Nilüfer Kuyaş’ı Milliyet’in Entelektüel Bakış sayfasındaki yazı ve röportajları ile tanırdık bir de NTV’deki Kritik isimli kültür sanat programından. Ama sonra Nilüfer ortadan kayboldu, gerçi E Edebiyat dergisi başta olmak üzere sanat ve kültür dergilerinde yazılar yazdı, çeşitli söyleşiler düzenledi. Yine de eskisi kadar onu sık görmüyordum. Çünkü yazma aşkı için bir inziva hayatı sürüyordu.Tüm bunları biliyorum çünkü Nilüfer benim Yeniköy’deki komşumdu. Oğlak Yayınları’ndan çıkan, yedi yüz sayfalık “Yeni Baştan” isimli romanın bu nedenle yazım sürecine tanığım. Ama şöyle söyleyeyim roman hakkındaki röportajları okuyana kadar, hem de ilk röportajın Vatan Kitap’ta çıkmasına rağmen, konusunu bilmiyordum. Sadece tarihsel bir doku içerdiğini ve Nilüfer’in bu nedenle defterlerce notlar aldığını, bu notları hatırlamak için bir fihrist tuttuğunu biliyordum. Yani romanın içeriğine değil ama yazım süreci ve sancılarına tanıktım. Hatta son zamanlarda romanı bin sayfadan yedi yüz sayfaya indirebilmek için yaşadığı strese de...Bu yüzden ne zaman Yeniköy Tribeca’ya gitsem Nilüfer’i orada bilgisayarına gömülmüş bir halde ya da notlarını gözden geçirirken buluyordum. Bu kafe onun arka bahçesi gibi olmuştu. Burada oturup saatlerce yazmak, yazarlık üstüne konuşurduk. Bir de benim sağlık problemlerimden ötürü yeni bir hayat özleminden, o hayata giden yollardan...Bu yüzden Nilüfer’in romanının “Yeni Baştan” adını taşıması benim için hoş bir sürpriz oldu. Ben sağlığıma kavuşmuş, gazeteye “yeni hayat” adını taşıyan bir yazı dizisi kaleme alırken onun da romanı yayımlanmıştı. Yani döndüğümde beni sadece ailem, evim, arkadaşlarım, işim değil aynı zamanda çok sevdiğim bir arkadaşımın yıllarını vererek kaleme aldığı ve buna tanıklık ettiğim bir roman da bekliyordu. Nilüfer ona bu romanı yazdıran nedenleri ise “kendi tarihimden, beni yaralamış acılardan arınmak için yazdım” diyerek anlatıyor. Ama her kişisel tarih nasıl büyük bir tarihin parçasıysa bu da Türkiye’nin bir dönemini içeriyor. Nilüfer roman kahramanı Aslı’nın acıları üzerinden bize bugünlerde çok gündemde olan ve tartışılan 27 Mayıs darbesini ve onun toplumda yarattığı etkileri anlatıyor. Ve bugünlerde çok sık sorulan bir soruyu da soruyor: “Cumhuriyet gerçek demokrasiye doğru ’yeni baştan’diyebilecek mi?”
Evrenin bir sırrı varsa ve sıfırdan zengin olanlar, tarihe adını dahi olarak yazdıranlar, hastayken iyileşenler de bu sırra eren kişilerse Türkiye gibi bir ülkede organ nakli ile hayata dönen biri olarak size şunu söyleyeyim; yalan söylüyorlar. Ama mesele yalan söylemeleri de değil hatta bunun üzerinden milyon dolarları götürmeleri de... Mesele, IQ’su yerlerde sürünen bu yalanların ilgi görüyor olması. Mesela “Secret” kitabındaki şu bölüm gibi. Zira bu bölümün tek kelimesinin doğru olması bile iktisat fakültelerinin derhal kapatılması anlamına gelir. Şöyle diyor, bir kutsal metinden kopup gelmiş havası yaratan o özlü söz: “Bir insanın parasının olmamasının tek sebebi, paranın kendilerine gelmesini düşünceleriyle engelliyor olmalarıdır. Her olumsuz düşünce his ve duygu, iyi şeylerin size gelmesini engeller, para da buna dahildir.” Açın arkadaşlar düşüncelerinizi, uzak tutun olumsuz düşünceleri kendinizden! Ne olmuş yani bir gecekonduda oturuyorsanız ve