Doğulu Pamuk, batılı Rüşdi, en batılı ABD

11 Ekim 2007

Basına yansıyan tabiriyle “Büyük Düello”nun biletleri günler öncesinden bitmişti. New York entelijansiyası belli ki dünyanın diğer yarısında doğmuş, yaşadığı kültürle ya da devletiyle ters düşmüş ve ülkelerinden uzakta yaşayan bu iki adamın “vatan” üzerine söyleyeceklerini merakla bekliyordu. Ama burada bir parantez açmak şart; Salman Rüşdi hakkında çıkarılmış bir ölüm fetvası var ve bunu çıkaran doğduğu ülke Hindistan değil; İran. Orhan Pamuk ise 301’den yargılandı, linç edilmek istendi, herkesin gözü önünde tehdit edildi. İşin tuhafı Nobel’le birlikte de devlet erkanı başta olmak üzere gurur kaynağımız oldu. İşte tam da bu yüzden Orhan Pamuk, konuşmaya “İstanbul’u yüceltmesine rağmen ülkesinde korumayla dolaşabilen bir yazar” olarak takdim edilmesini düzeltmek ister gibi “Burada sürgün hayatı yaşamıyorum. Ülkemde biraz fazla güvenlikle dolaşıyorum, hepsi bu. Buradayım, çünkü burada kendimi daha rahat hissediyorum” diyerek başlıyor. Ama sonra da şöyle diyor: “Tarih sunidir... Politikalar değiştikçe değişir. Vatan ise otantiktir. Kokusu, sesleriyle...” Salman Rüşdi’ye göre ise “Vatan anlatılan bir şey, bir öykü...” Hatta kimi zaman insanı, özgürlüğünü, yaratıcılığını, evrenselliğini kısıtlayabilecek de bir şey: “Bir insanın evini hiç bırakamayacak olması üzücü. Karşıt dürtüler söz konusu: Evi, yani rahatlık duygusunu geride bırakmakla kendini bulmanın verdiği heyecan çarpışır. Bir yere ait olmak ve kalmak ‘iyi’dir ama seçilmiş olan ‘gitmek’ hep problem yaratır.” Homeros’tan bu yana edebiyatın en temel meselesi olan bu yaklaşımın, kendini her ülkeden mensubu bulunan edebiyat adındaki bir milletin üyesi olarak tarif eden Orhan Pamuk’tan gelmemesi ise çok ilginç. İşte bu fark Mehveş Evin’in de gözünden kaçmamış ki şu tespiti yapmış: “Rüşdi’nin durumuyla onunki çok farklı. Doğduğu Bombay’ı genç yaşında terk eden Rüşdi, İngiltere’de uzun yıllar yaşamanın verdiği rahatlık içerisinde zaten kendi dilini yarı yarıya unuttuğunu söylüyor. Rüşdi’nin rahatı ve İngilizvari mizahından çok farklı bir yerde Pamuk. Aksanından kendine güvenine, bir yabancı olduğu her halinden belli.” Yani bizim en Batılı yazarımız Rüşdi’ye kıyasla daha bir Doğulu durmuş bu tabloda... Peki iki adam arasındaki bu farkı dünyanın diğer yarısındakiler fark etmiş mi? Rüşdi’nin şu sözleri her şeyi anlatıyor: “Avrupalı bir yazar ABD’ye gelince taşınmış olur. Ama bir Hintli yazardan beklentiler daha farklı. Hep bir sürgün olarak kalıyorsunuz.”

