemlisi bu yağlar vücuttan sağlıklı bir yöntemle atılmalı ve böbreğe hiçbir zarar verilmemeliydi. Ama nefroloğum Murat Bey’in “Hiçbir sakıncası yok” demesine rağmen diyet yapmaktan da ödüm kopuyordu; “Ya böbreğe bir şey olursa” diye. Bu yüzden biraz fazla ince eleyip sık dokudum. Mesela bazı diyetisyenlerin CV’lerini bile inceledim! Hatta bir ara tavsiye mektubu, referans falan da istemeyi düşündüm. İşi o kadar yokuşa sürdüm ki, araştırmam bir ay sürdü. Ta ki bizim magazin servisinden Neslihan Akbaydar’la konuşana dek. Neslihan, görüştüğüm diyetisyenlere bir şekilde güvenemediğimi anlayarak; “Hiç uzatma, senin ihtiyacın olan bu adam” dedi ve kendisine de on kilo verdiren Dr. Mustafa Karataş’ın ismini, telefon numarasını elime tutuşturdu. Ve hatırlattı; “Unutma bende de tiroid var.” (Sakın “Bu doktor kim” diye sabahın köründe arayıp sormayın, işte bilgileri: Dipnot, 0212 241 03 64) Yanılmadı da, bir buçuk ay sonunda tekrar 49 kiloyum. Hem de kullandığım kortizonlara rağmen. Hem de hiç aç kalmayarak... Üç ana, üç ara öğün yiyerek ve yemek yeme zevkinden, tadından vazgeçmeyerek... Ama en önemlisi bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaçlar kullanmamama yani her türlü hastalığa herkesten daha açık olmama rağmen sağlığımdan hiç ödün vermeden zayıfladım...