kanalizasyon taşmışsa\’85 Boş verin, tenekeye diktiğiniz kırmızı sardunyanızı seyredin siz. O çamur basmış mutfağınızda da güzel bir çay demleyin. Ne olmuş etraf battıysa, sizin temizletecek paranız yoksa, belediye de bir türlü gelmediyse\’85 Hiç önemli değil, nasılsa siz bu pozitif enerjinizle yakında zengin olacaksınız. Hatta en iyisi o evi bırakın şöyle Boğaz’da deniz manzaralı ferah bir eve taşının. Kredi kartınızla ödeyin, yakında zengin olacaksınız ya o zaman ödersiniz. Çünkü bu kutsal kitabın kutsal cümlesine göre başınıza gelen olumsuz şeyler sizin düşüncelerinizin ürünü, başkasının değil. Yani siz bir Afrikalı olsaydınız, madenlerde çalıştırılsaydınız da bu sizin kabahatinizdi. Ya da Irak’ta, Filistin’de her gün ölüm ile yaşam arasındaki o çizgide gidip gelen biri olmanızın kabahatlisi sizsiniz. Hatta töre cinayetine kurban giden bir kadın olmanızın da\’85 Çünkü siz nasıl yaşanacağını bir türlü düşleyemediniz. Ah siz var ya siz! Hani bir akıllı bu lafları etti, bir başka akıllı yazdı, bir diğeri yayınladı peki milyonlarcası metroda, otobüste okurken hiç mi bir yanlış görmüyor. Bir Allah’ın kulunun aklına “Yok ben mazoist falan değilim, tabii ki iyi yaşamak isterim” demek gelmiyor. İşin acı tarafı ise insanların bu metinlere sığınacak kadar çaresiz olmaları. Çünkü her ne kadar sosyologlar bu kitapları “yeni bir anlam arayışı” olarak yorumlasalar da, ne yazık ki kazın ayağı hiç bu kadar derin sularda gezinmiyor. İnsanlar artık dünyayı, sorunlarını değiştirebileceklerine inanmıyor ve böylece de karşımıza “yaşadığın şehrin altyapısını düzeltemezsin ama sardunyanı seyrederek o sorunların seni etkilemesine izin vermezsin” gibi çaresizlikten medet uman bir bakış açısı çıkıyor. Yani dış koşulları değiştiremiyorsan kendini değiştir. Bunun için sana gerekli olan sevgi ve pozitif enerjiyi de kutsal kitapların üslubunu anımsatan kitaplarda bulabilirsin. İyi de sevgi, pozitif enerji ne SSK’daki kuyrukları eritiyor ne de işsizliği, fakirliği, hastalıkları.
Aslında son günlerin popüler kitaplarından biri üzerine yazmayı düşünüyordum. “İstemesini bilirseniz elde edemeyeceğiniz şey yoktur” diyen çok satan bir kitap bu. İş hayatından sağlığa kadar bu sloganı doğrulamak için bilmem kaç kişinin ballandıra ballandıra anlattığı deneyimlerine yer veren... Ve tahmin edeceğiniz üzere kitap hakkında iyi şeyler düşünmüyorum. Nasıl düşünebilirim ki! Her şeyden önce kitap, dünya nüfusunun sadece yüzde 1’lik kısmını oluşturan kesimin dünya gelirinin yüzde 96’sına sahip olmasını bir erdem olarak yorumluyor. Böyle bir söylemin karşısında ekonomi-politik analizlerden, kapitalizmin ahlak anlayışından, sosyal devlet ilkesinden, sınıf çatışmasından, bant sisteminden, know how’dan bahsetmeye bile gerek yok. Herhalde dünya, böyle bir bakış açısından rahatsız olmasa da medet ummamayı çoktan öğrendi. Ama bu da değil beni rahatsız eden... “Hedeflersen ya da gerçekten istersen elde edersin” diyerek özetlenen ve aslında bal gibi bir sabit fikirlilik olan bu klişe söylemi para kazanmak hatta birini kendinize zil zurna aşık etmek için kullanabileceğinizi iddia etmeleri de rahatsız edici değil. Bu sözler insanı en fazla gülümsetir! Ama aynı mantığı sağlığa uyarlamak! Çünkü “istemesini bilirseniz sağlığınıza kavuşursunuz” demek aynı zamanda “istemeyi ya da dilemeyi bilmediğiniz, beceremediğiniz için hastasınız” anlamına gelir ki, kimsenin buna hakkı yok. Bunun üzerine sayfalarca yazabilirim. Ama bir ilköğretim öğrencisi olan Berfin’in kompozisyonu sayfalarca anlatacaklarımı bir çırpıda özetliyor. Ege Organ Nakli Derneği’nin hazırladığı bir kitapta yer alıyor bu kompozisyon. (Bu kitabı bana, İzmir Tepecik SSK Hastanesi’nin Organ Koordinatörü Süleyman Tilif ulaştırdı. Öğrendim ki görevinden alınmış, üstelik yerine yeni bir organ koordinatörü de atanmamış. Mesleğini aşkla yapan Tilif’in bunu pek de “istediğini” sanmıyorum.) Berfin, bu yazıyı organ bağışının önemini anlatmak için kaleme almış. Ama sonuçta günümüzde çok unuttuğumuz bir noktaya gelmiş, insanın dünyayı değiştirebileceğine ve sadece kendisi için değil başkaları için de yaşayabileceğine... İşte Hasan Tahsin İlköğretim Okulu 8/C sınıfı öğrencisi Berfin Yaşar’ın muhteşem kompozisyonu:“Kendimi bildim bileli eksik yaşadım. Yaşamı tek bir açıdan görebilen, küçük bir pencereden bakıyorum dünyaya. Küçük yüreğim, beni yaşatacak kadar güçlü değil artık. Gözlerim günden güne kararıyor. Çok şey istemiyorum oysa. Sadece benimle birlikte çarpabilecek bir yürek... Toprağın altındaki karanlığı değil, yağmurun ardından çıkan güneşi ve gökkuşağının renklerini görebilmek umudum. En çok istediğim de sevebilmek. Çünkü ölümün soğukluğu, kalbimin sıcaklığını azalttı. Bu koşullarda sevgi dolu olmak çok zor. Her gün yanından birilerinin daha eksildiğini göre göre... Düşündürücü olan bunların hiçbiri değil aslında. Düşündürücü olan her gün aynı sahneyi binlerce kişinin paylaşıyor olması. Peki ya bunun suçlusu kim? Bizler mi, yoksa bizleri unutup yazgımızla baş başa bırakanlar mı?Çok mu zor sizce, yalnızca bir insanın karanlığına yıldız olmak, bir cana can katmak! Kendinizi bizim yerimize koyduğunuz zaman bunun ne kadar önemli olduğunu görürsünüz. Çoğu kişiye bu zor gelir, hatta olanaksız. Öyle ki yüzyılda bir kahraman çıkması gibi bir şey. Biri çıkar ve birçok insana yaşamın kapısını aralar. İşte organ bağışıdır bu. Yazmaktan yoruldum. Başımı yastığa koyup uyumak istiyorum. Bu kahraman bu kez gerçekten de geç kaldı. Artık günler ‘Belki yarın’ demekle geçmiyor. Anladım ki insan, her zaman kaderini kendi belirleyemiyormuş ne yazık ki... Elimizde olmayan şeyler de varmış; ölüm ve yaşam arasında çaresiz kalmak gibi...(Not: Çocukların organ bağışı üzerine kaleme aldıkları metinlerden oluşan bu kitapçığı Ege Organ Nakli Derneği’nin www.bircanacankat.com sitesinden isteyebilirsiz.)
Bir İstanbullu Antalya’da baharın gelip geçtiğini pek anlayamıyor. Bir kere önyargılısınız. Çünkü zihninizde her daim sıcak bir kent imajı var, yani şehrin sıcak havasını mevsime değil de kente yoruyorsunuz. Bir de portakal, limon ağaçlarından hep meyveler sarkıyor. Ama işin tuhafı sonbaharda geldiğimde de manzara aynıydı. Bir de çiçek açan ağaç göremedim... Malum burası palmiye şehri... Ama şehrin parklarında rastladığınız (Antalya’nın çok güzel parkları var) erguvan, manolya ağaçları size İstanbul’un baharını koklatabiliyor. Şimdi İstanbul’da, evimde olsaydım muhakkak kütüphanemle ilgilenirdim. Çünkü baharla birlikte insan sadece kendinin, evinin değil kütüphanesinin de tozunu alır. Okuduklarını gözden geçirir, okunacakları