Sizin için kitap okumak yatmadan önce bir-iki sayfa okumak demekse ya da okuduğunuz satırlarla kendi değer yargılarınızı onaylamayı amaçlıyorsanız, onaylamadı mı sinirlenip bir yargıç rolüne bürünüyorsanız dahası farklı fikirlere, kişiliklere, ahlak anlayışına açık biri değilseniz, hele hele iktidar sever biriyseniz en iyisi bu kitabı hiç okumayın. Zira bu kitabın kahramanı için bir anti kahraman bile diyemeyiz. O hemen tüm ailelerin çocuklarını uzak tutmak isteyeceği ya da “Derslerine çalışmazsan böyle olursun” diyeceği bir “öcü.” Ama bana sorarsanız tüyleri tersine tersine tarayan, varolan ahlak anlayışı ve değerlerine çomak sokup altına sinmiş pis kokuları ortaya çıkaran istisnai bir şahsiyet. John Kenndey Toole’un unutulmaz romanı “Alıklar Birliği”nden ve tarif edip tanımlamakta zorlandığımız kahramanı Ignatius’tan bahsediyorum. Hani dünya edebiyatının en tembel, en bencil, en obur, en bir türlü mennun olamayan, pasaklı, durmadan geğirip gaz çıkaran ünlü kahramanından... Annesinin çalışması, kız arkadaşı cinsel güdülerini serbest bırakması için zorladığı Ignatius’tan... Oysa o bambaşka bir dünyanın adamı. Bir kere tüm gününü annesiyle yaşadığı New Orleans Constantinople Caddesi’ndeki facia evin arka odasında, yukarıda saydığım tüm sıfatlarını sırayla yerine getirerek ve her şeye ve herkese küfreden yazılar yazarak geçiriyor. Dahası tamamen eşcinsellerden kurulu ordularla dünyanın aradığı barışa kavuşacağını iddia edip eşcinselleri örgütlemeye kalkıyor. Yani neresinden bakarsanız bakın siyaseten imkansız biri...Bu haliyle ünlü çizgi film kahramanı Homer Simpson’u hatırlatan Ignatius’u edebiyat tarihi için önemli kılan sadece onun bu tuhaf özellikleri de değil... Romanın yayımlanış öyküsü de çok çarpıcı. Çünkü “Alıklar Birliği” de yazarı öldükten sonra gün yüzüne çıkan eserlerden biri. Kafka’nın eserlerini nasıl yakın dostu ortaya çıkardıysa 32 yaşında “Hiçbir kitabı yayımlanmadan intihar eden bir yazar” olan John Kennedy Toole’u dünya edebiyatına takdim edense annesi oldu. Toole’un annesinin bu uğurda verdiği mücadele ise takdire şayan... Yıllarca kitabı yayımlatmak için mücadele eden annesi sonunda yazar Walker Percy’ye gider ve kitabı önüne koyar. Percy, “Niye bu kitabı okuyayım” dediğinde de hiç çekinmeden “Çünkü olağanüstü bir yapıt” yanıtını verir ve romanı adeta zorla okutur. Böylece 1981’de yani yazarının ölümünden tam 11 yıl sonra Pulitzer ödülü ilk kez ölmüş bir yazara verilir ve dünya “Alıklar Birliği” ile tanışır. “Alıklar Birliği” sadece adından ötürü bile okunması gereken bir roman. Ama başta da dediğim gibi varolan ortalama değerlerle kendinize güvenli ve nezih bir dünya kurduğunuzu düşünüyorsanız ya da düşünmek istiyorsanız bu kitaptan uzak durun. Çünkü en inandığınız kutsal değerlerinize bile küfredecek, sizi adeta şamar oğlanına çevirecek, dahası canınızı acıtırken bile size kahkahalar attırıp kendinizden şüphe duymanıza neden olacak bir roman. Yani romanın adına bakıp karşınızdaki dahiyi sakın küçümsemeyin...
