İlk başta kulüp ve müzik üzerine haberler veren bir yayındı. Sonra Beyoğlu odaklı haberlerin yer aldığı bir gazeteye dönüşmüş ve “S” gazete adını almıştı. Giderek büyüdü, yazar kadrosu da mekanı da genişledi ve “gazetemsi”yi çağrıştıran Gaste adını aldı. Bu mimariden sanata ilginç, hoş yazıların yer aldığı keyifli bir dergiydi. Adı gazeteyi çağrıştırsa da o gün olup bitenle ilgili değildi, içindeki S harfi sanattan, sokaktan bahsedeni bize ulaştırmayı hedeflediğini gösteriyordu. Ancak Oruç Arıoba, Gündüz Vassaf, Hilmi Yavuz vb. değerli kalemlerin yazılarının yer aldığı bu dergi, “S” adına geri dönmek zorunda kaldı. Bu isim değişikliğinin nedeni bu kez ne yayın politikasından kaynaklanıyor, ne de bir başka gönüllü hedeften. Çünkü Roxy’nin Gaste’sinin karşısına aynı ismi taşıyan Zorlu’nun Gaste’si çıktı. Yani resmi olarak isimleri gazete künyesinde yer almasa da sahibinin Zorlu Ailesi olduğu söylenen, İstanbul haberleri veren ve ücretsiz dağıtılan gazete... Artık aynı adı taşıyan iki gazete ve tek isim vardı. Evet, isim hakkı Roxy’deydi ama yeni Gaste’nin ortakları arasında da Başbakanın yakınındaki isimlerden Cüneyt Zapsu’nun olduğu söyleniyordu. Mahalle bakkalı ile süpermarketin aynı sokakta satış yapmasını hatırlatan bu karşılaşmaya ilk olarak Hürriyet’ten Kültürazzi değinmiş ve “İsim hakkı üzerine pazarlıklar sürüyor” demişti. Eski adıyla Gaste yeni adıyla “S” nin genel yayın yönetmeni Cem Sencer ile yaptığım konuşma ise sürecin çok da pazarlıkla geçmediğini gösteriyor. Şöyle diyor Sencer: “Gazetenin hazırlıklarına başladıktan yedi ay kadar sonra bizim varlığımızı öğrenmişlerdi. Bizden isim hakkını satın almak istediler, önce ‘olur’ dedik. Ama sonra basında bu gazete ile ilgili yazılar çıkmaya başladı. Açıkçası bunun içinde yer almak istemedik ve vazgeçtik. Ama onlar yine de Gaste adıyla çıktılar. Bunun üzerine avukatlık olduk. Fakat bizim bunu sürdürebilmemiz mümkün değildi çünkü bu tür davalar en az iki yıl sürermiş. Bunun üzerine isim hakkından vazgeçtik.” Peki, isim hakkını 150 bin dolara sattıkları doğru mu? “Hayır” diyor Cem Sencer, “Bu tür rakamlar söz konusu değil. Belki de pazarlığa müsait bir konumdaydık ama biz bu tür şeyleri becerebilecek insanlar değiliz. Mesela bu dergiyi de hep bir nevi sivil girişim olarak tanımladık. Bu yüzden bu durumu bir fırsat gibi algılamayı tercih ediyoruz. Yani değişen ismimizle yayın politikamızı da geliştireceğimiz, belki bir-iki muhabir alacağımız bir değişiklik olarak...” İnanç özgürlüğü ve demokrasi tartışmalarının yoğun yaşandığı bir dönemde yargılandı Richard Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” kitabı. Hem de ticaretle uğraşan bir vatandaşımızın “Bu kitapta açıkça dine ve mukaddes değerlere saldırılıyor” demesi üzerine... Dünyanın en saygın gazetelerinin bu kitap için “Neşeli, heyecanlı ve en önemlisi lüzumlu” sözlerini kullanmış olması bile önemli olmadı. Ya da bu kitabın bir uluslararası bestseller olması. Bir vatandaşımız öyle istiyor diye yayıncısı da kitap da “Halkı kin ve düşmanlığa sevk edecek ifadeler içermekten” mahkemeye çıktı. Neyse ki kitap beraat etti! Bir güzel teselli daha kitap belki de bu sayede Türkiye’de sesini duyurarak üçüncü baskıyı yaptı.Ah bir vaktim olsa...Hava da güzel olsa... Mesela ilkyaz sıcaklarının ilk günleri... Ada vapuruna binsem... Önceden aldığım simit ve peynire tavşankanı çay eşlik etse. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ”Huzur“ romanını açsam, Nuran ve Mümtaz’ın ada vapurunda tanıştıkları bölümü açsam. Hayır, okumasam, o bölümü aklımdan bir de kendim yazmam. Denizi, köpüren suları, maviyi, ilkyaz güneşini seyretsem. Büyükada’nın güzel sokaklarında, beyaz köşklerini seyrederek yürümeyi planlasam. Sonra vazgeçsem, Burgazada’da insem Sait Faik’in evine gitsem, evin kirişinde dursam bir oltalarına, bir şapkasına baksam...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün köşk yemeği davetlilerinden de olan Yavuz’un bu sözleri gazeteci İsmail Küçükkaya’nın kaleme aldığı “Cumhuriyetimize Dair” kitabında yer alıyor. Küçükkaya’nın Hilmi Yavuz, Deniz Ülke Arıboğan ve İlber Ortaylı ile gerçekleştirdiği üç uzun röportajdan oluşan bir kitap bu. Hilmi Yavuz’un bu sözleri tartışma yaratmaya aday olduğu için bu bölümü aynen aktarıyorum: “ Soru: Nedir Nakşî proje? Cevap: Türkiye’yi kalkındırmak, belli bir sermaye yapısı oluşturmak ve Türk insanını müreffeh kılmak. Kapitalizmle uyuşmaktır bu. Dünyevileşme! Bir anlamda liberal bir siyaseti işaret ediyor. Kapitalist dünyanın, 21’inci yüzyılın sorularıyla Nakşîlik ‘Biz bu çağa nasıl ayak uyduracağız’ diye sorgulama yapıyor. Nakşîlik bunu kendisine dert edinmiştir. Başka cemaat veya tarikatlarda bunu göremeyiz. Ayrıca bunun Kurani dayanakları da var. Mesela Carl Becker’in yaptığı 1930’larda bir çalışma var. Kuran’da geçen kavramlardan birçoğunun ekonomik ve ticari kavramlar olduğunu söylüyor. Mesela kisb. El kasibi habibullah! Allah kazananı sever. Buradaki ‘kisb’ hangi anlama geliyor? Edinmek! Evet, ama bu edinme, tamamen dünya malı edinme midir? Gurur yapmayacak bir şekilde mal mülk edinme. Kuran’ın bize buyurduğu şey: Dünyevileşin, mal mülk edinin, ama bununla asla gururlanmayın! Nakşîlik bunu savunuyor. Daha fazla zengin olun. AK Parti’yi bu bağlamda görmeden anlamak imkansızdır. Sermaye birikimine, mal ve mülk sahibi olmaya önem veriyorlar ve ne kadar çok kazanırlarsa Kuran’ın gereğini o kadar yerine getirdiklerini düşünüyorlar.” İsmail Küçükkaya, dört sayfa sonra Hilmi Yavuz’un kültür-sanat alanındaki siyasi kutuplaşmaya yönelik fikirlerine yer vermiş. Ancak bu bölümü okurken “Dejavu” yaşıyorum sandım. Öyle ki cümle bitmeden sonrakinin ne olacağını bile biliyordum. Bir süre sonra anladım ki 31.12. 2007 tarihinde Vatan Gazetesi’nde yayımlanan ve “Meclis’te tek entelektüel yok” başlıklı röportajımı okuyorum. Hemen hemen her cümle, kelime aynı! Ama hak yemek de istemem, Küçükkaya sorularımın bazılarını değiştirip kendisine uyarlamaya üşenmemiş!Bu nedenle Küçükkaya’ya buradan da bir katkıda bulunmayı ve Hilmi Yavuz’un Nakşîlik ve AKP arasında ilişki kurduğu bu bölüm üzerine röportaja şu soruları eklemeyi de bir görev bilirim. İnanıyorum ki, Hilmi Yavuz bir felsefeci olduğu için bu sorulara ilginç yanıtlar verecekti. 