tasnif eder fazlaları da ayıklar. Okumanın da bir bahar temizliği vardır. Tüm bunları bir çırpıda aklıma getiren ise Remzi Kitabevi’nin John Steinbeck’in “Cennet Çayırları”nı tekrar basmış olması. Çünkü şu an kütüphanemdeki tüm Steinbeck kitaplarını bir bir raflarından indirip tozlarını almak ve altlarını çizdiğim yerlerini tekrar ve tekrar okumak istiyorum. Oysa Steinbeck dendiğinde genellikle akla 1930 buhranını, insan ruhu üzerinde yarattığı tahribi anlatan “Gazap Üzümleri” ya da “Fareler ve İnsanlar” gelir ki, ikisi de muhteşem yapıtlardır. Ama benim için Steinbeck, “Tatlı Perşembe” ve “Sardalye Sokağı”dır biraz da... Mahallenin okumuşu biyolog Doc’ın, sokağın en sevilen esnafı olan fahişelerin, serseri Max ve arkadaşlarının samimi dünyalarıdır. Bu sokak tıpkı bir sardalye gibidir. İçi temizlenmeden yenen ama bir o kadar da lezzetli... Bu yüzden bu sokak bir burjuva için son derece “pis” tir. Mesela sokağın içinde bir genelevin olması gibi... Dahası fahişeler sokağın sakinleridir de... Ne de olsa onlar da sokağın birer esnafıdır. Pek çok kişinin ilk gençlik hatta çocukluk sonunda okuduğunu ve unutamadığını söylediği bu roman anlattığı mizah yüklü, eğlenceli, yer yer size kahkaha attıran neşeli yapısına rağmen bu yüzden aslında ciddi sorular sorar ve sordurur. Bense bu romanın devamı niteliğindeki “Tatlı Perşembe”de arkadaşlık tarifimi yapmıştım. Burada “Arkadaşının iyiliği için onun bacağını kırabilir misin” diye soruyordu yazar ve bizim kahramanlarımız tabii ki kırıyordu. “Cennet Çayırları” ise kitaplarında farklı temaları ele alan yazarın doğayla olan ilişkisini anlatan bir roman. Aslında “Bilinmeyen Bir Tanrıya” kitabının hissiyatını taşıyor diyebiliriz. Ne yazık ki her ikisi de yayımlandıklarında eleştirmenlerin pek ilgisini çekememişti. İnsanoğlunun doğayla mücadelesini ele alır bu kitaplar. Çocukluğumuzda ilgiyle izlediğimiz “Küçük Ev”i hatırlatır bu romanlar biraz da... “Bilinmeyen Bir Tanrı” da Amerika’ya yerleşip vahşi doğanın içinde yeni bir hayat kuran insanların hikayesini görürüz. Evlenmenin bile doğanın bir takvimi olarak algılandığı bir yaşamdır bu... “Cennet Çayırları”nda da benzer bir dünya söz konusu. Uçsuz bucaksız Californiya vadisinin ortasındaki yemyeşil bir ovanın ve burada yaşayanların hikayesidir bu. Mevsime göre yeşilden sarıya dönen... Baştan kabul ediyorum; uzun tasvirleri kimi zaman sıkıcı, olay örgüsü günümüz modern insanı için basit kaçabilecek bir roman bu. Ama hayatın tekrar yenilendiği şu bahar günlerinde iş o çayırlarda dolaşmak hepimizin küçük düşlerinden değil mi?
Televizyonun ve yarattığı kültürün hakimiyetinden uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Ama edebiyat da dahil olmak üzere pek çok sanat türünü bile bu kültürün argümanlarıyla değerlendirdiğimizin farkında mıyız? İşin tuhafı buna televizyon kültürünü yerden yere vuran pek çok entelektüel de dahil. Mesela korku edebiyatının sık sık üçüncü sınıf bir edebiyat türü olarak tanımlanması gibi... Oysa bunu söyleyen o sıkı entelektüeli biraz deşerseniz aslında bu türe dair hemen hiç okumadığını fark edersiniz... Onunki bir önyargıdır ve işin acı tarafı bu televizyon kültürünün yarattığı bir sonuçtur. Çünkü bu türe ait romanlar genelde gece yarısı yayınlanan dev karınca, köpekbalığı, hayalet ya da vasat cinayet filmleriyle karıştırılır. Benzeri bir durumu uzun süre polisiye edebiyat için de yaşamıştık ve en sonunda “iyi polisiye iyi edebiyattır” diyerek tartışmayı az çok kapamıştık. Aynı şeyi korku edebiyatı için de söylemek zorundayız. Aksi halde Edgar Allen Poe’yu üçüncü sınıf yazar mı ilan edeceğiz? Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nı yok mu sayacağız? Hele Stephen King’i “o zaten bir fabrikatör, kitaplarını da başkası yazıyormuş” diye daha ne kadar görmezden gelmeyi başaracağız? Hem yerel hem dünya edebiyatında böylesine bir tutum neden vardır, bilmiyorum ama çok satan yazarları bir çırpıda yok saymak genel bir eğilim. Bu yüzden Orhan Pamuk çok sattığı için onu yalancılıkla suçlayanlarla King’i vasat bulanlar arasında bir ayrım olmasa gerek. Çünkü King’in tek bir kitabı okunmuş olsa, “Kara Kule” ya da “Hayvan Mezarlığı” tavsiye olunur, karşımızda her şeyden önce farklı bir hayal gücü ve düş dünyasının olduğu anlaşılırdı. İşte bu nedenle King’in yazarlık serüvenini anlattığı “Yazma Sanatı” kitabını bir çırpıda edindim. Ama bu kitabı iştahla okumak istememin bir nedeni daha vardı. Stephen King, üretilen şehir efsanelerinin aksine her gün, ne olursa olsun 10 sayfa yazan bir yazar. Müthiş bir disiplini var. Dahası bu aynı zamanda kendini ve hayatını devam ettirmesi için sanki bir savunma sanatı haline dönüşmüş. Çünkü bacağının dokuz parçaya ayrıldığı, diz kapağının ikiye, omurgasının sekize bölündüğü, dört kaburgasının kırıldığı, kafatasına 32 dikişin atıldığı o korkunç kazadan sonra da bu alışkanlığından vaz geçmedi. Hatta alkol ve uyuşturucu bağımlılığıyla geçen yıllar boyunca da yazıyor, tedavi süresince de...Yani birileri genç yazar adaylarına “nasıl yazmaları” gerektiğini anlatacaksa bu güzel bir manzaraya bakıp ilham bekleyen ve ara sıra kitap yayımlayan bir yazardan ziyade Stephen King olmalı. Çünkü böyle bir yazarın her şeyden önce bize anlatacağı birçok teknik bilgi vardır. Zaten kitapta da bunlardan bahsediyor. “Bol bol okuyun, tasvir şudur, bu değildir” gibi pek çok tavsiyede bulunuyor. Bunlardan bazıları gerçekten de ufuk açıcı bilgiler. Ama şu tavsiyesi çok çarpıcı: “Çalışma masanızı köşeye koyun ve her oturduğunuzda onu neden odanın ortasına koymadığınızı kendinize hatırlatın. Çünkü hayat sanat için destek sistemi değildir. Hatta tam tersidir.” Tabii bu kitabı, tüm dünyada milyonlar satan, farklı din, renk, ırktan her ademoğlunun tüylerini ürpertmeyi başaran bir adamın sırrını öğrenmek için de okuyabilirsiniz. Zira King’in bence en önemli özelliği bu. Çünkü korku aslında çok yerel bir duygudur. Dini inançlara, kültürel öğelere hatta cinsiyete göre değişir. Mesela bir Türk bir Afrikalı ile aynı korku reflekslerine sahip olduğunu söyleyebilir mi! İşte bu yüzden Stephen King’in tüm dünyada okunuyor olmasını sadece bir satış başarısı olarak algılayıp yazarlık yeteneğinden soyutlamak büyük bir haksızlık olacaktır.Ayrıca “Yazma Sanatı”nın ikinci yarısı bu büyük yazarın, 1999’da geçirdiği o korkunç kazayla olan mücadelesini ele alması açısından da dikkat çekici. Çünkü Stephen King’in kazadan sonra yaşadıkları kendi romanlarındaki dehşet öğelerini hiç ama hiç aratmayacak türde. “Hala gücüm yok” diyor “Ama bu kitabı bitirecek kadar varmış ve buna şükrediyorum.”