Devamını Oku

Tolkien’in yarattığı evren

4 Ekim 2007

Bazı kitaplar vardır, hiç bitmesin istersiniz. İşte “Yüzüklerin Efendisi” de bu kitaplardan biridir. Okurda böylesi bir tutku yaratan ise şüphesiz ki fantastik edebiyatın güçlü sesi J. R. R Tolkien’in yarattığı evrendi. Bu evreni, içerdiği tüm sihirlere, tuhaflıklara, garipliklere, yaratıklara rağmen “gerçekmiş gibi” kılan ise Tolkien’in İngilizce, Almanca ve Fince’den etkilenerek kurguladığı yeni bir dilin (Elf dili Quenya), Hobbitler’in, İnsanlar’ın, Elfler’in, Orklar’ın efsanelerinin, tarihlerinin yazılmış olmasıydı. Yani Tolkien’in bize sıfırdan bir mitoloji yazmış olması. Bu da onun dünyasının tadına varan, içinde dolaşan, havasını koklayan okurları için ayrı bir tutku yarattı, bu kadim zamanlara duyulan meraktı. Bir de yazarın yarattığı dünyaya duyulan özlem. İşte Tolkien’in oğlu Cristopher’ın babasının elyazmalarını derleyerek yayına hazırladığı “Hurin’in Çocukları” ya da Elf dilindeki adıyla “Narn i Chin Hurin” bu özlemi az da olsa yatıştırıyor. Tüm dünyada geçtiğimiz Nisan ayında piyasaya çıkan ve “Hobbit” ve “Yüzüklerin Efendisi” serisinin illüstrasyonlarını hazırlayan ve filmdeki tasarımlara da imza atan Alan Lee’nin resimlerini içeren kitap kadim dünyadaki ilişkilerin temeline iniyor. Hemen her sayfasında karamsarlık ve mutsuzluğun zafer kazandığı “Hurin’in Çocukları”, kılıcını bir çekişte önüne çıkan Ork’u haklayan ve hiç kimseden ve hiçbir bir canlıdan korkmayan, kendine “Kadersizliğin Efendisi” anlamındaki Turambar lakabını takan kahraman Turin’in hikayesini anlatıyor.Peki bu kitap da tüm dünyada hayran kitlesi olan, kitapları üzerine internette forumlar düzenlenen Tolkien’in diğer kitapları kadar ilgi görür mü? Pek çok kişinin öngörüsü bu noktada “Bu kitap Tolkien okurları dışındakilere pek hitap etmez” oldu. Kitabın Tolkien’in oğlu Christopher tarafından yayıma hazırlanması ise iki türlü eleştiri içeriyor. İlk eleştiriye göre bu kitap, Tolkien’in ve yarattığı dünyanın ruhuna saygısızlık. Çünkü kimse ama kimse Orta Dünya’nın gizemini, sırrını, tarihini üstat gibi kağıda dökemeyeceği için böylesi bir girişim hem nafile hem de saygısızca bir çaba oldu. “Hurin’in Çocukları” nın Tolkien okurlarının beğenisini kazanacağını düşünen Christopher ise babasının taslaklarına sadık kaldığını, müdahale etmediğini söylüyor. İşte diğer eleştirinin nedenini de bu yani “kitap tam da bu yüzden tat vermiyor” eleştirisi. Ne olursa olsun, “Hurin’in Çocukları” nı tam da bu yüzden Tolkien okurlarının okumasında fayda var. Zira bu kitapta haz ve sürükleyicilik yerine Tolkien’in dünyasının geçirdiği evrimin izinin sürülmesi amaçlanmalı...

Devamını Oku

Ben her Bienal strese girerim...