1) Bu durumda mal-mülk sahibi olmayanlar Kuran’ın gereklerini yetirene getiremeyen kişiler midir? 2) Nakşîlik’te mal-mülk edinmek önemli bir amaçsa bu elit bir tarikat olmaz mı? Bu durumda AKP’nin “halk hareketi” olduğuna yönelik görüşler yanlış mı? 3) Bir ülke ekonomisinin gelişimi gibi son derece dünyevi bir konuyu, dini referanslarla analiz ediyorsak, etmemiz gerekiyorsa bu laikliğin içinde midir, dışında mı? 4) “Allah kazananı severse” kaybetmek, fakir olmak günah mıdır? 6) Bu durumda AKP Nakşî bir örgütlenme mi oluyor?Unutma!Bilkent Üniversitesi’nde 3-5 Nisan arasında Evliya Çelebi Sempozyumu var. “Çağının Sıra Dışı Yazarı ve Eseri: Uluslararası Evliya Çelebi ve Seyahatname Sempozyumu” isimli etkinlikte Prof. Dr. İhsan Doğramacı, tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Metin And, Prof. Talât Halman ve ABD’li Evliya Çelebi uzmanı Prof. Dr. Robert Dankoff yer alıyor. Bildiri sunacak şerli ve yabancı uzmanlar ise şöyle: ABD’den Prof. Dr. Pierre MacKay, Fransa’dan Prof. Dr. Jean Louis Bacquè-Grammont, Avusturya’dan Prof. Dr. Gisela Prochazka-Eisl, Prof. Dr. Claudia Römer, Almanya’dan Prof. Dr. Claus Schönig, Bakû’den Prof. Dr. Ferah Hüseynova, Türkiye’den Prof. Dr. Feridun Emecen, Prof. Dr. Musa Duman, Dr.Yücel Dağlı, Doç. Dr. İbrahim Sezgin ve Seyit Ali Kahraman. Perşembe saat 09:30’da başlıyor. Ah bir vaktim olsa!Kaş Kamping’e gitsem, zeytin ağaçlarının altındaki tahta şezlonglara uzansam... Etrafta insanoğlunun üretip-tükettiklerine dair tek ses olmasa... Az sonra türlerini bilmediğim ama nefis şakıyan o küçük kuşlar gelip ağaca konsa... Okumayı bıraksam, gözlerimi kapayıp bu minicik yaratıkların dünyasına dalsam... Ekonomiden, siyasetten habersiz o daldan bu dala atlasam. İşi-gücü dert edinmesem, ekmek kırıntısıyla doysam, güneşle ısınsam. Ölümü bilmesem. Sonra gözlerimi açsam ve gökyüzünü kaplayan milyonlarca yıldızla karşılaşsam. Saatler geçtiğini anlasam. Tatlı bir uykuya dalsam!
Ancak Çanakkale Savaşları’nı bir tarihten öteye götüren, onu sadece 18 Mart 1915 Zaferiyle bile sınırlı kılmayan barındırdığı insan hikayeleridir. Zaman zaman “efsaneleştirelim” derken komikçe ve sorumsuzca hurafeleştirilen... Ama tarih nasıl sadece birer rakam değilse rakamlar da öylesine işaretler değildir. 88 bin 559 gibi. Çünkü bu hayalleri, umutları olan kimi evli, kimi bekar, hayatının baharında ya da deneyimlerinin meyvesini almak üzere olan 88 bin 559 kişinin hayat adı verilen o büyük romanının son bölümüdür. Bu, baş danışmanlığını Prof. Halil İnalcık’ın yaptığı, altı ciltlik “Çanakkale Tarihi” kitabında belirtilen Çanakkale şehitlerinin sayısıdır. Peki kimdi onlar? Hayat hikayeleri neydi? Çanakkale Savaşları üzerine yazılan kitaplar arttıkça bu sorulara artık daha iyi yanıtlar bulabiliyoruz. (Tabii son yıllarda her alanda artan bilgi kirliliğinden nasibini alan bir kısım yayıncılar sayesinde bu sorulara ‘sapla samanı birbirinden nasıl ayıracağız’ sorusu da eklenmedi değil!)