Bazen yazıdan kaçar, ekranın ya da boş kâğıdın karşısında kıvranıp durursunuz. Onun boşluğu beceriksizliğinizin hatta korkaklığınızın ispatı gibidir. Bu yüzden kendinizi türlü işlere verirsiniz. Mesela daha mevsimi gelmeden yazlıkları çıkarır ya da geçen hafta silinen camların üstünden bir de siz geçersiniz. Hatta yetinmez, dün uzun uzun konuştuğunuz arkadaşınızı arar, konuştuklarınızı belki üç, belki de dört defa daha tekrarlarsınız. Her şey o yazıdan kaçmak ve kaçtığınız için içinizde uyanan suçluluk duygusunu bastırmak içindir. İşte İthaki Yayınları’ndan çıkan “5. Sanattan 5. Kola: Orhan Pamuk” kitabı ile bu duyguyu bir kez daha yaşadım. Çünkü okunmuş, okunurken satırlarının altı çizilmiş, sayfaları kıvrılmış bu kitap, her ne kadar masamda uslu uslu dursa da hiçbir zaman masum olmamış, olamayacak hatta kötü niyetli tartışmalara vesile olabilirdi. Mesela “Kötü yazar çünkü hiçbir kitabını sonuna kadar okuyamadım” diye başlayan cümleleri yine tedavüle sokabilirdi. İnsanların cehaletinden, tembelliğinden meziyet çıkardığı o kırpıp kırpıp çöpe atmamız gereken cümleleri... (Bu cümlenin saçmalığına küçük bir örnek; James Joyce ya da Kafka da çok zor okunur ama dünya edebiyatının en önemli yazarlarındandır. Yani bir kitabın kolay okunurluluğu ile edebi değeri arasında her zaman ilişki kuramayabiliriz.) Tabii söz konusu Orhan Pamuk olunca, bu cümleler artık çok masumane kalıyor. Yasin Hayal’in “Pamuk ayağını denk al sözünü” ve “301’i başımıza Orhan Pamuk sardı” diyen zihniyeti de atlamayalım... Ya da kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayanların “Sırf Nobel almak için ‘bir milyon Ermeni öldürüldü’ dedi” yorumlarını da.Ne yazık ki tüm bunlar, benim gibi Orhan Pamuk’un hemen tüm kitaplarını okumuş, bazılarını sevmiş, bazılarını sevmemiş, ama değerlerini bilmiş, kütüphanesinin en güzel rafına yanına sohbet edebileceği kitaplarla koymuş okurlarını yorum yapamaz hale getirdi. Ve bence işin en zarar verici yanı da bu oldu. Çünkü böylece yazarın gerçek okurları sustu. Sahi, bir yazarın okurları susuyorsa konuşan kimdir? İşte Kaan Arslanoğlu’nun, Ergin Yıldızloğlu’nun, Nihat Ateş ve Ali Mert’in yazılarından oluşan ve Nobelli yazarı kimi zaman kıyasıya eleştiren bu kitabı okurken de yazarken de bunları düşündüm. Çünkü bu dört yazar da Orhan Pamuk’u okumuş kişiler. Öyle “Okumam, okuyanı da sevmem” ya da “Orhan’ı sevmeyen ölsün” lumpenliğinde değiller. Hele Yıldızoğlu’nun Pamuk’un Herald Tribune’de yayımlanan “Kimin İçin Yazıyorum” metnine getirdiği eleştiriler ufuk açıcı nitelikte. (Dikkat, “ufuk açıcı” diyorum, “aynı fikirdeyim” değil!) 1970’lerde romancı olmaya karar veren Pamuk bu yazısında şöyle diyordu; “kimin için yazdığım sorusuna toplumun en yoksul ve ezilmiş kesimi için yazıyorum diye yanıt vermezsem, Türkiye’nin ağalarına ve burjuvazisine hizmet etmekle suçlanacaktım.” Ben de Türk edebiyatının “fakir edebiyatı” olarak tarif edilen popülist yaklaşımlardan çok çektiğine inandığım için Pamuk’un yorumlarını bu şekilde algılamıştım. Ama Yıldızoğlu, onun bu sözlerine iktisadi bir akılla yaklaşarak “Bu okuma yazması bile neredeyse olmayan bir kesim için yazmak anlamına gelirmiş Pamuk’a göre; boş nahif bir çaba olurmuş” diyor. Yani Orhan Pamuk’un bu sözleri ile kendisine okur değil hedef kitle seçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Edebiyat çabası açısından önemli olansa ‘kim için yazıyorsun’ değil, ‘niye ve de neden yazdığın biçimde yazıyorsun’ sorunudur. Hatta Blanchot’ya atıfla ‘sen içindeki hangi ağrıya biçim vermeye çalışıyorsun?’ ya da Lacan’dan hareketle ‘Sen bu romanı yazıyorsun, iyi ama, kimin seni bu romanı yazarken görmesi için yazıyorsun’ diye sorarak başka boyuta da geçmektir.” Yazar ve psikolog Kaan Arslanoğlu’nun Orhan Pamuk’la ilgili tespitlerine gelince... Beni kıskıvrak yakaladığını ve bu yazıyı kaleme almak zorunda bıraktığını söylemeliyim. Çünkü Arslanoğlu, bize bir “Pamuk Terörü”nden bahsediyordu. Yani onun üzerine söz söylenemez, bundan ve tabii sonuçlarından korkulur hale gelinişinden... Gerçekten de öyle, Nobelli bir yazarı eleştirmek hiç de kolay değil. Sevenleri tarafından, hele kendilerini demokratlığın kalesi olarak gören sevenleri tarafından hemen “faşist” damgası yiyebiliyor ve bu yüzden de sözlerinize “Orhan Pamuk’u ben de çok severim ama...” diye başlamak zorunda kalabiliyorsunuz. İşte ben de bu nedenle bu yazıyı kaleme aldım, bu korkuyu üzerimde hissetmemek, varsa da atmak için. Ama az önce dediğim gibi, benim üzerimdeki tek korku bu değil. Ne yazık ki bu ülkede bu tür entelektüel kaygıları birer ayrıntı haline getiren kaba gerçeklerin de varlığını biliyorum. İşte tam da bu yüzden kendime soruyorum; “Sen bu yazıyı neden yazdın?” Yanıtım açık; “İçimdeki sızıya şekil vermek ve beni izleyen duvardaki sinek için...”
Mesleğe yeni başlamış hevesli bir muhabirdim. (1998, Ekim.) Bir gün “ Dağlarca’yla röportajın var. İki gün sonra seni Hayat Kahvesi’nde bekliyor olacak” dediler. Önce şaka yapıyorlar sandım, koskoca Dağlarca, Türk şiirinin yaşayan en büyük şairlerinden biri benim gibi bir çömezle mi konuşacaktı! Hem ben onun tüm şiirlerini daha okuyamamıştım ki. Zaten kitaplarını üst üste koysak eminim boyumu aşardı. Fakat bir yandan da bir heyecan dalgası her yanımı sarmıştı. Hani bazen umduğumuz aslında korktuğumuzdur ya benim yaşadığım da buydu. Bir yandan onunla röportaj yapacağım için kıvranıyor diğer yandan da fırsatını bulsam da kaçsam diye bakınıyordum. Allah’tan korkak biri değilmişim...Bu iki gün boyunca param ne kadarına yeterse Dağlarca kitapları aldım ya da şiir seven arkadaşlarımın evlerini bastım. Gerçi röportajın konusu yeni kitabıydı, ama yine de böylesi büyük bir şairle görüşmeyi hak etmeliydim. Yeni kitabının adı ise; “O 1923”tü ve Cumhuriyet’in 75. yılı nedeniyle kaleme alınmıştı. Fakat kitap 75 aşk ve özlem şiirinden oluşuyordu. Marşlar ya da politik şiirlerden değil... Bu yüzden ilk sorum “Neden?” oldu; “Neden 75. yıla ilişkin kitabınızda aşk ve özlem şiirleri var?” Bunun üzerine başladı anlatmaya... “İçimde bir boşluk vardı. Kendimi gölgeler içinde duyuyordum. Kâğıtlarıma, kalemlerime benim üretmediğim bir kıpırdanma gelmişti. Kendim bile ayırtına varamadan gördüğünüz özlem şiirlerini yazmaya başladım. Sıra adını koymaya gelmişti. Günlerce bulamadım. Beş-on gün sonra gene kitaba ad arayıp geç saatlerde yattığım bir gecenin sabahında uyandığım an, birkaç sözcük damladı içime: ‘1923 Kızı.’ Eski gülümsememi yeniden duyuyordum yüzümde, gelmişti kitabımın adı. Gelen sözcükleri başka bir çağrışıma yol açmamak için düzelttim ve yeni biçimine getirdim: O 1923.” Burada araya girmiş “Biliyor musunuz ben 29 Ekim doğumluyum” demiştim. O da “Âşık mısın, özlem çekiyor musun?” diye sormuştu... Kem küm etmiştim. Nasıl anlatırdım, iki gün boyunca onun şiirleriyle yaramı deştiğimi. Ama koca çınar içimde tuttuğumu daha sesimin tınısından anlamış ve “Böyle bir görüşmeyi sizinle yapmamı da evrenin bir gizi olarak görmeliyiz galiba” demişti. Ardından