20 Eylül 2007

Şu sıralar karşılaştığım her kişinin ilk sözü belli: “Bienale gittin mi?” Ama bu soruya “Gittim desem bir türlü, gitmedim desem bir başka.” Zira daha “Gittim” dediğim an karşımdaki bir yerlere yetişmem gerektiğine bile aldırmadan başlıyor sormaya: “Nasıl buldun, şu Taocu olayı sence de fazla abartılı değil mi? Ramazan’da böyle bir şeyi doğru buluyor musun?” Bu tartışmadan kaçmak için “Gitmedim” dediğimde ise bir anda kültürsüzlükle suçlanıp “Şekerim bizim mesleğimizin sanatla ilgisi yok ama daha ilk gün gittik. Çok güzeldi, ülkemizin adını uluslararası arenada da başarıyla temsil ettiği için gurur duyduk” gibi cümlelerle karşılaşabiliyor ve saçımı başımı yolmak isteyebiliyorum. Ama tecrübelerim sonunda sihirli bir savunma cümlesi bulmayı başardım, şimdi her kim bana “Bienal’e gittin mi” derse bunu kullanıyorum: “Uzundur gezmek istediğim eski bir mahalle vardı onunla birlikte programıma aldım, yarın takip etmeye başlıyorum.” (Cümlenin otoritesine ama en önemlisi “Sakın soru sorma, soracaksan da akıllı olsun” üslubuyla karşıdakine saldığı korkuya ve geri püskürtmeye bakar mısınız!) Tüm bunların dışında arkadaş ve meslektaş çevreniz sizden Bienal’i bir sanat eleştirmeni kadar iyi anlamanız ve yorumlamanızı dahası “nesne ve mekan ilişkisindeki zaman olgusunu kullanarak” gibi cümleler kurmanızı da ister, sanatçılarla ilgili magazinsel anekdotlar anlatmanızı da. Oysa kimse anlamıyor ki bu Bienal denilen sanat olayı benim de aklımı karıştırıp kendimi salak gibi hissetmeme neden olabiliyor. Mesela geçenlerde Beyoğlu’ndaki bir sanat etkinliği olan “Ekmek Kapısı”nı (Caddenin ortasında bir kapı, kapıda ekmekler asılı, ne yaratıcı ama!) geçtikten sonra bir mağazaya rastlayınca yerimde çakılı kaldım. Vitrindeki “İndirim” yazısı dijital gibi yazılmıştı. Dahası kıyafetler bir tuhaf asılıydı. Dedim ki; “Bu da Bienal’in bir parçası mı!” Tabii kafamı kaldırıp da çok ünlü bir markanın adını görünce ne hissettiğimi siz anlayın. (Ama Ekmek Kapısı’ndan çok da estetik ve etkileyici bir tasarımdı!) Bu yüzden de eve gelir gelmez kütüphanemden Bienal’le ilgili beni aydınlatacak kitapları indirip başladım okumaya. Size de tavsiye ederim. İlki Türkiye’de çağdaş sanatın öncü isimlerinden olan küratör Beral Madra’nın katıldığı Bienaller’e ilişkin yorumlarını içeren “İki Yılda Bir.” Diğeri ise Sibel Yardımcı’nın “Küreselleşen İstanbul’da Bienal” adını taşıyor ve İletişim Yayınları’nca yayımlandı. Bu kitap ise Bienal’in bir sanat olayı olduğu kadar iktisadi ve politik bir olay olduğuna da dikkat çekiyor. Sonuncusu ise; “10. Uluslararası İstanbul Bienali Kataloğu.” Zira bu kataloğu, İstanbul’un dört bir yanına yayılan Bienal’in kapsamını görmek ve sanatçıları tanımak için bile edinmenizde fayda var.