İşte bu kitaplardan biri de yayınlanır yayınlanmaz basında kendine yer bulan “Çanakkale’de Şehit Düşen Futbolcular” oldu. Ne de olsa söz konusu Türkiye nüfusunun yüzde 99’unun üzerine konuşmayı becerebildiği, bir bilgi birikimi yaratabildiği tek alanı. Şimdi birçok taraftar bu kitabı okuyup “Oo, Abi bak, en kahraman bizmişiz, bizden bu kadar şehit ya sizden?” gibi acımasız, ruhsuz laflar edip bir de bunu vatanseverlik falan sanacaktır. Onlara tavsiyem hiç oyalanmadan sayfa 29’u açmaları... Neden mi? Burada dönemin Fenarbahçe’si var. Ama ne Fenerbahçe! Futbol maçına değil de bilimsel bir kongreye katılacak takım! İşte kadro: Kaleci Şekip Güzel Sanatlar Akademisi, Cafer Eczacılık Fakültesi, K. İsmet Tıp Fakültesi, Hasan Kamil Michigan Üniversitesi, Fahir Fen Fakültesi, B. İsmet Tıp Fakültesi, Kadri Ticari İlimler Akademisi, Ragıp Ziraat Fakültesi, Zeki Rıza Veteriner, Alaaddin Güzel Sanatlar Akademisi, Sabih Tıp Fakültesi, Bedri Diş Hekimliği Fakültesi, Ömer Heidelberg Üniversitesi. (Kitap net bir bilgi vermemiş, anladığım kadarıyla bu kadro 1923’e ait.)GS, FB, BJK ve Ankaragücü’nden bilenen rakamlara göre 70 futbolcunun şehit oluşunu, hikayelerini anlatan bu kitabı bu gözle de okumakta fayda var. Kürt civanlar da vardı!Ne zaman Çanakkale Zaferi kutlamaları yaklaşsa bol hurafeli masallara bir de en hamasisinden milliyetçi söylemler karışır. Kahraman Türklerin mucizeleri, bir cihana hatta on kainata, büyük patlamalara vs bedel söylemler sarar her yanı! Emine Uçak Erdoğan’ın araştırmaları sonunda kaleme aldığı “Kürt Civanlar” kitabı ise Çanakkale Savaşları’nın anlamını bir kez daha hatırlatıyor bizlere. İşimize geldiğimizde söylediğimiz “Türk Kürt Çanakkale’de birlikte savaştı, birlikte şehit oldu, birlikte yatıyor” sözlerinin bir klişe olmadığını dahası Çanakkale’yi Anadolu halklarını göz ardı ederek okumaya çalışmanın yetersiz kılacağını...Kadınlar da!Çanakkale Savaşları’nın farklı yönlerini anlatan bir diğer kitap da “Çanakkale’nin Kadın Kahramanı” adını taşıyor. İsmail Bilgin’in imzasını taşıyan kitap Çanakkale’de görev yapan ilk Türk kadın hemşiresi Safiye Hüseyin’in hayat hikayesini anlatıyor.
Saadet yüksek lisans ödevi için bir kitaba ihtiyaç duymuş. Bu, öyle adı sanı bilinmez bir kitap değil. Yazarı da yıllar önce göçüp gitmiş biri değil, hayatta. Önce kitabevlerine bakmış; yok. Yayınevini aramış “baskısı tükendi” demişler. Beni aradı, ben de yok. Birkaç sahaf gezdikten sonra nihayet kitabın izini internet üzerinden tanıtım yapan Gaziantep’teki bir kitapçıda buldu. Nasrettin Hoca’ya kulağını tersten tutturan bu kitap hangisi mi? Giovanni Scognamillo’nun “Bir Levanten’in Beyoğlu Anıları.” Evet, yanlış okumadınız, hani şu 79 yaşındaki İtalyan asıllı Levanten tarihçi ve yazarın meşhur kitabı. Hani canım İstanbul’un 70 yıllık kültürel hayatını anlattığı için tarih bölümlerinde okuyan öğrencilerin, araştırmacıların kaynak olarak başvurdukları kitap. Ne yazık ki Türkiye’deki vaziyet bu. Herkes aslında biraz kendine, birkaç okura ama çoğunlukla suya yazıyor. Bir kitap çıktıktan altı ay sonra sahaf olabiliyor. Bu satırları okuyan bazı yayıncılar “ama talep yok” diyebilir, talebi dalından düşen bir meyva sanarak. Bugün kaç mahallede kitapçı var? Bırakın onu kaç semtte? Yolda yürürken her türlü ilginç