Devamını Oku

Latife Tekin susturulduğu halde arkadaşları konuşmaya devam etmiş

4 Temmuz 2008

Hani üçüncü sınıf barlarda “haydi eller havaya” diye alkış tutturan şarkıcılar var ya onlardan biriyle. Ne de olsa güzelim Türkçemizde şarkıcılara da “sanatçı” deniyor, Latife Tekin gibi hayata kestirmeden değil de edebiyat penceresinden bakan yazarlara da. İşte bu nedenle Karabük Belediye Başkanı’nın “parasıyla” davet ettiği yazarın kendi üslubunda konuşmasını istemesine, konuşmadığında da “susturun şu kadını” demesine hiç ama hiç şaşırmıyorum. Ne de olsa hemen her gün aynı mantıkla bir şekilde karşılaşıyoruz. Mesela biraz fazla bahşiş bırakan birinin restoranın garsonunu kendi özel personeli gibi kullanması ya da bağıra çağıra konuşması gibi. ‘Uzlaşma değil tavırsızlık...’Bu yüzden, Latife Tekin ile konuşana dek bu olayı, kültürümüzün tipik bir “ben sizin iktidarınızım” kronik hastalığının semptomu olarak yorumlamıştım. Ama Tekin’i dinleyince işin rengi bir anda değişti. Hem çok şaşırdım, hem de üzüldüm. Bunun nedeni ise Latife Tekin’in kürsüden indirilmesi üzerine diğer konuşmacılardan yazar Vecdi Çıracıoğlu ve Alper Akçam’ın gösterdikleri tavırdı. Daha doğrusu tavırsızlık... Çünkü hem Akçam, hem de Çıracıoğlu Tekin kürsüden indirildikten sonra yazar arkadaşlarına destek vermek için ne yanına gitmişler, ne de teselli etmişler. Hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etmiş ikisi de. “Acaba gerilimi hafifletmeye mi çalıştılar” diyorum; Latife Tekin’in tepkisi sert oluyor; “Bakın bu son zamanlarda sık sık kullanılan uzlaşma kültürü sözü beni ürpertiyor çünkü bunun adı artık tavırsızlık.” (Genç yazarlardan Onur Caymaz’ın yaşananları protesto ettiğini ve bu yüzden oradakiler tarafından tehdit edildiğini de hatırlatmak isterim.)Oysa yazarlar bir zamanlar dayanışma içindeydi hele söz konusu düşünce ve ifade özgürlüğüyken. Bırakın küçük bir etkinlikte bir yazarın susturulmasına konulması gereken tavrı, onları mahkeme salonlarında omuz omuza görürdük. Dahası bizim kültürümüzde misafire hürmet de vardı. O nereye gitti? Latife Tekin kürsüden indirildikten sonra etkinliği düzenleyenlerden Gülseren Hanım, özür dileyeceği ve ona güvende olduğunu hissettireceği yerde, yanına gidip; “Her şeyi mahvettiniz, yeri miydi bunları söylemek, şimdi sizin yüzünüzden bizim derneğimizi de kapatırlar” demiş. İşte Latife Tekin’in asıl tepkisi bu olup bitene. Haklı da. Bir diğer tepkisi de bilip bilmeden, işin esası öğrenilmeden yazılıp çizilenlere. Mesela “neden AKP’li bir belediyenin düzenlediği etkinliğe gidiyorsun?” sözlerine çok kızıyor... “Çünkü bilmiyordum” diyor ve başlıyor anlatmaya: “Karabük Kültür Sanat Derneği Başkanı Halil Nihat Yıldız aynı zamanda Tay Dergisi’nin de yöneticisidir. Bu dergiyi daha önce babası İbrahim Yıldız çıkarır ve bana gönderirdi. Kendisi işçi bir şairdi. İşte şair Alper Akçam beni arayıp, bu derginin bir etkinliğine davet etti. Hatta ‘yazar Hasan Ali Toptaş ve şair Haydar Ergülen’i de çağırıyorlar’ dedi. Ben de kabul ettim. Çünkü bu bir işçi dergisi. Hatta, iddia edilenin tersine, onlara yük olmasın diye kendi yol masraflarımı da kendim karşıladım. Yani kimse bana bu işin içinde AKP Belediyesinin olduğunu söylemedi. Meğer bu işi belediye finanse ediyormuş, dernek bu iş için 140 milyar artı KDV almış. Bu bana söylenseydi gitmezdim. Bu yüzden dostlarım tarafından kendimi kandırılmış hissediyorum ve buradan bütün yazar arkadaşları uyarmak istiyorum, bu tür davetleri lütfen iyi araştırın, benzer bir durumla karşılaşabilirsiniz.” Latife Tekin önemli bir uyarıda bulunuyor. Ama bu uyarının bir sonraki aşaması çok daha kafa karıştırıcı. Öyle ya bu durumda siyasi görüşlerimize uymayan belediyelerin, kurumların etkinliklerine gitmeyecek miyiz? Herkes kendi görüşlerine seslenenlerle mi bir araya gelecek? Memleketi ikiye bölen ayrışma buraya da mı yansıyacak? Ya diyalog, ortak payda, çözüm hatta sinerji? Bu kelimeleri ne yapacağız, sözlüklerimizden mi sileceğiz? Tabii ki değil. Ama “Susturun şu kadını” diyen bir yaklaşımla diyalog kurmanın yöntemi nedir? Hele hele yanınızda uğradığınız saldırıya tavır koymayı unutmuş meslektaşlarınız varken, onlara güvenemiyorken... Dahası sizi davet eden “sen de uslu dursaydın, bak şimdi beni de dövecek” diyen bir zihniyetken... Hele hele Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından birinin, elli yaşındaki bir kadının “Sarhoş falan değildim, bir bira içtim, onu da onlar ikram etmişti” diye açıklama yapmasına bile neden olunmuşken...