da şöyle devam etmişti: “Cumhuriyet bizim için özlemi duyulan kızdır. Daha parmaklarına bile dokunmamışızdır. Güzelliğine vereceği nice güzelliklere ulaşamamışızdır. Özlemini neredeyse unutmak üzereyiz. Günü yöneten bize unutturmuştur onu. 1923’te 9 yaşındaydım. Onun duyurulduğu günün sevincini anlatamam. Yeryüzündeki tüm sevgiler bir dönüşüm sonucu olmasınlar. Şöyle düşünüyorum, kişi umduğunu bulamamıştır, yalnızlığa, unutulmaya ulaştırılmıştır. Kendine yalan söylenmiştir, daha da ötesi aldatılmıştır. Bu küskünlükte bir kırmızı çiçek açmıştır içinde. Bu açan çiçek sevgidir. Kim sevmişse bu yoksulluklardan ötürü bir geleceği onun yakınına getirmek istiyorum, sevmiştir. Bütün sevenler benim gerçek Cumhuriyet’i bulamamam gibi bir yalnızlık içine düşürülmüştür.”
Bana “Secret” demeyin, mail atmayın, yorum istemeyin... Tüm ısrarlarınıza (baskı mı demeliyim) rağmen gönderdiğiniz mailleri köşemde de yayımlamayacağım ve hayır kitap ekinde “Secret” için özel bir sayı da düşünmüyoruz. Ve lütfen hastalığımı ve tedavi sürecimi bu kitapla ilişkilendirmeye de kalkmayın. Buradan da anlayacağınız üzere memlekette bir “Secret’ı sevip sevmeyenleri sevdirmeye sevk edenler topluluğu” oluşmuş durumda. Ben de bu durumda doğal olarak kitap aleyhindeki ilk iki yazıyı yazan kişi olarak her türlü tacizden payımı alıyorum. Bu yüzden bir kez daha ama son kez “Secret”ı neden eleştirdiğimi, bu kitabı neden tehlikeli bulduğumu yazmak zorunda kaldım. Kimileri bu kitabın Evangelistler’in felsefesini yaymak için yazılıp pazarlandığını söylüyor. O kadarını bilemem ama bu kitabın bir ideolojiye hizmet ettiği bal gibi ortada. Çünkü kitapta anlatılan her türlü sır, bilinemezlik, mucize sadece ve sadece tek bir cümleye çıkıyor, o cümleyi destekliyor: “Sizce dünya nüfusunun sadece % 1’lik bir kısmını oluşturan bir kesimin tüm maddi gelirin % 96’sına sahip olması bir tesadüf mü?” İşte her şey kitabın arka kapağına da çıkarılan bu cümle ve onun meşrulaştırılması üzerine kurulu. Propagandası yapılan söz ise tüyler ürpertici. Zira bu kez, dünya Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Naziler ve Yahudiler, asiller ve halk olarak değil “Sırrı görenler ve görmeyenler” olarak ikiye ayrılıyor. Dahası bu öyle korkunç bir ayrım ki, tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmanızın nedenini bile bununla açıklıyor. Zira “sırrı gören kanser hastalarının iyileştiğini” söylemek aynı zamanda iyileşemeyenlerin sırrı göremediğini söylemektir. Yani bu durumda o kişiye “Sen hastasın çünkü sırrı göremeyecek kapasitedesin” demiş olursunuz ki, herhalde bu sözün ne derece insafsız olduğunu tartışacak değiliz. Dahası bu durumda Afrika’nın tüm zenginliğine rağmen göreceli özgürlüğünü, fakirliğini “Ne yapalım onlar da sırrı görseydi” diyerek doğrulayacak mıyız! Kusura bakmayın ama tüm bunlar deli saçması!Ama beni asıl hayrete düşüren bana bu mailleri ve telefonları açanlar. Belli ki hiçbiri dünyanın o yüzde birinde değil... Zaten olsalar benimle ve bu kitapla işleri ne? Bu yüzden onlara bir mesaj iletmek isterim: “Arkadaşlar anladığım kadarıyla ‘Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti’ demeyi hayal edecek kadar durumunuz vahim. Ama inanın hiçbir kitap hayatınızı değiştirmez, sadece size ayna tutar. O da okumayı bilene. Ama illa sırlarla dolu bir kitap arıyorsanız, ‘Tüm sırlar Allah’ındır’ diyen Mevlana’nın Mesnevi’sini öneririm. Bu topraklarda böylesi muhteşem bir eser ve düşünür varken ‘Secret’ okumak biraz ayıp olmuyor mu?”