Devamını Oku

Popüler bilim keyiflidir

13 Eylül 2007

Tarihteki güzel örneklerin, değerli bilim adamlarımızın hakkını yemek olmaz. Ama yine de bilimi ve de bilimsel düşünceyi baş tacı ettiğimizi söyleyemeyiz. Tüm bu tablonun ortasında oturup dertlenmenin, “Ah biz Türkler adam olmayız” demenin de ne anlamı var, ne de bilimsel bir yaklaşımı... Zira “ilginç” denecek kadar güzel örnekler de olmuyor değil! Mesela TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları”na gösterilen muazzam ilgi gibi. Gösterilsin de! Çünkü TÜBİTAK yayıncılık konusunda gerçekten çok iyi bir sınav verdi, yayımladığı kitaplar bilimden ödü kopan, bilimi hayatının dışına itekleyen bizleri bile cezp etmeyi başardı. Evrenin tarihinden bilimin tarihine kadar kaydedilen gelişmelerin yorumlandığı, yaşamı anlamamıza ve sorgulamamıza yardımcı olan “yetişkinler dizisi” ya da Türkiye ve dünya bilim hayatına katkıda bulunmuş bilim adamlarının yaşam öykülerinin, bilimsel çalışmalarının tarihsel arka planının anlatıldığı nefis “Yaşam öyküsü Kitaplığı” gibi... Mesela “Marie Curie”yi, “Newton”u, “Freud”u bir de bu diziden okumanız size çok şey katacaktır...TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları’nın bir diğer güzel yanı çocuklara da sesleniyor olması. 0-8 yaş arasına seslenen “Erken Çocukluk Kitaplığı” ile 8 yaş ve üstüne seslenen “Çocuk ve Gençlik Kitaplığı” aynı zamanda yetişkinlerin de iştahını kabartacak kadar keyifli okumalar sunuyor. Tabii popüler bilim kitapları sadece TÜBİTAK’la sınırlı değil. Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinden İletişim Yayınevi’nin “İnternet Bağlantılı”, “Popüler Bilim Kitapları” dizisi de son derece zor ve karmaşık konuları bize tane tane anlatmayı başarıyor. Mesela son kitapları “Genler ve DNA” gibi... Parmak izinin tarifinden DNA sarmalına, koyun Dolly’den kök hücreye genetik bilimi deşifre eden kitap, sadece tıpla sınırlı da kalmamış. Zira genetik bilim öyle bir alan ki şu ana kadar kabul görmüş, geçerli olan, tartışılamaz tüm değerleri de yeniden tartışılır hale getiriyor. Mesela etik gibi... DNA bankalarının kötüye kullanımından, organ klonlanmasıyla insanoğlunun Tanrı’yı oynama tehlikesine karşı her türlü etik kaygı dile getirilmiş bu kitapta... Dahası birbirinden güzel fotoğraf ve çizimlerle desteklenen bu kitapları okurken kendinizi iyi tasarlanmış, çekilmiş ve sunulmuş bir belgesel izler gibi hissedeceksiniz. Bu yüzden popüler bilim kitapları hemen her kesimin ilgi duyacağı, keyifle okuyacağı kitaplardan... Zira bu kitaplar için her şey denebilir ama “sıkıcı” asla!