Devamını Oku

Mahkeme salonunda tablo, davada şeffaflık var

27 Haziran 2008

Oysa bu gerçek bir hikaye ve yaklaşık bir hafta önce yaşandı. Yer; Amsterdam’da bir mahkeme binası. Ama bildiğimiz adalet saraylarına pek benzemiyor. Çünkü bu bina, adaletin yanı sıra sanata da ev sahipliği yapıyor. Hatta bir sergi salonu gibi. Duvarlar resimlerle dolu, isteyen beğendiği resmi satın da alabilir. Bu farklılık mahkeme salonu için de geçerli. Her şey resmi ritüellerden arındırılmış. Mesela hakim, salonda bulunan herkesle tek tek tanıştıktan sonra davayı başlatıyor. Üstelik kimsenin “Pek saygıdeğer Hakim Bey” ya da “Yüce mahkemenin izniyle” diye başlayan cümleler kurduğu da yok. Hatta davalı ve davacı, avukatlardan daha çok konuşuyor. Öyle ki kendinizi bir mahkemede değil de bir tartışma ortamında sanıyorsunuz. Ancak arkadaşımın geçen hafta tanık olduğu bir dava bu ilginç mahkeme ortamını bile gölgede bırakır nitelikte. Aslında bir tüketici hakları davası bu... Ama davayı açan bir ressam, gerekçesi de kullanılan malzemenin niteliksizliği olunca işin içine sanat da giriyor, sanata bakış açısı da. Davalının adı Marianna. Kendisi büyük tuvallere minicik parçaları (her türlü malzeme) yapıştırarak yaptığı kolajları ile tanınıyor. Ancak tablolarının üzerindeki parçaların döküldüğünü görünce tutkalı üreten firmaya şikayette bulunuyor. Çünkü ürünün üzerinde “geçici yapışanlık sağlar” ibaresi yoktur. Firma ise kendisine 12 bin Euro öneriyor. Ancak Marianna’nın istediği para değildir, o pek çok sanatçı arkadaşının da benzer bir zarara uğradığını öğrendiği ve bu marka ürün çok yaygın kullanıldığı için üzerine “geçici yapışkanlık sağlar” ibaresinin yazılmasını istiyor. İşte dava bunun üzerine kurulu. Hakim, önce Marianna’nın eserlerini görmek istiyor. O da bir kataloğunu veriyor. Hakimin ilk tepkisi çok hoş; eserlere ilgiyle baktıktan sonra zabıt katibine içlerinden birini gösterip “Bu çok güzelmiş” diyor. Ardından Marianna hakime kullandığı tekniği, tutkal kullanımının gereğini ve kullandığı tutkalın eserlerde yarattığı tahribatı anlatıyor. Sonra sözü davalı alıyor. Diyor ki; “Ressamın söylediği doğru, tutkalın üzerinde “geçici yapışkanlık sağlar” ibaresi yok ama tersi de yok. İşte mahkemenin şeffaflığı da burada ortaya çıkıyor. Hakim, kararını sona saklayıp büyük bir sır açıklar gibi davranmıyor. Hatta sesli düşünüyor. Tıpkı firmanın bu sözleri üzerine kanaatinin bu yöne kaydığını belli etmesi gibi... Bu şeffaflık olduğu için de Marianna’nın tanıklarından restoratör (Şehir Müzesi’nde uzman), söz bile almadan devreye girerek “ama biz bu firmayı daha önce uyarmıştık çünkü bu olay başka sanatçıların da başına geldi” diyebiliyor. Hiç kimsenin birbirinden korkmadığı, statü kompleksine girmediği böyle bir davanın bizde olamayacağı açık... Çarpıcı ve zor olan sadece Marianna’nın durumu olmasa gerek... Mesela şu soruları kendimize sorarsak “biz”e ilişkin çok yanıt ve tarif bulabiliriz. 1) Siz böyle bir hakim olabilir misiniz? 2) Siz böyle bir davacı olabilir misiniz?3) Siz böyle bir tanık olabilir misiniz?4) Siz arkadaşına destek olmak için böyle bir davada bulunan ve görüş belirtebilen bir ziyaretçi olabilir misiniz?5) Siz böyle bir davanın görüldüğü bir ülkede yaşamak ister misiniz?