Ne zaman Yalçın Küçük’ten bahsedilse “bir fenomen” denir. İlk başlarda bu “fenomen” tanımı onun hakkında bir şeyleri ifade ediyordu. Bu da hakkında yorum yapılamayışın bir ifadesiydi. Çünkü karşımızda tek cümle içinde Osmanlı, Bizans tarihinden hızla geçip oradan da ABD politikalarına uzanıp günümüz Türkiye’sine ilişkin bir tespitte bulunan, zihni Ferrari gibi hareket eden bir adam vardı. Dediklerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışabilmek içinse ne Vos Vos beynimiz ne de bilgi birikimimiz yetiyordu. Bu yüzden onu bir fenomen olarak tanımlayıp üzerine yorumlanamaz etiketi yapıştırdık. Ama zamanla bu etiket, bir “çılgınlığın” ya da “absürtlüğün” tarifine dönüşür oldu: “Yalçın Küçük bu! Akıl sır erer mi?” Aslında biraz geriye gittiğimizde de bunu görürüz; mesela onun için “Marksizmi çok iyi bilen ama Marksist olmayan bir Marksolog” denmesi gibi\’85 Beni ise Yalçın Küçük de asıl ilgilendiren bu tarif edilemezlik. Yani onun yazdıklarının, hemen her konuda hızla net bir fikir üretebilen bizleri kafası karışık, yuvarlak cümleler etmeye zorlayan yapısı. Ben onun bu varlığını bu yüzden çok ufuk açıcı buluyorum. Zira bugün öyle bir durumdayız ki, sadece türbanlı olduğu ya da olmadığı için eğitim ve entelektüel düzeyine bakılmaksızın pek çok kadının demokrasi tarifini kendimize veri alabiliyoruz. Avrupa demokrasi dersinden nasıl geçmiş, Asya’da bu nasıl karşılanmış, hangi düşünür, yazar ne demiş fazla kurcalamadan iki fikir üzerinden tatlı tatlı yorum yapabiliyor, dahası kanunmuş gibi bir tanımda da diretebiliyoruz. Ama işte Yalçın Küçük söz konusu olunca, öne sürülen her bilgi, tez şaşırtıcı, yorum yapılamaz oluyor. “Ya şimdi ne desem ki” diyorsunuz. “Caligula” da öyle\’85 Albert Camus’den tanıdığım bu Roma imparatorunun günümüz reenkarnasyonunu anlattığı bu çok satan kitabında Yalçın Küçük, yine bize tarihin içinde hızlı bir tur attırıp bilgi bombardımanına tuttuktan sonra çıkıp şöyle bir laf da edebiliyor: “Güzel, devamla, Tansu Çiller’in neden olgun bir Caligula olamadığı sorusunu tatminkar bir şekilde çözemediğimizi kabul ediyorum.” İşte böylesi samimi bir itiraf bile yazdıklarına daha güvenle yaklaşmanız gerekirken kafanızı daha bir karıştırıyor. Çünkü diyorsunuz ki, “Birazdan okuyacağım tüm sayfalar da mı bir beyin jimnastiği acaba?” Benim elimdeki veri, Küçük’ün edebiyat analizleriydi. Zira Caligula pek çok kez edebiyata uyarlanmıştı. Şöyle diyeyim; gerçekten sağlam analizlerde bulunmuş. Kendisinden çok şey de öğrendim. Ama yine de yazdıklarına bırakamadım kendimi. Galiba onun başardığı bu. Şüphe, uyandırmak. O yüzden Yalçın Küçük dendiğinde bir sonraki çağırışım “komplo teorisinin teorisyeni” oluyor. Ama tüm bunlara rağmen onu bu tanıma yakın diğerlerinden ayrı tutmamızın da bir nedeni olmalı. Ben bunu bulduğumu sanıyorum. Bunun nedeni bence ne onun çözemeyeceğimiz bilgisi, ne de ilginç analizleri. Mutluluğu. Diyor ki, “Stefan Zweig ’Öğrenmenin sevinci kalmadı’deyip intihar etti ve ben de her gün bu sevinç yükselmektedir.” Her gün öğrenme sevinciyle uyanan biri ise mutlu biridir, yaşama sevincini yitirmemiş. Belki de o yüzden bize dehşet şeyler anlatsa da Yalçın Küçük’ü okurken, seyrederken gülümsüyoruz.
