Bir İstanbullu Antalya’da baharın gelip geçtiğini pek anlayamıyor. Bir kere önyargılısınız. Çünkü zihninizde her daim sıcak bir kent imajı var, yani şehrin sıcak havasını mevsime değil de kente yoruyorsunuz. Bir de portakal, limon ağaçlarından hep meyveler sarkıyor. Ama işin tuhafı sonbaharda geldiğimde de manzara aynıydı. Bir de çiçek açan ağaç göremedim... Malum burası palmiye şehri... Ama şehrin parklarında rastladığınız (Antalya’nın çok güzel parkları var) erguvan, manolya ağaçları size İstanbul’un baharını koklatabiliyor.
Şimdi İstanbul’da, evimde olsaydım muhakkak kütüphanemle ilgilenirdim. Çünkü baharla birlikte insan sadece kendinin, evinin değil kütüphanesinin de tozunu alır. Okuduklarını gözden geçirir, okunacakları tasnif eder fazlaları da ayıklar. Okumanın da bir bahar temizliği vardır. Tüm bunları bir çırpıda aklıma getiren ise Remzi Kitabevi’nin John Steinbeck’in “Cennet Çayırları”nı tekrar basmış olması. Çünkü şu an kütüphanemdeki tüm Steinbeck kitaplarını bir bir raflarından indirip tozlarını almak ve altlarını çizdiğim yerlerini tekrar ve tekrar okumak istiyorum.
Oysa Steinbeck dendiğinde genellikle akla 1930 buhranını, insan ruhu üzerinde yarattığı tahribi anlatan “Gazap Üzümleri” ya da “Fareler ve İnsanlar” gelir ki, ikisi de muhteşem yapıtlardır. Ama benim için Steinbeck, “Tatlı Perşembe” ve “Sardalye Sokağı”dır biraz da... Mahallenin okumuşu biyolog Doc’ın, sokağın en sevilen esnafı olan fahişelerin, serseri Max ve arkadaşlarının samimi dünyalarıdır.
Bu sokak tıpkı bir sardalye gibidir. İçi temizlenmeden yenen ama bir o kadar da lezzetli... Bu yüzden bu sokak bir burjuva için son derece “pis” tir. Mesela sokağın içinde bir genelevin olması gibi... Dahası fahişeler sokağın sakinleridir de... Ne de olsa onlar da sokağın birer esnafıdır. Pek çok kişinin ilk gençlik hatta çocukluk sonunda okuduğunu ve unutamadığını söylediği bu roman anlattığı mizah yüklü, eğlenceli, yer yer size kahkaha attıran neşeli yapısına rağmen bu yüzden aslında ciddi sorular sorar ve sordurur. Bense bu romanın devamı niteliğindeki “Tatlı Perşembe”de arkadaşlık tarifimi yapmıştım. Burada “Arkadaşının iyiliği için onun bacağını kırabilir misin” diye soruyordu yazar ve bizim kahramanlarımız tabii ki kırıyordu.
“Cennet Çayırları” ise kitaplarında farklı temaları ele alan yazarın doğayla olan ilişkisini anlatan bir roman. Aslında “Bilinmeyen Bir Tanrıya” kitabının hissiyatını taşıyor diyebiliriz. Ne yazık ki her ikisi de yayımlandıklarında eleştirmenlerin pek ilgisini çekememişti. İnsanoğlunun doğayla mücadelesini ele alır bu kitaplar. Çocukluğumuzda ilgiyle izlediğimiz “Küçük Ev”i hatırlatır bu romanlar biraz da... “Bilinmeyen Bir Tanrı” da Amerika’ya yerleşip vahşi doğanın içinde yeni bir hayat kuran insanların hikayesini görürüz. Evlenmenin bile doğanın bir takvimi olarak algılandığı bir yaşamdır bu... “Cennet Çayırları”nda da benzer bir dünya söz konusu. Uçsuz bucaksız Californiya vadisinin ortasındaki yemyeşil bir ovanın ve burada yaşayanların hikayesidir bu. Mevsime göre yeşilden sarıya dönen...
Baştan kabul ediyorum; uzun tasvirleri kimi zaman sıkıcı, olay örgüsü günümüz modern insanı için basit kaçabilecek bir roman bu. Ama hayatın tekrar yenilendiği şu bahar günlerinde iş o çayırlarda dolaşmak hepimizin küçük düşlerinden değil mi?
Bahar okuması
Bir İstanbullu Antalya’da baharın gelip geçtiğini pek anlayamıyor. Bir kere önyargılısınız. Çünkü zihninizde her daim sıcak bir kent imajı var, yani şehrin sıcak havasını mevsime değil de kente yoruyorsunuz
Haberin Devamı