Devamını Oku

Lâle Aytaman’ın anıları ve Tansu Çiller

20 Haziran 2008

Çünkü Türkiye’nin ilk ve tek kadın valisi Lâle Aytaman’ın anılarından oluşuyor. Yani bu kitap sadece kişisel bir tarihin değil aynı zamanda yakın siyasi tarihimizin de bir anlatımı. Tabii bunda Aytaman’ın Türkiye’nin en önemli politikacı ailelerinden olmasının da önemi var. Babası 1975-1980 yılları arasında Kocaeli senatörlüğü yapan Dr. Abdullah Köseoğlu’ydu. Dayısı 19 Temmuz 1980’de uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden eski Başbakanlardan Nihat Erim... Eşi ise Emekli Büyükelçi Reha Aytaman...Bu nedenle onun anılarında Türkiye’nin siyasi ve diplomatik hayatına dair yeni yorumlar da bilgiler de bulmak mümkün. Ama Aytaman, anılarında bir bürokrat titizliği ile polemiğe izin vermeyen bir üslup kullandığı için kitaptan cımbız yapmak pek mümkün değil. Öyle ki dayısının ölüm haberini aldıkları anı bile dikkatle kaleme almış. Ancak bir bölüm var ki Aytaman’ın tüm tedbirlerine rağmen öne çıkmayı başarıyor. Bu vali olduğu sırada Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı Tansu Çiller’le ilişkisinin daha doğrusu ilişkisizliğin anlatıldığı bölüm.Taze incir ziyafetiTansu Çiller Başbakan olduktan sonra Aytaman’la sadece iki kez görüşmüş. Hem de yazları sık sık eşi Özer Çiller’in Marmaris marinadaki yatına gitmesine rağmen. Dalaman Havaalanı’na inişini son dakikaya kadar “güvenlik nedenleri” ile Muğla Valiliği’ne bildirmeyen Çiller, doğruca Marmaris’e geçermiş. Ancak aynı durum Aydın valisi için pek geçerli değilmiş. Çünkü Aytaman, Çiller’in geleceğini çoğu kez, Aydın Valisi’nin Başbakanın geleceğini haber aldıktan sonra teknesine taze incir göndermesinden anlarmış! Aytaman, bir keresinde Tansu Çiller Dalaman’a indiği sırada havaalanındaymış, ama Başbakan bu kez de “kıyafeti müsait olmadığı” için kendisiyle görüşmeden aprona yanaşan arabasına binip gitmiş. Ama bu anlatılanlar, iki kadının yaşadığı şu olayın yanında sönük kalıyor. Her şey 1993’te Malezya Başbakanı Mahatir Muhammed’in Mavi Yolculuk için Dalaman’a inmesiyle başlıyor. O sıralar PKK’nın güney sahillerinde eylem yapacağına ilişkin yoğun istihbaratlar var. Aytaman, eşi Reha Bey Uzakdoğu’da görev yaparken tanıştıkları için Mahatir Muhammed’i bizzat karşılıyor ve gereken tüm tedbirleri alıyor. Dönüş yolunda ise kendisini Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin arıyor ve diyor ki; “Alman Büyükelçisi’nin aktardığına göre 28 Haziran’da PKK’nın güney sahillerine saldırı düzenleyeceğine ilişkin istihbarat var.” Aytaman, bunun üzerine Malezya Başbakanı’nın özel ziyareti nedeniyle gereken tüm tedbirleri zaten aldıklarını söylüyor ama tedbiri elden bırakmayarak telefonu kapatır kapatmaz da emniyet müdürünü arayarak MİT ve Jandarmanın da bulunduğu bir toplantı düzenlemesini istiyor. Onlar toplantıyı yaparken ise Fethiye Kaymakamı Sait Eker’den ilginç bir telefon geliyor. Başbakan kendisini aramış ve saldırıya karşı ne yaptıklarını sormuş. Gelen ilginç telefonlara bir süre sonra İçişleri Bakanı Müsteşarı Fahri Bey de ekleniyor. Başbakan onu da aramış. Kaymakam konudan haberdar olmadığı için hesap sormuş. Bunun üzerine Fahri Bey’in “Bizim muhatabımız valilerdir. İçişlerinde düzen böyledir” demesiyle de ortam gerilmiş. Daha sonra Fahri Bey’in görevden alınmasına neden olan bu konuşma sonrasında da Çiller ve Aytaman arasında da gergin bir telefon konuşması yaşanmış. İşin en çarpıcı yanı ise, Aytaman’ın Tansu Çiller’in bu olası terör saldırısına karşı bu kadar hassas olmasının asıl nedenini anlattığı bölüm. Ama bu öyle bir bölüm ki buraya kadar anlatılan ve “kadın rekabeti” olarak yorumlamaya müsait olan bu gerilimi bir anda bambaşka bir meseleye dönüşüyor. Neden mi? Cümleyi aynen aktarıyorum, yorum sizin: “O güne kadar bizimle terör konusunda hiçbir temasta bulunmayan Tansu Çiller’in o günkü telaşının esas nedenini daha sonra öğrendik. Oğlu Mert, birkaç gün sonra tatil yapmak üzere Fethiye’ye doğru yola çıkacakmış.” Lâle Aytaman bu cümlelerden hemen sonra “Bana oğlunun geleceğini açıkça söylemiş olsaydı bir anne olarak telaşına hak verirdim” diyor. Ya siz, bir Başbakanın böylesi bir konuda ilk kez temasa geçmesinin telaşının özel bir nedeni olmasını nasıl yorumlarsınız?