Belki biliyorsunuz, belki bilmiyorsunuz... Yaklaşık bir yıldır kronik böbrek hastasıydım ve diyaliz tedavisi görüyordum. 1 Mart gecesi gelen bir telefonla ise hayatımda bir kez daha dönüm noktası yaşadım. Antalya Akdeniz Üniversitesi beni çağırıyordu, uygun bir böbrek vardı ve üç adaydan biri de bendim. (Bu süreci, yaşadıklarımı yakında detaylı bir şekilde yazacağım.) Böyle bir haberi alınca siz ne yapardınız bilmiyorum ama benim ilk işim kitap seçmek oldu çünkü daha önceki hastane deneyimlerimden biliyordum ki doğru kitap seçimi o zor günleri daha katlanılır kılıyor. Böbrek yetmezliği nedeniyle hastaneye yatmak zorunda kaldığımda bu süreci Marquez’in “Anlatmak İçin Yaşamak” kitabı ile atlatmıştım. Kitap beni öyle mutlu etmişti ki boynumdan giren kateterin acısına, ilk diyalizin yaşattığı korkuya, her gün delik deşik olan kollarımın acısına katlanabilmiştim çünkü hayat akıyordu ve Marquez taa Latin Amerika’dan bana bunun türküsünü mırıldanıyordu. İşte bu yüzden haberi alır almaz soluğu kütüphanemde aldım; okunması için ayrılan kitapların yanına koştum. Ama canım ne Proust çekiyordu ne de Joyce... Hele Orhan Pamuk’un bir kez daha okunmalı diye bir kenara ayırdığım “Kara Kitap”ı böylesi bir dönem için hiç ama hiç uygun değildi... Birilerinin bana yaşama sevincinden bahsetmesi gerekiyordu; lezzetli bir yemeğin damakta bıraktığı tattan, uzun bir otomobil yolculuğunda cama vuran güneş ışığından ya da özlemle beklenen bahardan... Oysa bir fark ettim ki edebiyat yaşamı kutsamak yerine eksiklerini anlatmayı tercih etmiş genellikle ya da benim okumalarım çoğunlukla bu yönde olmuş. Ama o an benim aradığım başka bir şeydi... Hiç olmadığı halde eksikliğini hissettiğimizin tarifi peşinde değildim. Bu kez daha doğduğum andan itibaren benimle olan ama sonra bir anda yitirdiğimi tekrar bulmanın sevincini yaşamak ve bunu kutsayacak bir kitap istiyordum. İşte bu gözle bir kez daha baktım kütüphaneme ve ismiyle, cismiyle tam hislerime tercüman olan bir kitap gördüm: “Süper İyi Günler ya da Christopher Boone’un Sıradışı Hayatı.” Aslında bu kitabı biliyordum hatta hakkında yazmıştım. Ama çok hızlı bir okumaydı ve tam tadına varamamıştım. Ama keyifli ve yaşama sevinciyle dolu olduğunu çok iyi hatırlıyordum. Yanılmamışım da. Ameliyattan sonraki haftaydı... Kendime gelmiş, ağrılarım azalmıştı. Yani hastane odasının duvarları artık üzerime üzerime geliyordu. İşte o zaman bu kitabı bir kez daha elime aldım ve iki gün boyunca sadece gülümsedim. Çünkü bir otistik olan Christopher’ın hikayesi, şayet kararlıysa bir insanı hedefinden hiçbir engelin alıkoyamayacağını anlatıyordu... Dahası bunu zorlukların aşıldığı bir mücadele öyküsü olarak değil matrak bir yolculuk olarak sunuyordu. En zor anından bile keyif alınan, sürekli yeni şeylerin keşfedildiği bir yolculuk olarak... Peki bir otistik nasıl olur da yolculuğa çıkar? Öyle ya her otistik gibi Christopher’ın da son derece düzenli bir hayatı vardı ve tatile çıkmayı da başka bir yere gitmeyi de sevmiyordu. Christopher’ın maceraya atılmasının nedeni ise aslında her insanoğlununki ile aynı; merak. O komşusunun köpeğini öldüren kişiyi bulmak istiyor. Böylece hem detektif olacak hem de yaşadığı hikayeyi konu alan bir polisiye roman yazabilecektir. Tabii bu bir otistik için hiç de kolay olmayacak. Çünkü Christopher’ın cinayeti çözebilmesi için yabancılara soru sorması, hatta onlarla sohbet etmesi gerekiyor... Ancak genç kahramanımız (15 yaşında) bir süre sonra araştırmalarını askıya almak zorunda kalıyor. Ama bu da bir süre sonra bir başka sırrın keşfine neden oluyor ki böylece Christopher kendi yaşadığı evden, mahalleden, hatta şehirden çıkıp ilk kez trene binmek, bankamatikten para çekmek ve bir adres bulmak zorunda kalıyor... Peki tüm bunların nesi “süper iyi?” Bu kahramanımızın bir takıntısının tarifi... Şayet Christopher üst üste beş kırmızı araba görmüşse o günün “süper iyi gün”, dört kırmızı araba görürse “iyi bir gün” olacağına karar veriyor. Şayet dört sarı araba görmüşse de “kara bir gün!” Pekçok kişinin manasız bir takıntı olarak tanımlayacağı bu durumu da rehber öğretmenine şöyle açıklıyor: “Babam her gün ilk önce sağ çorabını giyer. İnsanlar o gün hava yağmurlu ise kötü bir gün geçireceklerine inanır, oysa ofiste çalışan biri için bunun bir anlamı yoktur. İşte benimki de öyle bir şey... Şimdi bana soruyorlar, “Nasılsın” diye... 1 Mart gecesinden beri sürekli kırmızı arabalar görüyorum ve süper iyi günler geçiriyorum. Benim için dua eden, iyi dileklerini gönderen herkese çok teşekkür ederim... İyi dileklerinize devam edin çünkü önümde daha uzun bir süreç var ve ben bu sürenin de süper iyi geçmesini istiyorum.
