Kortizona rağmen verdiğim kiloların hesabıdır

İyi ki bir kilo verdim...“Mail box”ım çöktü, telefonum susmaz oldu. Yolda gören durdurup soruyor; “Nasıl verdin, anlat!” diye

Haberin Devamı

Halbuki, o sırada kan ter içinde, elimdeki su şişesini tepemden boşaltmak üzereyim. Ama umursamıyor bile. Geçit vermez bir ifadeyle “Röportaja yetişmem gerek” diyorum, ne mümkün, kadın yakamdan tutmuş bırakmıyor.
Ya da sabahın ilk saatleri...
Bilen bilir, erken saatlerde aranmaktan hiç hoşlanmam, hoşlanmadığımı da hemen belli ederim.
Kilo verdiğimden beri nemrut sesimin de, ukalalığımın da bir anlamı kalmadı.
Karşımdaki ses; “Buket doğru mu?” diyor.
“Ne doğru mu?”
“Kilo vermişsin”
“Niye soruyorsun, vadeliye mi koyacaktın? İstersen biraz da Euro al, sepet yaparsın. Sana ne ya!”
“Anlat hadi!”
Hayda!
Bir anlat, iki anlat... Yetmedi mail at. Olmadı, psikolojik destek ver. Vallahi yoruldum.
Meğer, Doğu-Batı sorunsalından bile büyük bir meseleymiş kilo vermek. Bilmezdim. Çünkü hep zayıftım. Sofraya en erken oturup en geç kalkmama, gece yarısı mantı yiyip yatmama rağmen zayıftım... Bu nedenle diyet yapanları farklı davranış biçimleri, yeme alışkanlıkları, içgüdüleri olan başka bir millet gibi görürdüm. Anlayamaz, saygı duyardım.
Tabii, böbrek nakli ameliyatı sonrasına kadar... Kullanmaya başladığım (ömür boyu da kullanacağım) kortizonlar sayesinde kendimi bir anda dombililer kategorisinde bulunca küçük bir travma geçirdim. (Tabii ki, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın travması kadar büyük değildi!)
Artık 49 değil, 54-55 kiloydum. Bir ara 57’leri bile gördüm. Suratım beş karış giyinmekten, açken bile kendimi ağır hissetmekten çok sıkılmıştım. Üstelik her yemek bir suçluluk duygusuydu. Oysa ben bu duyguyu diyalize girerken bile bu kadar yoğun hissetmemiştim. (Diyalizde, her yemekten bir lokma, her içecekten bir yudum içilen çok ama çok katı bir diyet uygulanır. Uymazsanız ölürsünüz! Yani bu diyette “pazartesi başlarım” diye bir şey yoktur.)
Ama bir gün ayakkabımı giymek için bir sandalyeye oturmak zorunda kalınca “Ee, ama bu iş çok uzadı” dedim ve hemen sevgili doktorum Doç. Dr. Murat Tuncer’i aradım ve diyet yapmamda bir sakınca olup olmadığını sordum. Hiçbir sakınca olmadığını aksine sağlığım için daha iyi olacağını ama kesinlikle bir uzman kontrolünde kilo vermem gerektiğini söyleyince başladım diyetisyen aramaya.
Tabii bazı kriterlerim vardı. Bir kere böbrek naklinin ne olduğunu, sonrasında kullanılan ilaçları, yan etkilerini, diyalizin kişide bıraktığı izleri bilmesi gerekiyordu. Yani gerçek anlamda bir doktor arıyordum, kestirmeden gidenlerden değil. Ayrıca bölgesel zayıflama odaklı bir diyet programı önerebilmeliydi. Çünkü kortizon kullanımından ötürü aldığım tüm kilolar bel bölgemde toplanmıştı. Ama en önemlisi bu yağlar vücuttan sağlıklı bir yöntemle atılmalı ve böbreğe hiçbir zarar verilmemeliydi.
Ama nefroloğum Murat Bey’in “Hiçbir sakıncası yok” demesine rağmen diyet yapmaktan da ödüm kopuyordu; “Ya böbreğe bir şey olursa” diye. Bu yüzden biraz fazla ince eleyip sık dokudum. Mesela bazı diyetisyenlerin CV’lerini bile inceledim! Hatta bir ara tavsiye mektubu, referans falan da istemeyi düşündüm. İşi o kadar yokuşa sürdüm ki, araştırmam bir ay sürdü. Ta ki bizim magazin servisinden Neslihan Akbaydar’la konuşana dek.
Neslihan, görüştüğüm diyetisyenlere bir şekilde güvenemediğimi anlayarak; “Hiç uzatma, senin ihtiyacın olan bu adam” dedi ve kendisine de on kilo verdiren Dr. Mustafa Karataş’ın ismini, telefon numarasını elime tutuşturdu. Ve hatırlattı; “Unutma bende de tiroid var.” (Sakın “Bu doktor kim” diye sabahın köründe arayıp sormayın, işte bilgileri: Dipnot, 0212 241 03 64)
Yanılmadı da, bir buçuk ay sonunda tekrar 49 kiloyum. Hem de kullandığım kortizonlara rağmen. Hem de hiç aç kalmayarak... Üç ana, üç ara öğün yiyerek ve yemek yeme zevkinden, tadından vazgeçmeyerek... Ama en önemlisi bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaçlar kullanmamama yani her türlü hastalığa herkesten daha açık olmama rağmen sağlığımdan hiç ödün vermeden zayıfladım...

DİĞER YENİ YAZILAR