Devamını Oku

Sevgi emek ister sözü ona aitti

13 Haziran 2008

Hep şaşırıyoruz. Ölen kişinin yaşı, sağlığı durumu hiç değiştirmiyor. Sanki ölüm sıra dışı, öyle kırk yılda bir hayata uğrayan bir şey... Bu çelişkinin üzerine çok düşünmeye gerek yok, ölüm gerçeğine katlanmak için yarattığımız savunma mekanizmalarından biri bu da. Aytmatov’un ölümü de şaşırtıcı oldu. Kendisiyle röportaj yapalı sekiz yıl olmuş. “Beyaz Gemi” romanını tekrar elime alalı altı ay. Bu, anne ve babası tarafından terk edilmiş beş-altı yaşlarındaki bir çocuğun hikayesiydi. Sadece üç evin olduğu bir vadide dedesi, üvey ninesi ve köpeği ile yaşayan bir çocuğun... Hiç arkadaşı olmayan, okula başlamamış. En büyük zevki, dedesinin yani kendisini seven tek kişinin dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek, “Deve, Kurt, Eyer ve Tank” isimlerini verdiği kayalarıyla konuşmak olan kısaca hayalleriyle mutlu olmaya çalışan mutsuz bir çocuğun hikayesi. Aytmatov büyük yazardı. 150 dile çevrilen eserlerinin 40 milyonun üzerinde sattığı tahmin ediliyor. Ama bence bu küçük çocuğun hikayesi onu büyük kılmak için yeterli. Bu kitabı okumuş olanlar neden bahsettiğimi hemen anlayacaktır, inanıyorum. (Sahi siz de zaman zaman bulutları bir şekle benzetirken bu küçük çocuğu anımsıyor musunuz?)Aytmatov aynı zamanda bir dönem solcularının da efsane yazarıydı. Bugün bile sık sık kullanılan “Sevgi emek ister” sözü ona aitti. Türkiye’de sinemaya uyarlanan ve başrollerini Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in oynadığı “Selvi Boylum Al Yazmalım” onun romanıydı. O bu romanda tutkunun karşısına sevgiyi koymuştu. Okuyana “Sevgi ne demek, aşk ne demek” diye sordurmuştu. “Cemile” romanı içinse “Mutlu aşk yoktur” dizesiyle herkesin aklına kazınan Aragon “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” demişti. Herkes “uzayda hayat var mı” diye sorarken o “Gün Uzar Yüzyıl Olur” kitabında “Varsa ne yaparız” sorusunu ortaya atmıştı. Mesela medeniyet olarak bizden iyilerse, ne yaparız? Onun yanıtı ise iletişime geçmeyeceğimiz yönündeydi. Sovyetler dağıldıktan sonra kurulan Kırgızistan devleti, onu baş tacı yaptı. (Kırgız Türkleri ile Türkiye Türkleri arasındaki en büyük fark bu olsa gerek. Yani yazarlara verilen değer.) Hollanda, Lüksemburg, Belçika, Fransa büyükelçisi olarak atandı. Bu nedenle ben de Türkiye’ye geldiğinde ona şu soruyu yöneltmiştim. Aldığım yanıt aynı zamanda onun yazarlığının dokusunun da tarifiydi:* Siyasi kimliğiniz yazarlığınızı etkiliyor mu? Kağıt ve kalemle baş başa kalamamak sizden neler götürdü? Sizinle aynı fikirde değilim çünkü yazarın her şekilde toplumun içinde olması lazım. Şayet tek başına kalıp bir şeyler yazmaya başlarsa asıl o zaman sanatını yitirir. Çünkü yazar din adamı, yazdığı yerde manastır değildir. Öyle yazmaya başlarsa ortaya çıkacak olan yeni bir Kuran ya da din olur. Oysa tüm kitaplar insanı anlatır. Bu yapılmazsa ortaya çıkan sadece bir illüzyondur. Benim anlattıklarımın çarpıcı olmasının nedeni de bu. Ben II. Dünya Savaşı’nı yaşadım ve her şeyi de buradan yola çıkarak anlattım.NOT!VatanKitap’ın Haziran sayısı, OSS nedeniyle yarın değil Salı piyasada olacak. Gezi kitaplarının masaya yatırıldığı bu sayıyı okumadan tatil planı yapmamanızı tavsiye ederim.

