Paul Auster’in Bay Boş’u

Hani, uzun otobüs yolculuklarında uyku ile uyanıklık arası bir ruh haline gireriz. Tarifi pek de kolay olmayan bir haldir bu

Haberin Devamı

Her şey mümkün görünür gözümüze. Mesela bizi terk etmiş sevgiliye söylenecek sihirli sözcüklerin ne olduğunu bilmesek de varlığını hissederiz veya içinden geçtiğimiz kasaba ya da köyde o an insek ve bir kapıyı çalsak hemen yeni bir hayata başlayabileceğimizi...
Yıllar önce “New York Üçlemesi” ile tanıştığım Paul Auster romanları işte bana hep bu ruh halini anımsatır. Çünkü onun romanları da bu uyku ve uyanıklık arasındaki ruh hali gibidir. “Anlat” deseler susup kalırsın... Çünkü söz konusu konuşularak anlatılabilecek bir şey değildir. Bu ancak yazarak anlatılır ya da okunarak paylaşılır.

Bu yüzden de pek çok kişi Paul Auster romanlarını “kapalı bir anlatım” olarak tarif eder. Oysa söz konusu olan kapalı bir anlatım değil her kelimesiyle, hatta satır arasıyla bile birbirini tamamlayan, destekleyen bir kurgudur. Çünkü söz konusu olan yazar rastlantıların önemini anlatır bize ya da bir başka hayatı yaşayabilecekken ona nasıl da teğet geçip gittiğimizi... Bu yüzden de kullandığımız bir defterin rengi bile önem kazanır. Çünkü Auster’in dünyasında bunun şöyle bir karşılığı vardır: “Ya kırmızı değil de maviyi tercih etseydi?”
Açıkçası ilk başlarda Auster’in romanlarını tıpkı bir yolculukta gibi okudum. Biraz okuyup uykuya daldığım, okumaya rüyada devam ettiğim o tuhaf okumalardı bunlar... Hatta yazarın ne demek istediğini tam anlamamamın, sadece koklayabilmemin nedenini de bu sağlıksız okumalara yorardım. Ancak sonraları öğrendiğim bir kelime sayesinde bunun onun romanlarının bende yarattığı bir ruh hali olduğunu anladım. Bu “gaybubet” kelimesiydi yani bulunamayış. Yanından geçip gittiğiniz ve belki de hep eksikliğini duyduğunuz o sevgili ya da hayatınızdaki boşluğunu dolduracağına inandığınız ama ne olduğunu bilmediğiniz o büyük parça gibi... İşte Auster’in romanları da o gaybubetin tarifi. Bu yüzden her bir kelime, kurguya giren her tipleme, her karakter önemli. Birini çekip çıkarsanız tüm metin silinip gidiyor. Çünkü Auster bize olmayanın varlığını olana bakarak anlatmaya çalışıyor ki bu durumda her bir nesnenin, her bir kelimenin anlamlı bir dizilişi oluyor. Yani rastlantı denilen şeyin aslında bir rastlandı olmadığını...

Yeni romanı “Yazı Odasında Yolculuklar”ın konusu da yine aynı dünyaya ait. Hatta o çok sevdiği, yazarlık, yazmak, kitap içinde kitap, yazarın yarattığı kahraman, kahramanın yarattığı yazar meselesini bir kez daha evirip çevirmiş diyebiliriz. Ama Paul Auster’in hayal gücünüzün zekasına seslenen dünyasını seviyorsanız, tekrarlarına rağmen bu romanı okuyacağınızı hepimiz biliyoruz. Böylece boş bir odada hafızasını kaybetmiş Bay Boş’u Auster’in önceki kahramanları ziyaret ettikçe hem kimin hangi romandan olduğunu çözüp zevklenecek hem de “Şimdi bu romanın kahramanı ya da yazarı kim” sorusuna yanıt arayacaksınız. Ama bir yandan da bileceksiniz ki bu bir Auster romanı ve aslında bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü Auster’in sorduğu soru yine çok basit... Bir adam var, adı Bay Boş ve hafızası yok. Bir sürü roman kahramanı da onu ziyaret edip duruyor. Sahi bu adamın hayatı nasıl dolar?

DİĞER YENİ YAZILAR