Daha okul çağına gelmemiş ya da okumayı yeni öğreniyor olmalıyım. Ama evdeki kitaplar da müthiş ilgimi çekiyor. Annemle, babamın o kalın kitaplardan gözlerini kaldırmamalarını hayretle izliyorum. Dahası ablamın içi kitap dolu çantasıyla bir omzu düşük yürümesini de çok kıskanıyorum. O yürüyüşte, bir olgunluk, bir büyüklük var sanki... Bu yüzden evde bulduğum her kitabı, okur gibi yapıyorum. Önce uzun uzun kapağını seyrediyorum. Resminden anlamlar çıkarıp hikâyeler tasarlıyorum. Sonra her sayfaya o hikâyenin bir bölümünü atfedip yüksek sesle okuyorum. Kitap okuyan sesim öyle güzel ki. Ama erken kararan ve elektrik kesintisi yaşanan kış gecelerinde sesimi kısmak zorunda kalınca hıncımdan ağladığım bile oluyor. Bu anlardan biri olmalıydı... Evde bir kitap bulmuştum, kalındı, iki ciltti. Biri mavi, diğeri sarı kapaklıydı ama ikisinin de kapağında aynı resim vardı; gölge gibi bir atlı. O zamana dek hiç böyle bir resim görmemiştim. Hayranlıkla baktığımı, resme meraklı olduğum ve bulduğum her şeyi boyadığım için “ben yapabilir miyim” diye incelediğimi hatırlıyorum. Kapaktaki resmi biraz daha iyi görebilmek için sobanın yanına gidip hava kapağını açtım ve elimdeki kitaba bir de kıpır kıpır alevlerin ışığında baktım. İşte o an muhteşem bir şey oldu, atlı hareket etmeye başladı. Bahsettiğim kitabı anlamışsınızdır. Yaşar Kemal’in “İnce Memed”inden bahsediyorum, Cem Yayınevi’nin bastığı. Bu yüzden “İnce Memed” için “ilk çizgi romanım hatta filmim” derim. Çizgi romana böylesi bir kitapla başladığım için de bu türü çok severim, fazla okumasam da. Çünkü bu tür, hem edebiyatı hem de resmi birleştirir. Güzel bir öykü güzel bir çizerin elinde büyülü bir dünya yaratır. Bir anda okuduğunuz o kahramanları karşınızda görürsünüz. “Ben bıyıklarını böyle hayal etmemiştim ama...” dersiniz ya da “Ama bu kadın daha fettandı!” İşte Ahmet Ümit’in TV dizilerine de uyarlanan Başkomser Nevzat’ı da bunlardan biri. Ama Nevzat’ı televizyonda Uğur Yücel ve Çetin Tekindor’dan seyrettiğim için çizgideki tipine alışamadığımı da söylemeliyim. Çok fazla Komser Kolombo olmuş. Ama söz konusu çizer Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ini de çizgi romana uyarlayan İsmail Gülgeç olduğu için üzerinde durmuyorum. “Tapınak Fahişeleri” adını taşıyan bu macera ise adından da anlayacağınız üzere bol bol erotizm içeriyor. Ama bu erotizmin ardında ne yazık ki bir şehrin içine düştüğü boşluk ve o boşluğu şantajdan tehdide her türlü kirli oyunu kullanarak dolduran bir tarikat var. Darwin teorisine karşı çıkan ama her dinden (mümkünse zenginlerin!) olduğunu da söyleyen bu tarikatın lideri ise hakkındaki suçlamaların hiçbirinden bırakın tutuklanmayı yargılanamıyor bile. Hiçbir şeye inanmayan ama bu tarikatla da bir anda “hak yolunu” gördüğünü söyleyen genç, zengin güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler de tarikatın en sevdiği müritleri! Bu hikâye size de tanıdık geldi mi? O zaman bir de pek çok ailenin hayatını karartan böylesi bir tarikatın varlığını, örgütlenme şeklini, beslendiği kaynakları bir de Ahmet Ümit’in kaleminden okuyun.