Devamını Oku

Nuri Bilge Ceylan’la Yumurtlayanlar

6 Haziran 2008

Dünya sinemasının en aranan oyuncuları, yönetmenleri onu ayakta alkışlamış ama biz “dünden bugüne giyiminde nasıl bir değişim olmuşmuş”u yorumluyoruz. Clint Eastwood, Wim Wenders, Steven Soderbergh gibi dünya sinemasının en büyük yönetmenleri arasından birinci seçilmiş, biz bütün utanmazlığımızla “Ay ama çok sıkıcıııııı” diyoruz. Ama illa bir şey diyoruz. Demezsek olmaz, çünkü hepimiz Altın Palmiye ve Cannes Film Festivali’nin öneminin az çok farkındayız. Tabii ki bu farkındalığın sinema bilgisiyle alakası yok. Bakıyoruz televizyona bir sürü ünlü kadın oyuncu... Hepsi tasarım harikası elbise giymiş... Erkekler smokinli... Kırmızı halı da var. Her şey tıpkı Oscar’daki gibi. Üstelik Nuri Bilge Ceylan’a ödülünü Faye Dunaway veriyor. Demek ki bu ödül değerli ve bu konuda bir şeyler demek şart! İyi ama ne? Öyle ya, bizim için sinema denilen şey fındık, fıstık, çekirdek eşliğinde izlenen ve hoşça vakit geçirten bir şey değil midir? Güzel bir kız olsun, bir de güzel oğlan, bize yeter. Bir de aralarında sudan bahanelerle oluşmuş küçük bir gerilim ve onun etrafında dönen bildik bir hikâye. Hani canımız korku filmi istemişse o zaman bu hikâyeye dev bir yılanın ya da katilin yanı sıra sürekli sakarlık yapan bir şişmanın eklenmesi yeterlidir. (İlk o öldürülsün diye!) Gülmek istediğimizde de araya konserve kahkaha ve biraz ironi katılmışına gideriz. İşte sinema bilgimiz, terbiyemiz bu tür filmlerle sınırlı olduğundan Nuri Bilge Ceylan’ın başarısı üzerine ne diyeceğimizi bir türlü bilemedik ve her zamanki gibi işin kolayını seçtik. Ve başladık en hamasisinden popülist yorumlara: 1) Recep İvedik ile kıyasladık. Bu en kolay ve en prim yapan söylemdi. Hem popüler kültüre vurup hem ondan faydalandık. Üstelik “Ama ben Nuri Bilge Ceylan’ı izleyemiyorum” dememiz de çelişki yaratmayacaktı çünkü herkes aynı durumdaydı. Ayrıca bu söylemle “biz adam olmayız” kıvamındaki bir sohbete uzanıp istersek arabesk tonunu artırarak her türlü konuya atlayabilirdik. 2) “Tutkuyla sevdiğim güzel ve yalnız ülkeme” sözlerine yöneldik. Bu biraz daha eğitimli kesimin tercihi oldu. Çünkü bu sözle, hem Orhan Pamuk’a geçirme fırsatını bulduk hem de Ermeni meselesine... Hatta istersek Büyük Ortadoğu projesine sıçrayıp Eurovision’la kapanışı da yapabilirdik. Tabii bu durumda Orhan Pamuk’un da yıllarca “Çok sıkıcı bir türlü okunmuyoooo” diye yere vurulduğunu da Nobel Ödülü konuşmasını Türkçe yaptığını da bir çırpıda unutmamız gerekiyordu. İşin bu kısmında düzeltilmesi gereken o kadar çok cahillik var ki... Ama bunları yazmaya ne içim el veriyor, ne de yerim. Çünkü bu öyle bir ülke ki, klasik müziğin önemi bile ancak tavukların daha fazla yumurtlaması ya da ineklerin süt vermesi ile anlayabiliyor. Ama Nuri Bilge Ceylan, klasik müzikten tavuklar ve inekler kadar bile nasibini almamış bizlerin dikkatini çekmeyi başardı. Ne yazık ki bunu da yüreğini koyduğu sinemasıyla değil sözleriyle yaptı. Evet, herkes onun sözlerine takıldı ve bu durumu da sözlerinin içeriğiyle açıklamaya çalıştı. Oysa onun kısacık ve vurucu cümlesinde bizi asıl çarpan üslubu, şiirselliğiydi. Nuri Bilge Ceylan pek çok yazar ve şairimizin unuttuğu bir şeyi yaptı ve ödül konuşmasında gündelik politik söylemlere, tartışmalara girmeden edebiyatın, sanatın gücünü kullandı ve bize tek dizelik bir şiirle seslendi.

Devamını Oku