mağaza görürüz ama kitapçı görmeyiz. Şimdi bu boşluk internet üzerinden satış ile kapatılmaya çalışılıyor. Oysa bu durumu bir tekstil ya da bakliyat üreticisine bile anlatamazsınız. Onlar ürünlerini vitrinde de görmek ister çünkü markalarını bunun güçlendireceğini bilirler. Dahası bu bir duygu, gururdur. Ne tuhaf ki, 1990 ile 2000 arasındaki on yıllık süreci “kitap bir metadır, ay yok değildir” tartışmasına harcayan yayın dünyasının kitapların dokunulup karıştırılarak alınması için verdiği pek bir gayret yok. Gerçi bu piyasada, tükenen bir kitabın tekrar basımı için de gayret verilmeyebiliyor. Daha çok satmak için etkileyici metodlar aramaksa racona ters düşer. Bu yüzden Gaziantep’teki altarnatifkitap.com’un sahibi Ömer Doğan’a buradan bir alkış, lütfen! İnternet sitesini tanıtım amaçlı kullanıp telefonla satış yaptığı yani müşterileriyle konuşarak da olsa iletişim kurduğu, öğretmen, öğrenci hatlarını da unutmadığı için.
Zira müzede 6 bin tablo olmasına rağmen ziyaretçilerin yüzde 95’inin ilk işi 77cmx53 cm ebatlarındaki bu tabloya koşmak oluyor. Tabloya olan ilgi o kadar büyük ki, her yıl bir günlüğüne yerinden indirilerek temizlendiği gün, müzenin en sakin günü olarak kayıtlara geçiyor. Hatta Louvre’un güvenlik görevlileri sırf “Mona Lisa”yı korumanın getirdiği stresten ötürü ek ücret talebinde bile bulunuyor. 2005 yılında ise Louvre’u yedi buçuk milyon kişi gezdi. Bu bir rekordu ve bunun nedeni Dan Brown’un iki yıl boyunca New York Times ve amazon.com başta olmak üzere tüm dünya best-seller listelerinin ilk sırasında yer alan “Da Vinci Şifresi” kitabıydı... Bir kitap, bir tablo ve muhteşem bir müze sadece Paris’e yedi buçuk milyon turist getirmişti... (Bu arada Türkiye’nin 20 ilindeki 43 müze kapalıydı.) Pek çok kişi romanda okuduğu eserleri, tabloları, müzenin kapısını bir de kendi gözleri ile görmek için koşmuştu müzeye. Bir müzeyi, bir sergiyi bir kitabı daha iyi anlamak için gezmek... Onun satırları arasında dolaşmak. Ya da bir sergiyi daha iyi anlamak için bir kitabı okumak. Bizim gibi okuma, gezme, görme fakiri bir ülke için ne marjinal bir zevk değil mi? Ama müdürlüğünü Nazan Ölçer’in yaptığı Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “İstanbul’da Louvre” sloganıyla duyurulan “İslam Sanatının 3 Başkenti” sergisi sayesinde ben bu zevki tattım. Sergide Osmanlı, İran merkezli Safevi ve Hindistan’da kurulan Babür İmparatorluğunun görkemli sanat eserleri yer alıyor. İznik Çinileri’nin en iyi dönemine ait eserlerin, halıların, seramiklerin yer aldığı sergiyi benim için özel kılansa minyatürleriydi. Daha doğrusu resim sanatının tüm bu eserlerde kendini gösteriş biçimi. (Osmanlı’da daha soyut bir resim anlayışı varken İran’a hele Hindistan’a doğru gidildikçe tam tersi bir yaklaşımın olması. Neredeyse Batı resim sanatına yaklaşıp üç boyutlu, perspektif içeren bir anlayışa yaklaşılması gibi.) Çünkü bu sayede kendimi Orhan Pamuk’un en sevdiğim romanlarından olan “Benim Adım Kırmızı”nın sayfalarında dolaşıyormuş gibi hissettim. Okuyanlar bilir, “Benim Adım Kırmızı”da kişisel üslup ve imza meselesi minyatür sanatı ve nakkaşların dünyası