Devamını Oku

İyi yazılmış bir hikâye matematiğe de uygundur

7 Eylül 2007

Dahası matematik sandığımız, ısrarla direttiğimiz gibi sıkıcı değildir. Şiirseldir. Mesela kendinden başka hiçbir sayıya bölünemeyen asal sayılar gibi... Siz kendinizden başka birine bölünebilir misiniz? Ya da ne artı ne de eksi değer taşıyan sıfırı şiirsel bulmuyorsak, araf sözcüğünü ve çağrışımlarını da bulmuyoruz demektir. Hele pi sayısı! Başlangıç noktası ile bitiş noktası aynı olan ve adına çember denilen her geometrik şekilde bulunması sizin de aklınızı karıştırıp nefesinizi kesmiyor mu? Üstelik Doğu masallarında aşk tıpkı bir çember gibi tarif edilirken... Yani âşık olup içsel bir yolculuğa düştüğünüzde ulaştığınız kişi “bir yolu yürümüş, deneyim kazanmış” kendi kalbinizken... İşte bu nedenle benim matematiğe bakışım felsefi ve edebidir. Yine tam da bu yüzden ne zaman matematik ve onun varlığı üzerine yazılmış bir kitap görsem ilgiyle karıştırırım. Ne yazık ki çoğunlukla da karşıma profesyonel matematikçilerin okuyabileceği kitaplar çıkar. Oysa isterim ki, “iki paralel doğrunun sonsuzlukta birleştiği” varsayımını ben de anlayabileyim. Çünkü bu varsayımın imkânsız bir aşkın çaresini barındırdığını düşünürüm. Dediğim gibi genelde de aradığımı bulamam. İspatın özü onun anlamıdırIan Stewart’ın “Genç Matematikçiye Mektuplar” kitabı ise her ne kadar bana bu formülü sunmasa da çok keyifli saatler yaşattı. Zira bu kitap matematiğin hepimizin hayatının nasıl da bir parçası olduğunu anlatıyor. Hele içinde öyle bir bölüm var ki kitap için neredeyse “Sanki benim için yazılmış” diyeceğim. Çünkü o bölümde Stewart matematik ve edebiyat arasında bir ilişki kuruyor. Dahası bir hikayede nereye dikkat etmemiz gerektiğini de matematikle anlatıyor. İşte o bölüm: “İspat bir hikayedir. Kendi ortak dillerinde matematikçilerin diğer matematikçilere anlattığı bir hikayedir. Bir başlangıcı (hipotez) ve sonu (sonuç) vardır ve mantıksal bir boşluk olduğu an dağılır. Dinleyiciler bunları zaten bildiği ve hikayeyi anlatan kişinin asıl olaylar dizisinden ayrılmamasını istediği için rutin ya da bilinen noktalar atlanmalıdır. Bir casus romanı okuyorsan ve hikayenin kahramanı helikopterden sarkan yanmakta olan bir ipin ucunda, derin bir uçurumun üzerinde asılı duruyorsa, yerçekimi kuvveti ve yüksek hızdaki bir darbenin fizyolojik etkileri hakkında on sayfa okumak istemezsin. İspatlarda da durum aynıdır. ‘İkinci dereceden denklemi çözerek vakit kaybetme. Onun nasıl yapılacağını biliyorum. Bana çözümlerin neden limit döngüsünün stabilitesini belirlediğini söyle.’ Eğer ispat bir hikayeyse, hatırlanmaya değer bir ispat da güzel bir hikaye anlatmalıdır. Bu bize ispatları nasıl oluşturduğumuzla ilgili ne söyler? Her küçük ayrıntının algoritmik olarak kontrol edilebildiği resmi bir dile ihtiyacı olduğunu değil, olaylar dizisinin açık ve sağlam biçimde sunulması gerektiğini söyler. İyileştirilmesi gereken ispatın sentaksı değil, semantiğidir. Yani bir ispatın özü onun dilbilgisi değil anlamıdır.” Genç Matematikçiye Mektuplar/ Ian Stewart/ Profil

