Dikerse evleneceğini sanırmış. Tabii Süreya’nın bu özelliği pek bilinmediğinden onun sökük düğmeleri “şair adam imajı” ile dillendirilip anılır olmuş... Ne de olsa şair, yazar ya da ressam adama yakışır kılığa kıyafete çok anlam yüklemeden dolaşmak... Oysa ışıltı giyinirmiş Cemal Süreya, yakasına çiçek de takarmış.
Oysa kafamızdaki yazar, şair imajı bu değildir. Bize göre muhakkak bohem giyinirler, gizemli dururlar, caddelerin kalabalığından değil tenhasından yürürler, herkes işe giderken onlar evlerine döner, herkes uyurken onlar çalışır... Mesela sevdiğiniz yazarları aklınızdan geçirin, hangisini gülerken ya da manavdan kabak alırken hayal edersiniz? Hangi kadın yazar, daktilosunun başında yazı yazdıktan sonra kuaföre saçına fön çektirmeye gider.
İşin tuhaf yanı onlarla tanışıp sohbet etseniz bile bu imajdan vazgeçmeyebilirsiniz. Israrla ve inatla kafanızdaki imajı sürdürmek için onları o kimliğin içine sıkıştırmaya devam edersiniz. Ama söz konusu Nazlı Eray olunca bu mümkün olmaz. Daha size merhaba dediği an, bu imajı yerle bir eder. Çünkü o, alabildiğine yaşayan, kahkaha atan, kızıl saçları ile cıvıl cıvıl bir kadındır. En iyi arkadaşlarından birinin kuaförü olduğunu basına açıklayacak kadar rahattır. Mesela “Yazarların İstanbul’u” kitabında bir Ankaralı olarak bu şehri “eteklerinin altına dolan rüzgârla” anlatabilir. CHP’lidir ama Cumhuriyet ideolojisini aşırı materyalistleştirenlerden değildir. Romanlarında tekkelerden, türbelerden, fallardan, büyülerden, dervişlerden, hayaletlerden geçilmez. Batıl itikatları yazıp ondan sonra da bir öğretmen edası takınıp “Bak çocuğum işte bağnazlık, yobazlık budur” diyerek toplum mühendisliğine de soyunmaz. Zaten o “tanrı-yazar” üslubunu da benimsemez, dahası anlattıklarını var olan haliyle bırakmaz büyülü gerçekçi edebiyatın birer güzel örneğine dönüştürür.
Ama Türk edebiyatında çok da hak ettiği yeri bulamamıştır. Bu yüzden kütüphanemde özel bir yeri olması için ayrıca gayret etmişimdir. Kitaplarının yeni yayınevi Merkez Kitaplar tarafından tekrar basıldığını görmek, bu nedenle beni çok mutlu etti. “Sis Kelebekleri” ve “Uyku İstasyonu”nun peş peşe yayımlanması da... Çünkü her iki kitap da “hastalık” üzerine, yani hastalığın insan hayatını nasıl etkilediği ve kişinin bu değişimi nasıl evrimleştirip yönlendirdiği... “Uyku İstasyonu”nda Nazlı Eray, bunu beş aydır bitkisel hayatta olan annesinin ölmemesi için mücadele eden bir kadının hikâyesi ile anlatır. “Sis Kelebekleri”nde ise geçirdiği hastalığa rağmen inatla yaşama ve düşlerine sarılan, (belki de sığınan) iyileşmek için her gün mücadele eden ve yaşamdan kopmayan bir kadının hikâyesiyle... Ama bu aynı zamanda hayatta kalma mücadelesi sırasında zaman denilen kavramın nasıl da anlamını değiştirip dünle bugünün, düşle gerçeğin birbirine girdiğinin de anlatımıdır... Tabii her iki kitap başka okumalara da açık, ama benim gibi sağlığına yeni kavuşmuş ve bunun için zorlu bir mücadele vermiş ve mücadeleden yeni çıkmış, daha da yolu olan biri için bu iki kitaba başka gözle bakmak galiba pek mümkün değil.
Türk edebiyatının düşsel yazarı
Ece Ayhan anlatmıştı; Cemal Süreya düğmesini “pıt” diye koparır, karşısındaki kadına “dik” dermiş...
Haberin Devamı