üzerinden tartışılır. Minyatürde ya da İslam resim sanatında perspektif de yoktur, hacim de. Her şey iki boyutludur. Okullarda sadece Batı resim sanatı eğitimi aldığımız için midir yoksa elimizden tutup iki müze-bir sergi gezdiren öğretmen olmadığı için mi, bilemem, bu resim sanatını o yüzden pek bir çocukçu bulur, küçümseriz. Malum bize kim anlatmıştır ki, İslam resminde bir “şeyi” birebir resmetmenin Allah’ın yaratıcılığı ile yarışmak olarak yorumlandığını. Dahası, Batıda imza sanatçının her şeyiyken, nakkaşların tam da bu yüzden eserlerine imza atmadıklarını... Üstelik bu resim sanatında yaratıcılığın kopya ederek geliştiğini yani kendini sınırlandırılarak kendini aştığını... Ve her bir minyatürün ardında bir edebiyatın, hikayenin olduğunu bize anlatan oldu mu? Orhan Pamuk’un son derece büyülü ve tutkulu bir dünyayı polisiye bir kurgu ile önümüze serdiği romanında ise tüm bu bilgileri bulmak mümkün. Bence bu sergiyi gezdikten sonra ya da öncesinde bu romanı okuyun. Not: Sergiyi gezerken bir şeyi anlamak için tersine bakmak gerektiğini de hatırladım. Minyatürlerde yemenili, tülbentli örtülü kadınların gerdanı da gözüküyordu, saçları da. Sanki yanındaki erkeğin sarığı gibi bir aksesuar, statü simgesiydi başörtüleri. Başı örtmek, gizlemek niyetiyle değil de tıpkı günümüzün şapkaları, bereleri gibi dikkati buraya çekmek için takılmış gibiydi.
Aralarında başında Fransız beresi, kolunun altına sıkıştırdığı çantası, beyaz trençkotu ve sağ elindeki sigarası ile Suat Derviş duruyor. Hani şu günümüzde “Karakolda ayna var, ayna var” nakaratıyla adından haberdar olduğumuz “Fosforlu Cevriye”nin yaratıcısı kadın romancımız. Fotoğraf karesindeki tüm erkekler objektife bakmış o hariç. Sanki ufka dalıp gitmiş gibi ama “Leyla Leyla” bir bakış değil bu. Duruşunda kendine müthiş bir güven, saygı ama en önemlisi inanç var. Hani istemese onu kimse yerinden kıpırdatamazmış gibi. Zaten ilk aşkı Nâzım Hikmet de onun için “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; bir kere eğemedim bu kadının başını” dememiş miydi? Ama ne tuhaf ki özgür, entelektüel, başarılı kadın modellerin birer “kıt kaynak” olduğu ülkemizde Suat Derviş’in ne adı bilinir, ne de Hollywood filmlerine konu olacak denli renkli ve maceralı olmasına rağmen hayatı. Oysa hayatı sinemaya uyarlansa onun sağlam duruşuna, militan, bağımsız, çapkın kişiliğine Sharon Stone fazlasıyla yakışırdı. Neyse ki, biyografi yazarı Liz Behmoaras onun hikayesini “Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi” adıyla kitaplaştırdı da bu büyük boşluk (acaba nankörlük mü?) en azından görünür hale geldi. Çünkü 1905 doğumlu olan Suat Derviş öyle sıradan bir kadın değildi. Onun hayat hikayesini okuduğumuzda verdiği mücadelelerin, yaşam biçiminin hele hele özgürlük anlayışının bugünün Türkiye’sinde bile pek karşılığı olmadığını görürsünüz. İlk aşkı Nâzım Hikmet, üçüncü eşi Nizamettin Nazif, son eşi ise TKP Teşkilat Sekreteri Reşat Fuat Baraner’di. Yani her biri Türkiye tarihinin önemli şahsiyetleri... Ama o, kendisinden “Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak” bahsedildiğinde “Ben, yazar