Devamını Oku

Siyasal değil sanatsal İslâm

30 Ağustos 2007

Son yıllarda İslam dendiğinde bir dinden çok ne yazık ki bir ideolojiyi anlar olduk... Medeniyetler çatışması tezinin iteklemesi, 11 Eylül’ün sonuçları, tarifi bir türlü yapılamayan El Kaide’nin eylemleri ile İslam ve terör kelimeleri artık ayrı gayrı düşmez oldu. Memleket sınırları içinde buna ılımlı, ılımsız, siyasal, siyasal olmayan tarifleri de eklenince İslam dendiğinde aklımıza önce ne bir inanç gelir oldu, ne de o inancın kültürel değerleri. Öyle ki sanki bir turnusol kağıdı gibi herkes önce tavrını ortaya koyuyor. “Ben de Müslüman’ım ama...” diye başlayan cümleler bir laiklik ve demokrasi tarifinin ardından haşemayla denize giriyor, kurulandıktan sonra feminizme Doğulu bir yaklaşım getirip dünya turuna çıkabiliyor. Şaşırmamak mümkün değil, “Bir din bu kadar mı kendinden uzak konuşulur” diye. İşin tuhaf yanı, bu hararetli tartışmaların taraflarına (buna birilerini din düşmanı olarak tarif edenler de birilerine yobaz diyenler de dahil) sorsak ne Süleymaniye Cami’ni görmüşlerdir ne de Selimiye’yi... İnsanın kendine, kendi insanına, kültürüne Aborjinler’e bakar gibi bakması ne acı. Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman sözünün dile pelesenk olduğu bir kültürde bu dinin keşfedilen egzotik bir dünya gibi algılanması... Şöyle diyeyim Batı’nın bize Oryantalist bakışını anlıyorum da bizim bize bu şekilde bakışımızın affı ne? Bana bunları yazdıran ise bir kafede oturmuş elimdeki koca kitabı bir yandan tutmaya bir yandan da karıştırmaya çalışırken yaşadıklarım oldu... İki yanımdaki masa da merakla kitaba bakıyordu. Masalardan birinde başörtülü bir kadın ve kızı vardı. Diğerinde ise genç bir kadın (başörtülü ya da türbanlı değildi, insanları artık böyle tarif ediyoruz ya!) ve sevgilisi... Hayretle elimdeki kitaba bakıyorlar. Kitabın adı “İslam Sanatı ve Mimarisi.” Markus Hattstein ve Peter Delius yayına hazırlamış. Her şeyden önce bir nesne olarak çok çekici, büyük boy, kuşe kağıda basılmış, ansiklopediden daha kalın ve ağır yani o nefis katolog kitaplardan... İçinde binden fazla harita, eskiz, fotoğraf var. Her bir sayfa özenle tasarlanmış, insanda okuma isteği uyandırıyor. Ama bir süre sonra fark ettim ki, her iki masa da sadece kitaba değil fotoğraflardaki camilere hayranlıkla bakıyordu. O sırada açık olan sayfanın Rüstem Paşa Cami olduğunu söylersem demek istediğimi kestirmeden anlatmış olurum herhalde. İşin bir tuhaf yanı da kitabın yazar kadrosuydu. Hemen her biri konusunda uzman, yıllarını araştırmalara vermiş yazarlardan sadece biri Müslüman’dı. Tereciye tere satılıyor yani! Kitaba gelince gerçekten çok güzel. Tabii ki Batılı bakış açısından kaynaklanan eksikler ve sığlıklar muhakkak vardır. Ama kitap İslam dünyasını her şeyden önce çatıştığı kadar üretmiş de bir medeniyet olarak ortaya koymuş. Dahası bunu Osmanlı’dan Endülüs’e kadar bir bütün olarak sunmuş. Çünkü bu bütüne baktığınızda kültür denilen şeyin tarifini görüyorsunuz. Nasıl mı? Camiler, minyatürler, mozaikler, kültürlere, ülkelere, zamana göre farklılaşsa da hemen hepsinin aynı doku uyumunu taşıyor. Yani modelleri, renkleri farklı olsa da kumaşları aynı.