Ama her kim kendini “okurum” diye tanımlıyorsa kütüphanesinde muhakkak antoloji olur. Çünkü seçme bir sergiyi anımsatan bu kitaplar bize sadece o konuya giriş yapmamızı sağlamaz, o ana kadar yaptığımız okumaları da özetler. Dahası sadece ağacı değil ormanı görmek isteyenler için geniş bir bakış açısı ve mesafe de sunar. Bu yüzden ben de kütüphanemde antolojilere özel bir yer veririm. Dünya şiirleri antolojileri, aşk şiirleri antolojileri ya da Afrika öyküleri gibi... Ama aynı şey romanlar için mümkün değildir. Antoloji romanın tabiatına ters düşer. 20. yüzyıl edebiyatı üzerine yazdığı kitaplarla unvanını elde eden eleştirmen Peter Boxall’ın editörlüğünde hazırlanan “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap” ise bu boşluğu dolduracak nitelikte. Bu kitabı ister “Ne okusam” sorusuna yanıt aramak için, ister dünya edebiyatından kimlerin gelip kimlerin geçtiğini görmek için okuyabilirsiniz. Ya da edebiyatın sadece sanatla sınırlı olmadığını anlamak için... Çünkü böylesi bir kitaba girebilmek için kabul edin ki sadece çok iyi yazmak değil aynı zamanda farklı dillere (tabii likiditesi yüksek) çevrilmek ve tanıtılmak gerekir. Ya da çok güçlü bir edebiyatın mensubu olmanız. Bu yüzden dört Türk yazarın bu kitaba girmesi bizi gururlandırdığı kadar düşündürmeli de. Çünkü bu kitapta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ya da Nahit Sırrı Örik’in “Kıskanmak” romanı yoksa bu bizim kabahatimiz... Yahut Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı. Kitabı hazırlayan editörün ve dünyanın dört bir yanında edebiyatı yakından takip eden ve 1001 yazıyı kaleme alan 100 eleştirmen ve yazarın değil... Oysa bu romanlar olmadan dünya edebiyatı paletindeki renkler eksiktir. Siz hiç Borges’siz ya da Kafka’sız bir dünya edebiyatı düşünebiliyor musunuz? İşte Tanpınar’sız bir dünya edebiyatı da böyledir. Ama ne yazık ki dünya okurlarının bundan haberi bile yok! Şimdi çok seviniyoruz “Dört yazarımız var listede” diye. İşin tuhafı bu yazarlardan birini Türkiyeli okurlar bilmiyor. Şimdi milliyetçi duygularının hassas olduğunu söyleyenler bu ifademden rahatsız olacaklar. Ama ifade çok doğru çünkü Emine Özdamar Türk kökenli bir Alman vatandaşı. Kendisi Almanya’da çok ünlü hatta daha önce Bertolt Brecht’in, Robert Musil’in kazandığı Kleist Edebiyat Ödülü’ne de layık görüldü. “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap”a girmesine sebep olan “Hayat Bir Kervansaray” kitabı ise Varlık Yayınları’nca yayımlandı ama öyle çok satan listelerine falan girmedi. Hatta onun diğer bir Türk kökenli Alman vatandaşı Feridun Zaimoğlu ile yaşadığı ve Alman medyasını yaz boyu meşgul eden intihal tartışması da buralara hiç uğramadı. Oysa Emine Özdamar, Zaimoğlu’nun annesinin hikayesinden yola çıkarak kaleme aldığını söylediği ve 70 binin üzerinde satan “Leyla” romanını kendisinden çaldığını iddia edince Almanya’da uzun süreli bir tartışmayı başlatmıştı. Ama tüm bunlar bizden uzak kaldı... Çünkü bu ne siyasi ne de ekonomik bir tartışmaydı. Olsa olsa küçük bir kesimi ilgilendirirdi. Ne yazık ki “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap”a bakar bakmaz ben bunları okudum. Hangi yazardan hangi kitabın seçildiğine sıra bile gelemedi. Dahası Paul Auster’in dört kitabına yer verilip Nobelli Orhan Pamuk’un sadece bir kitabına yer verildiğini görünce bu duygularım daha bir pekişti. Çünkü bunun sebebi ne Auster’in yazarlığı ne de Orhan Pamuk’un edebiyatı. Ben bunu kitabı oluşturan o 1001 tane kitap eleştirisini, tanıtımını yazan yazar, eleştirmen, gazeteci arasında tek bir Türk’ün olmamasına bağlıyorum. Yoksa Orhan Pamuk’tan onun roman sanatına kafa tuttuğu “Kara Kitap”ın ya da “Benim Adım Kırmızı”nın değil de “Beyaz Kale”nin seçilmesini başka türlü açıklayamıyorum.Ölmeden okunacak 4 Türk yazar- Beyaz Kale - Orhan Pamuk- İnce Memed - Yaşar Kemal - Kristin Çöp Masalları - Latife Tekin- Hayat Bir Kervansaray - Emine Özdamar