Şubat krizinin tüm ağırlığının çöktüğü bir dönemdi, hayal bile kurmaktan korkulan. Sanki her sokak çıkmaz, her çaba manasızdı. Ama hayat bu, anlamaya akıl yetmez. Çünkü pek çok kez aklın bir türlü içinden çıkamadığını hayat bir anda çözer, hem de hiç tahmin edilmeyen ayrıntılarla. Ama benim için o günlere daha vardı. Hemen her gün işten çıkıp eve dönüyor, yarını atlatacak gücü arıyordum kendimde. İşte o günlerde bir kitap neşe kaynağım olmuştu. Söz konusu öyle iri kelimeler barındıran, özlü tavsiyelerde bulunan, sık sık altı çizilen bir kitap değil bir polisiyeydi. Bir Türk yazarın ilk romanıydı, önce şüpheyle elime almıştım. Çünkü Ahmet Ümit’le birlikte yıldızı parlayan polisiye türüne hızla birçok isim girmiş ve beni hayal kırıklığına uğratmışlardı. Ama her şeyden önce bu kitabın adı beni çekiyordu; “Kitapçı Dükkanı.” Gerçi Türkçe’de “Kitabevi” gibi bir kelime varken bunun tercih edilmesine içerlememiş de değildim. Ama sonra romanın kahramanının, İstanbullu bir Alman kadın olduğunu öğrenince “Kitapçı Dükkanı”nı affettim hatta sevdim. Tünel’de yaşayan, sadece polisiye romanlar satan bir kitabevi olan, her Beyoğlu sakini gibi Bambi’de tost, Kızılkayalar’da hamburger yiyen, Cihangir meydanda pazar kahvaltısını yapan yarı Türkleşmiş ama bir yanıyla hep Alman kalmış ve bu sayede yaşadığı yere ilişkin hep bir eleştirel bir bakış açısını koruyan orta yaşlarında bir kadındı kahramanımız; Kati Hirşel. Kati, meslek gereği dedektif olmadığı için maceralara tabii ki burnunu her şeye sokan meraklı kişiliği nedeniyle bulaşıyordu. Hal böyle olunca da devreye bazı yardımcı karakterlerin girmesi gerekiyordu. Çünkü detektifimizin emniyet, adli tıp bilgilerine ulaşması için onlar şarttı ki bunlar arasında benim favorim Batuhan’dı. Ama ne yazık ki hem yazarı hem de kahramanı, Batuhan için aynı şeyleri hissetmiyor. Çünkü Kati Batuhan’ı çekici bulsa da polis olduğu için ilişkiye girmiyordu. Burada Esmahan Aykol’u tanımamın avantajını sonuna kadar kullandığımı itiraf etmeliyim. Ne zaman oturup sohbet etsek, “ya şu Batuhan’a haksızlık etme, bırak aşk yaşasınlar” deyip durdum. Ama Esmahan her defasında “Kati bir Alman o yüzden bir polisle olması çok zor” diye direndi. Ben de formülü buldum, o zaman onlar da bir şey yaşarlar ve Kati, Batuhan’ın kafasındaki polis prototipinden çok farklı olduğunu anlar ya da Batuhan meslekten ayrılıp özel güvenlik elemanı olurdu! Şimdi bunları Esmahan’a kabul ettirme çabası içindeyim. Çünkü son macera “Şüpheli Bir Ölüm”de de bu iki kahraman arasında yine hiçbir şey olmuyor. Bu yazdıklarımdan da anlayacağınız gibi Esmahan Aykol’un Kati Hirşel polisiyeleri, türünün en önemli görevini yerine getiriyor ve literatüre üzerinde konuşulacak bir detektif kazandırıyor. Zira polisiye romanlarda olay örgüsü kadar detektifin kişiliği ve kalıcılığı da önemlidir. (Şüpheli Bir Ölüm/ Esmahan Aykol/ Merkez Kitaplar/ 14 YTL)