Devamını Oku

Türk edebiyatının düşsel yazarı

23 Ağustos 2007

Dikerse evleneceğini sanırmış. Tabii Süreya’nın bu özelliği pek bilinmediğinden onun sökük düğmeleri “şair adam imajı” ile dillendirilip anılır olmuş... Ne de olsa şair, yazar ya da ressam adama yakışır kılığa kıyafete çok anlam yüklemeden dolaşmak... Oysa ışıltı giyinirmiş Cemal Süreya, yakasına çiçek de takarmış. Oysa kafamızdaki yazar, şair imajı bu değildir. Bize göre muhakkak bohem giyinirler, gizemli dururlar, caddelerin kalabalığından değil tenhasından yürürler, herkes işe giderken onlar evlerine döner, herkes uyurken onlar çalışır... Mesela sevdiğiniz yazarları aklınızdan geçirin, hangisini gülerken ya da manavdan kabak alırken hayal edersiniz? Hangi kadın yazar, daktilosunun başında yazı yazdıktan sonra kuaföre saçına fön çektirmeye gider. İşin tuhaf yanı onlarla tanışıp sohbet etseniz bile bu imajdan vazgeçmeyebilirsiniz. Israrla ve inatla kafanızdaki imajı sürdürmek için onları o kimliğin içine sıkıştırmaya devam edersiniz. Ama söz konusu Nazlı Eray olunca bu mümkün olmaz. Daha size merhaba dediği an, bu imajı yerle bir eder. Çünkü o, alabildiğine yaşayan, kahkaha atan, kızıl saçları ile cıvıl cıvıl bir kadındır. En iyi arkadaşlarından birinin kuaförü olduğunu basına açıklayacak kadar rahattır. Mesela “Yazarların İstanbul’u” kitabında bir Ankaralı olarak bu şehri “eteklerinin altına dolan rüzgârla” anlatabilir. CHP’lidir ama Cumhuriyet ideolojisini aşırı materyalistleştirenlerden değildir. Romanlarında tekkelerden, türbelerden, fallardan, büyülerden, dervişlerden, hayaletlerden geçilmez. Batıl itikatları yazıp ondan sonra da bir öğretmen edası takınıp “Bak çocuğum işte bağnazlık, yobazlık budur” diyerek toplum mühendisliğine de soyunmaz. Zaten o “tanrı-yazar” üslubunu da benimsemez, dahası anlattıklarını var olan haliyle bırakmaz büyülü gerçekçi edebiyatın birer güzel örneğine dönüştürür. Ama Türk edebiyatında çok da hak ettiği yeri bulamamıştır. Bu yüzden kütüphanemde özel bir yeri olması için ayrıca gayret etmişimdir. Kitaplarının yeni yayınevi Merkez Kitaplar tarafından tekrar basıldığını görmek, bu nedenle beni çok mutlu etti. “Sis Kelebekleri” ve “Uyku İstasyonu”nun peş peşe yayımlanması da... Çünkü her iki kitap da “hastalık” üzerine, yani hastalığın insan hayatını nasıl etkilediği ve kişinin bu değişimi nasıl evrimleştirip yönlendirdiği... “Uyku İstasyonu”nda Nazlı Eray, bunu beş aydır bitkisel hayatta olan annesinin ölmemesi için mücadele eden bir kadının hikâyesi ile anlatır. “Sis Kelebekleri”nde ise geçirdiği hastalığa rağmen inatla yaşama ve düşlerine sarılan, (belki de sığınan) iyileşmek için her gün mücadele eden ve yaşamdan kopmayan bir kadının hikâyesiyle... Ama bu aynı zamanda hayatta kalma mücadelesi sırasında zaman denilen kavramın nasıl da anlamını değiştirip dünle bugünün, düşle gerçeğin birbirine girdiğinin de anlatımıdır... Tabii her iki kitap başka okumalara da açık, ama benim gibi sağlığına yeni kavuşmuş ve bunun için zorlu bir mücadele vermiş ve mücadeleden yeni çıkmış, daha da yolu olan biri için bu iki kitaba başka gözle bakmak galiba pek mümkün değil.

