Aralarında başında Fransız beresi, kolunun altına sıkıştırdığı çantası, beyaz trençkotu ve sağ elindeki sigarası ile Suat Derviş duruyor. Hani şu günümüzde “Karakolda ayna var, ayna var” nakaratıyla adından haberdar olduğumuz “Fosforlu Cevriye”nin yaratıcısı kadın romancımız.
Fotoğraf karesindeki tüm erkekler objektife bakmış o hariç. Sanki ufka dalıp gitmiş gibi ama “Leyla Leyla” bir bakış değil bu. Duruşunda kendine müthiş bir güven, saygı ama en önemlisi inanç var. Hani istemese onu kimse yerinden kıpırdatamazmış gibi.
Zaten ilk aşkı Nâzım Hikmet de onun için “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; bir kere eğemedim bu kadının başını” dememiş miydi?
Ama ne tuhaf ki özgür, entelektüel, başarılı kadın modellerin birer “kıt kaynak” olduğu ülkemizde Suat Derviş’in ne adı bilinir, ne de Hollywood filmlerine konu olacak denli renkli ve maceralı olmasına rağmen hayatı. Oysa hayatı sinemaya uyarlansa onun sağlam duruşuna, militan, bağımsız, çapkın kişiliğine Sharon Stone fazlasıyla yakışırdı.
Neyse ki, biyografi yazarı Liz Behmoaras onun hikayesini “Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi” adıyla kitaplaştırdı da bu büyük boşluk (acaba nankörlük mü?) en azından görünür hale geldi.
Çünkü 1905 doğumlu olan Suat Derviş öyle sıradan bir kadın değildi. Onun hayat hikayesini okuduğumuzda verdiği mücadelelerin, yaşam biçiminin hele hele özgürlük anlayışının bugünün Türkiye’sinde bile pek karşılığı olmadığını görürsünüz. İlk aşkı Nâzım Hikmet, üçüncü eşi Nizamettin Nazif, son eşi ise TKP Teşkilat Sekreteri Reşat Fuat Baraner’di. Yani her biri Türkiye tarihinin önemli şahsiyetleri... Ama o, kendisinden “Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak” bahsedildiğinde “Ben, yazar Suat Derviş’im! Kimsenin karısı olarak yad edilemem” diyen bir kadındı. (Darısı günümüz kadınlarının başına!)
Hayatına giren erkeklerin siyasi çizgisinin de gösterdiği üzere Suat Derviş bir komünistti. Nâzım’la birlikte Rusya’daki Ekim Devrimi’ne ilgi duymuş, SSCB’yi gezip uzun röportajlar yapmıştı. Dahası Reşat Fuat Baraner’le 1930’lu yıllarda faşizme karşı mücadele vermek için Yeni Edebiyat dergisini kurup yönetmiş, gizli Türk Komünist Partisi’nin faal bir militanı olmuştu.
Ama o her şeyden önce bir yazardı. İlk kitabını daha 16 yaşındayken yazmıştı. Adı ise oldukça ilginç; “Kara Kitap.” 1943’de yayımlanan “Fosforlu Cevriye” romanının yanı sıra “Fatma’nın Günahı”, “Gönül Gibi”, “Roman Olan Şeylerin Romanı”, “İstanbul’un Bir Gecesi”, “Hiç”, “Çılgın Gibi”, “Aksaray’dan Bir Perihan” ve “Les Ombres du Yalı” isimli kitapları da vardır ama çoğunu belki sahaflarda bulabilirsiniz. (Sanki böyle bir yazar hiç olmamış gibi değil mi?) Ne hazin ki 23 Temmuz 1972’de öldüğünde de yapayalnızdı. Liz Behmoaras’ın kaleme aldığı biyografisinde cenaze gününü İsmet Kür şöyle anlatıyor: “Baktım, basın çevresinden bir yığın insan... Cumhuriyet gazetesinden koskoca bir çelenk. Ama durum az sonra aydınlandı. Bu kalabalık, bu koskoca çelenk, bir zamanların Cumhuriyet yazarı, ünlü gazetecisi, romancısı, cesur devrimcisi Suat derviş için değil, o sıralarda Cumhuriyet’te çalışmakta olan Sayın Sadun Tanju’nun saygıdeğer annesi içinmiş!”
Adı: Suat Derviş
Aslında kapak fotoğrafı her şeyi anlatıyor. Siyah-beyaz. Yıpranmış, biraz da flu bir fotoğraf bu. Kravatlı, fötr şapkalı, kasketli, takım elbiseli sekiz-on adam
Haberin Devamı