Suat Derviş’im! Kimsenin karısı olarak yad edilemem” diyen bir kadındı. (Darısı günümüz kadınlarının başına!)Hayatına giren erkeklerin siyasi çizgisinin de gösterdiği üzere Suat Derviş bir komünistti. Nâzım’la birlikte Rusya’daki Ekim Devrimi’ne ilgi duymuş, SSCB’yi gezip uzun röportajlar yapmıştı. Dahası Reşat Fuat Baraner’le 1930’lu yıllarda faşizme karşı mücadele vermek için Yeni Edebiyat dergisini kurup yönetmiş, gizli Türk Komünist Partisi’nin faal bir militanı olmuştu. Ama o her şeyden önce bir yazardı. İlk kitabını daha 16 yaşındayken yazmıştı. Adı ise oldukça ilginç; “Kara Kitap.” 1943’de yayımlanan “Fosforlu Cevriye” romanının yanı sıra “Fatma’nın Günahı”, “Gönül Gibi”, “Roman Olan Şeylerin Romanı”, “İstanbul’un Bir Gecesi”, “Hiç”, “Çılgın Gibi”, “Aksaray’dan Bir Perihan” ve “Les Ombres du Yalı” isimli kitapları da vardır ama çoğunu belki sahaflarda bulabilirsiniz. (Sanki böyle bir yazar hiç olmamış gibi değil mi?) Ne hazin ki 23 Temmuz 1972’de öldüğünde de yapayalnızdı. Liz Behmoaras’ın kaleme aldığı biyografisinde cenaze gününü İsmet Kür şöyle anlatıyor: “Baktım, basın çevresinden bir yığın insan... Cumhuriyet gazetesinden koskoca bir çelenk. Ama durum az sonra aydınlandı. Bu kalabalık, bu koskoca çelenk, bir zamanların Cumhuriyet yazarı, ünlü gazetecisi, romancısı, cesur devrimcisi Suat derviş için değil, o sıralarda Cumhuriyet’te çalışmakta olan Sayın Sadun Tanju’nun saygıdeğer annesi içinmiş!”
Adı Mağribi sokaktı. Arnavut kaldırımı taşlarının arasından yeşil otlar biter, birkaç küçük eski evinin duvar çatlaklarından kimi zaman adını bilmediğim eflatun çiçekler fışkırırdı. Bir yokuşun üzerindeydi ve hemen karşısında tarihi bir çeşme vardı. Hem de suyu akan, musluğu duran bir çeşme... Ne zaman Eyüp’ten Nişanca’ya çıksam bu yolu takip ederdim, çünkü o yokuşa geldiğimde, hele bir de yazsa, çeşme başında soluklanır, su içer, yüzümü yıkar, kenarına oturur o güzel sokağı seyrederdim. Evlerinin teneke içindeki sardunyalarını, karanlığını, eski bir apartman avlusu ısısındaki serinliğini içime çekerdim... Bu sokağın benim için anlamı neydi bilmiyorum. Bir meditasyon mekanı mıydı? Yoksa bir arayışın, bir yalnızlığın ifadesi mi? Yoksa çirkin apartmanların, sıvası dökük gecekondudan bozma evlerin arasında birazcık estetik haz almak, “Hayır her şey o kadar da kötü değil” demek ve Polyannacılık oynamak için miydi? Bilmiyorum, bildiğim girişinde durup bakmayı sevdiğimdi...101 yazar 100 sokak...Ama Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve 101 yazarın kaleme aldığı 100 sokaktan oluşan kitabı elime alır almaz da aklıma benim o küçük sokağım geldi. Evet, ben o sokağın evlerinden birinde hiç oturmadım. Pencerelerinde halı dövmedim, masa örtüsü silkelemedim. Hayır, ben o sokakta hiç top oynayıp ip atlamadım. Ya da işe yetişmek için acele ederken takılıp çorabımı kaçırmadım, bir alışveriş sonrası çantamdaki kapı anahtarını bir türlü bulamayıp serin taşlarına kendimi öylece bırakıvermedim. Ama nedense o sokağı hep özel buldum. Sahi bir sokağı özel kılan nedir? Sanırım herkesin yanıtı farklı olacak. Tıpkı “İstanbul Sokakları” kitabındaki