Orhan Pamuk’u yazamamak

Bazen yazıdan kaçar, ekranın ya da boş kâğıdın karşısında kıvranıp durursunuz. Onun boşluğu beceriksizliğinizin hatta korkaklığınızın ispatı gibidir

Haberin Devamı

Bazen yazıdan kaçar, ekranın ya da boş kâğıdın karşısında kıvranıp durursunuz. Onun boşluğu beceriksizliğinizin hatta korkaklığınızın ispatı gibidir. Bu yüzden kendinizi türlü işlere verirsiniz. Mesela daha mevsimi gelmeden yazlıkları çıkarır ya da geçen hafta silinen camların üstünden bir de siz geçersiniz. Hatta yetinmez, dün uzun uzun konuştuğunuz arkadaşınızı arar, konuştuklarınızı belki üç, belki de dört defa daha tekrarlarsınız. Her şey o yazıdan kaçmak ve kaçtığınız için içinizde uyanan suçluluk duygusunu bastırmak içindir.
İşte İthaki Yayınları’ndan çıkan “5. Sanattan 5. Kola: Orhan Pamuk” kitabı ile bu duyguyu bir kez daha yaşadım. Çünkü okunmuş, okunurken satırlarının altı çizilmiş, sayfaları kıvrılmış bu kitap, her ne kadar masamda uslu uslu dursa da hiçbir zaman masum olmamış, olamayacak hatta kötü niyetli tartışmalara vesile olabilirdi. Mesela “Kötü yazar çünkü hiçbir kitabını sonuna kadar okuyamadım” diye başlayan cümleleri yine tedavüle sokabilirdi. İnsanların cehaletinden, tembelliğinden meziyet çıkardığı o kırpıp kırpıp çöpe atmamız gereken cümleleri... (Bu cümlenin saçmalığına küçük bir örnek; James Joyce ya da Kafka da çok zor okunur ama dünya edebiyatının en önemli yazarlarındandır. Yani bir kitabın kolay okunurluluğu ile edebi değeri arasında her zaman ilişki kuramayabiliriz.)
Tabii söz konusu Orhan Pamuk olunca, bu cümleler artık çok masumane kalıyor. Yasin Hayal’in “Pamuk ayağını denk al sözünü” ve “301’i başımıza Orhan Pamuk sardı” diyen zihniyeti de atlamayalım... Ya da kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayanların “Sırf Nobel almak için ‘bir milyon Ermeni öldürüldü’ dedi” yorumlarını da.
Ne yazık ki tüm bunlar, benim gibi Orhan Pamuk’un hemen tüm kitaplarını okumuş, bazılarını sevmiş, bazılarını sevmemiş, ama değerlerini bilmiş, kütüphanesinin en güzel rafına yanına sohbet edebileceği kitaplarla koymuş okurlarını yorum yapamaz hale getirdi. Ve bence işin en zarar verici yanı da bu oldu. Çünkü böylece yazarın gerçek okurları sustu. Sahi, bir yazarın okurları susuyorsa konuşan kimdir?
İşte Kaan Arslanoğlu’nun, Ergin Yıldızloğlu’nun, Nihat Ateş ve Ali Mert’in yazılarından oluşan ve Nobelli yazarı kimi zaman kıyasıya eleştiren bu kitabı okurken de yazarken de bunları düşündüm. Çünkü bu dört yazar da Orhan Pamuk’u okumuş kişiler. Öyle “Okumam, okuyanı da sevmem” ya da “Orhan’ı sevmeyen ölsün” lumpenliğinde değiller. Hele Yıldızoğlu’nun Pamuk’un Herald Tribune’de yayımlanan “Kimin İçin Yazıyorum” metnine getirdiği eleştiriler ufuk açıcı nitelikte. (Dikkat, “ufuk açıcı” diyorum, “aynı fikirdeyim” değil!) 1970’lerde romancı olmaya karar veren Pamuk bu yazısında şöyle diyordu; “kimin için yazdığım sorusuna toplumun en yoksul ve ezilmiş kesimi için yazıyorum diye yanıt vermezsem, Türkiye’nin ağalarına ve burjuvazisine hizmet etmekle suçlanacaktım.”
Ben de Türk edebiyatının “fakir edebiyatı” olarak tarif edilen popülist yaklaşımlardan çok çektiğine inandığım için Pamuk’un yorumlarını bu şekilde algılamıştım. Ama Yıldızoğlu, onun bu sözlerine iktisadi bir akılla yaklaşarak “Bu okuma yazması bile neredeyse olmayan bir kesim için yazmak anlamına gelirmiş Pamuk’a göre; boş nahif bir çaba olurmuş” diyor. Yani Orhan Pamuk’un bu sözleri ile kendisine okur değil hedef kitle seçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Edebiyat çabası açısından önemli olansa ‘kim için yazıyorsun’ değil, ‘niye ve de neden yazdığın biçimde yazıyorsun’ sorunudur. Hatta Blanchot’ya atıfla ‘sen içindeki hangi ağrıya biçim vermeye çalışıyorsun?’ ya da Lacan’dan hareketle ‘Sen bu romanı yazıyorsun, iyi ama, kimin seni bu romanı yazarken görmesi için yazıyorsun’ diye sorarak başka boyuta da geçmektir.” Yazar ve psikolog Kaan Arslanoğlu’nun Orhan Pamuk’la ilgili tespitlerine gelince... Beni kıskıvrak yakaladığını ve bu yazıyı kaleme almak zorunda bıraktığını söylemeliyim. Çünkü Arslanoğlu, bize bir “Pamuk Terörü”nden bahsediyordu. Yani onun üzerine söz söylenemez, bundan ve tabii sonuçlarından korkulur hale gelinişinden... Gerçekten de öyle, Nobelli bir yazarı eleştirmek hiç de kolay değil. Sevenleri tarafından, hele kendilerini demokratlığın kalesi olarak gören sevenleri tarafından hemen “faşist” damgası yiyebiliyor ve bu yüzden de sözlerinize “Orhan Pamuk’u ben de çok severim ama...” diye başlamak zorunda kalabiliyorsunuz. İşte ben de bu nedenle bu yazıyı kaleme aldım, bu korkuyu üzerimde hissetmemek, varsa da atmak için. Ama az önce dediğim gibi, benim üzerimdeki tek korku bu değil. Ne yazık ki bu ülkede bu tür entelektüel kaygıları birer ayrıntı haline getiren kaba gerçeklerin de varlığını biliyorum. İşte tam da bu yüzden kendime soruyorum; “Sen bu yazıyı neden yazdın?” Yanıtım açık; “İçimdeki sızıya şekil vermek ve beni izleyen duvardaki sinek için...”

DİĞER YENİ YAZILAR