Nedir bir şehri sevmek? Bir yaz günü en güzel caddelerine topuk sesleri bırakarak neşe içinde yürümek midir yoksa sevdiğinle gökyüzünü sınırlayan daracık sokaklarında el ele dolaşıp kaybolmak mı? Her yolculuk dönüşünde evinin sokağına girdiğin an şarkılar mırıldanmak mıdır? Sahi nedir bir şehri sevmek? Hakkında yazılan şiirleri satır satır ezberleyip okuduğun her romanda sokaklarını aramak mı? Galiba hepsi.. Ama benim için bir şehri sevmek kendi içime baktığımda onun kalabalıklarıyla karşılaşmaktır; İstanbul gibi. Her kalabalığında kendimden bir şeyler bulur, her kalabalığında kendimden bir şeyler kaybederim. Üç ay sonra bu şehre geri döndüm. Ama sevinç ve heyecanın yerine bir boşluk duygusuyla... Bir de hüzün. İçimdeki kalabalığa bakıyorum öyle sessiz ki, hiç kimse konuşmuyor benimle. Açılmayan bir telefon gibi. Bu duygudan kurtulmak için hemen kalabalık caddelerine atıyorum kendimi, hızlı hızlı yürüyorum. Her şey bıraktığım gibi, bir-iki yeni mağaza, bir-iki yeni kafe, o kadar. Dostlar da öyle, bir çığlık, bir sevinç, sonrasında günlük hay huy. Her zamanki kafeye oturuyoruz, her zamanki ekiple, başlıyoruz üç ay önce bıraktığımız yerden konuşmaya. Ama bir şeyler de değişmiş, belli ki. “Yoksa değişen ben miyim” diye düşünüyorum, sonra Gamze’yle göz göze geliyoruz, “anlatacak çok şey var değil mi” der gibi bakıyor. Anlatılabilir mi, bilmiyorum. Belki yazılır. İçimde atlasam hiç düşmeyeceğim, dibi olmayan bir boşluk. Şehre sığınıyorum, onun sokaklarına, evlerine... Diyorum ki “geçecek, yaşadıkların kolay değildi.” Sonra elime bir kitap alıyorum, yeni çıkmış. 12 yazar kendi İstanbul’unu anlatmış. Adı da “Yazarların İstanbul’u.” İçlerinden çok sevdiğim Aslı Erdoğan’ın yazısını seçiyorum. Bu diğer yazarları sevmediğimden değil, ruh halime en yakın onun geleceğini bildiğimden. Yanılmıyorum da işte o bölüm: “Burası benim yaşadığım sokak, mahallem, yerim, yurdum.Burası bir zamanlar yaşadığım sokak. Konakladığım, soluklandığım bir durak. Sınır çizgileri hemen hemen silinmiş barınağım, hapishanem. Yüzyılların anaforunda yapraklarını dökmüş, çırılçıplak, cüretkar bir incir ağacı. Hep uzak, hep ötede, hep ötekiydi. Galata, başıboş bırakılmış karşı kıyı. Kendi sularıyla çevrilmiş bir koloniydi, kendi tanrılarına tapan, kendi yaralarını yalayan... Bir sürgün yeri ve göçmen sığınağıydı, bin ayrı dille konuşan bir gettoydu. Gemilerin esir ve baharat getirdiği, askerlere tacirlerin Akdeniz’e doğru yola koyulduğu bir limandı. Veba salgınlarında, ardı arkası kesilmeyen kuşatmalarda Konstantinapolis’in mezarlığıydı, rüzgar kuzeyden estiğinde, bu kadim kenti çürüme kokusuyla dolduran... Çiftini yitirmiş, yekpare taştan bir göz, hep güneye bakan... Sırları dökülmüş aynası yenik kentin vaktinden önce dikilmiş mezar taşı... Yaralı bir bakış ama artık geleceğe değil, sadece geçmişe çevrili... Sözcüklerin ağıyla yakalanamayacak denli derinlere batmış bir geçmişe, yıkıntılarla dolu belleğine denizin... Burası benim de bakışım artık, sırları, vaatleri, yıllanmış düşleriyle... Kendimin sandığım öyküleri, yenilgileriyle...” (Yazarların İstanbul’u/ Hazırlayan: Barbaros Altuğ/ Merkez Kitaplar)