gibi. Çünkü her yazar farklı bir hikaye ya da anı anlatmış bize bu kitapta. Belki de bunlar üzerinden kendi tarihlerinden bir kesiti, bir hallerini... Zaten her sokak bir mahalleye, o da bir dünyaya açılmaz mı? Ve her dünya aslında bir hayat değil mi? Adalet Ağaoğlu’ndan Nazlı Eray’a, Tahsin Yücel’den Erhan Bener’e Türk edebiyatının, yazınının birbirinden değerli 101 isminin 100 sokağını bulacağınız bu kitap bu yüzden sadece iki yanı binalarla çevrili bir mekanı anlatmakla sınırlı kalmıyor. Not: Diyeceksiniz ki, 101 yazar ama 100 sokak var... Çünkü iki yazar Çatalçeşme Sokak’ta buluşmuş. Kitabın diğer ilginç özelliklerine gelince... 101 yazarın 25’i kadın, en yaşlısı 1925 doğumlu, en genci 1983. 101 sokağın 35’i Anadolu yakasında kalırken, 101 yazarın 5 tanesi de yitirdiklerimizden...
Tabii söz konusu resim sanatı olunca bu kitabı dünyanın en özel tablolarının, resimlerinin yer aldığı seçkin bir sergi ya da ayağınıza kadar gelmiş bir müze gibi düşünebilirsiniz... Ya da bir gezi kitabı olarak... Çünkü ölmeden önce görmeniz gereken bu resimler ya bir müzenin ya da tarihi bir eserin duvarında asılı. Yani bu kitap aynı zamanda bir resim tarihi turu olarak da okunabilir. Peki bu kültürel turun güzergahında Türkiye var mı? Hemen söyleyeyim hayır. Şimdi pek çok kişi, “Dünyaca ünlü resimlerimiz mi var ki böyle bir kitaba girelim” diyebilir. Ne de olsa söz konusu perspektif ve suretin resmedilmesinin yasak olduğu İslam kültürü etkisinde ilerleyen bir resim sanatı... Yani “modern resimle tanışmamız ne ki” diyebilirsiniz... Ama kitabın kapağını açtığınız an, bu bakış açısının yetersizliğini ve dahası bir ezberin ötesine geçemediğini de göreceksiniz. Çünkü kitap tam da adındaki gibi “ölmeden önce görmemiz gereken 1001 resmi” içeriyor, tabloyu değil. Mesela ilk resim; Mısır Hanedanı Nebamun’un mezarında bulunan bir duvar resminin detayı olan “Havuzlu Bahçe”, ikincisi ise yine bir Mısır duvar resmi olan “Çalışan Kuyumcular.” Bir diğeri “Etrüsk Erotik Sahnesi” hemen onu Arkaik dönemin sonunda yapılan “Dalgıcın Mezarı’ndan Resim” izliyor... Bu durumda ister istemez insan soruyor; dünyanın en güzel mozaiklerinin yer aldığı Kariye Müzesi’nden hatta Ayasofya’nın duvarlarından bir resim bu kitaba giremez miydi? Hele hele Zeugma mozaiklerinin tüm dünyada simgesi olan “Çingene Kız” bu kitaba girmeyi hiç mi hak etmiyor? Mısır duvar resimlerine yer verilirken Doğu resim sanatının en güzel örnekleri, İran, Osmanlı, Çin minyatürlerinin atlanması, numunelik de olsa bir örneğe yer verilmemesi sanat tarihine haksızlık olmuyor mu?Ama “Suç bizde mi yoksa Batı’nın megalomanisinde mi” adını taşıyan ve hemen her fırsatta gündemimize almaktan keyif aldığımız, eh bu sayede kendimizi de rahatlattığımız, o kısır tartışmaya girmeye de hiç gerek yok. Bunun için kitabın adını “Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Batı Resmi” olarak değiştirmeniz yeterli. Zira bu eleştirinin dışında kitap gerçekten çok güzel ve değerli. Her şeyden önce Batı resminde ne olmuş ne bitmiş size bir çırpıda gösterirken her bir tabloyu yalın bilgilerle size özümsetmeyi de başarıyor.