Her şey mümkün görünür gözümüze. Mesela bizi terk etmiş sevgiliye söylenecek sihirli sözcüklerin ne olduğunu bilmesek de varlığını hissederiz veya içinden geçtiğimiz kasaba ya da köyde o an insek ve bir kapıyı çalsak hemen yeni bir hayata başlayabileceğimizi... Yıllar önce “New York Üçlemesi” ile tanıştığım Paul Auster romanları işte bana hep bu ruh halini anımsatır. Çünkü onun romanları da bu uyku ve uyanıklık arasındaki ruh hali gibidir. “Anlat” deseler susup kalırsın... Çünkü söz konusu konuşularak anlatılabilecek bir şey değildir. Bu ancak yazarak anlatılır ya da okunarak paylaşılır. Bu yüzden de pek çok kişi Paul Auster romanlarını “kapalı bir anlatım” olarak tarif eder. Oysa söz konusu olan kapalı bir anlatım değil her kelimesiyle, hatta satır arasıyla bile birbirini tamamlayan, destekleyen bir kurgudur. Çünkü söz konusu olan yazar rastlantıların önemini anlatır bize ya da bir başka hayatı yaşayabilecekken ona nasıl da teğet geçip gittiğimizi... Bu yüzden de kullandığımız bir defterin rengi bile önem kazanır. Çünkü Auster’in dünyasında bunun şöyle bir karşılığı vardır: “Ya kırmızı değil de maviyi tercih etseydi?” Açıkçası ilk başlarda Auster’in romanlarını tıpkı bir yolculukta gibi okudum. Biraz okuyup uykuya daldığım, okumaya rüyada devam ettiğim o tuhaf okumalardı bunlar... Hatta yazarın ne demek istediğini tam anlamamamın, sadece koklayabilmemin nedenini de bu sağlıksız okumalara yorardım. Ancak sonraları öğrendiğim bir kelime sayesinde bunun onun romanlarının bende yarattığı bir ruh hali olduğunu anladım. Bu “gaybubet” kelimesiydi yani bulunamayış. Yanından geçip gittiğiniz ve belki de hep eksikliğini duyduğunuz o sevgili ya da hayatınızdaki boşluğunu dolduracağına inandığınız ama ne olduğunu bilmediğiniz o büyük parça gibi... İşte Auster’in romanları da o gaybubetin tarifi. Bu yüzden her bir kelime, kurguya giren her tipleme, her karakter önemli. Birini çekip çıkarsanız tüm metin silinip gidiyor. Çünkü Auster bize olmayanın varlığını olana bakarak anlatmaya çalışıyor ki bu durumda her bir nesnenin, her bir kelimenin anlamlı bir dizilişi oluyor. Yani rastlantı denilen şeyin aslında bir rastlandı olmadığını... Yeni romanı “Yazı Odasında Yolculuklar”ın konusu da yine aynı dünyaya ait. Hatta o çok sevdiği, yazarlık, yazmak, kitap içinde kitap, yazarın yarattığı kahraman, kahramanın yarattığı yazar meselesini bir kez daha evirip çevirmiş diyebiliriz. Ama Paul Auster’in hayal gücünüzün zekasına seslenen dünyasını seviyorsanız, tekrarlarına rağmen bu romanı okuyacağınızı hepimiz biliyoruz. Böylece boş bir odada hafızasını kaybetmiş Bay Boş’u Auster’in önceki kahramanları ziyaret ettikçe hem kimin hangi romandan olduğunu çözüp zevklenecek hem de “Şimdi bu romanın kahramanı ya da yazarı kim” sorusuna yanıt arayacaksınız. Ama bir yandan da bileceksiniz ki bu bir Auster romanı ve aslında bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü Auster’in sorduğu soru yine çok basit... Bir adam var, adı Bay Boş ve hafızası yok. Bir sürü roman kahramanı da onu ziyaret edip duruyor. Sahi bu adamın hayatı nasıl dolar?