Devamını Oku

Bir duruş, bir yalnızlıktır; ada

16 Ağustos 2007

Karşı kıyıyla aranızda kısacık bir deniz mesafesi olsa da kaldırımlarınızın, evlerinizin, el ele dolaşan âşıklarınızın hatta pencerelerdeki sardunyalarınızın bile farklı olduğunu düşünür müsünüz? Sahi kendinizi bir ada kadar özgün ve bir ada kadar yalnız ve bir ada kadar bir yere bağlanamaz, iliştirilmez hisseder misiniz? Ne zaman kendi sokaklarınızda yürüseniz herkese ait olan o tarihin sizin tarihiniz olmadığını hisseder misiniz? Sahi, tüm güzelliğine ve çekiciliğine rağmen bir ada olmak ister misiniz? Aidiyetini yitirmekNe zaman Bozcaada’ya gitsem ya da Büyükada’ya içimdeki bu adayla yüzleşirim. Çünkü karşı kıyıyla aralarındaki yarım saatlik deniz yolu iki farklı kültürü, iki farklı psikolojiyi, iki farklı tarihi barındırır. Öyle ki her iki kıyıda da memleket sorunlarına bakışınız değişir, birinde vicdan azabından kıvranırsınız diğerinde “yetti artık bu azap” dersiniz... Dahası adaların yazın sakin, kışın ıssız sokaklarında dolaşırken bakışlarınız pencerelerden evlerin içlerine süzülür, gördüğünüz objelere, dantel örtülere, duvardaki siyah beyaz fotoğraflara imrenme ve hüzün karışımı bir duyguyla bakarsınız. Dersiniz ki eve döndüğümde “ben de dantellerimi çıkarıp sereceğim” ya da “aile büyüklerinin resimlerini çerçeveletip duvara asacağım.” Ama adalı olmayan biri için adayla kurulabilecek ruh hali ancak bu kadardır, sonrası bir turistin bitip tükenmek bilmez, bilmemesi istenen heyecanı, oburluğu ve tüketim telaşıdır. Yoksa meydandaki ulu ağacın altında saatlerce kitap okumak ya da adanın en sevilen köpeğinin yeni doğmuş yavrularını görmek için yanıp tutuşmak gibi heyecanlar size uğramaz, bunlar adanın yerlisine has duygulardır. İşte tam da bu yüzden git gide bir ada olmak isterim, zamanın genişleyip insanileştiği, insanın yüreği avcunda yaşayabildiği o nahif hayat için... Ama bilirim, ada olmak hiç de kolay değildir, dediğim gibi en yakınınla bile ilişki kuramamak, aidiyetini yitirmektir... Büyükadalı Fıstık Ahmet’in (Tanrıverdi) “Atina’daki Büyükada” kitabını okuduktan sonra bu düşüncelerim daha bir pekişti. Çünkü kitapta öyle bir bölüm var ki, “gel de çık işin içinden” denecek türden... Azınlık denilen şeyin kimi zaman etnik kökenle, inançla değil hayata bakışla, duruşla ilgili olduğunu anlatan bir bölüm bu. İnsanın farklı olandan kopup kendinden bildiğine bağlanmaya çalışırken nasıl da yapayalnız kalışının... Büyükadalı bir Rum kadının, adadaki Rum nüfus azaldığı için Yunanistan’a gidip kendine koca bulmasıyla başlayan bir hikaye bu. Fıstık Ahmet bize diğer konuştuğu kişiler gibi kadının adını vermiyor, okuyacaklarınızdan sonra veremeyeceğini siz de anlayacaksınız. Zira bu hikaye siyasi sürtüşmelerin insanların seks hayatlarını bile ele geçirebildiğini anlatıyor. Nasıl mı? Gelin bunu büyük hayallerle, kendi milletinden bir erkekle evlenmek için Yunanistan’a gelen o Rum kadının kendi ağzından dinleyelim: “Kocamla ilk zamanlarda her şey iyi gidiyordu. Ama tüm güzelliklere rağmen hemen çocuk yapmak istemedim. İçimde bir kuşku vardı. Sevişirken birden değişiyordu. Nedenini anlayamadım. Dış görünüş bazen insanı yanıltıyor. Bir insanla beraber olmadan yani yatmadan evlenmenin yanlış olduğunu anladım. Ben soğuk bir kadın değilim ama yatakta beni şaşırtmaya devam edince çocuk yapmaktan vazgeçtim. Ahmet, aklına neler geldi bilmiyorum ama hiçbiri değil. Türk-Yunan anlaşmazlığına nasıl ki Kıbrıs sebep olduysa benin evliliğimin bozulmasına da Kıbrıs sebep oldu. Sevişirken birleştiğimiz zaman, üstümdeyken ve boşalırken ‘Ecevit, Ecevit’ diye hırsla inliyordu. Ve Ahmet, benimle sevişmiyor adeta harp ediyordu. Yatakta o Yunanlı ben Türk tarafı idim sanki. Kocamın bu kadar fanatik olduğunu bilmiyordum. Kindar ve manyak herif! Hemen ayrılmaya karar verdik ve boşandık.”

Devamını Oku