Sevgi emek ister sözü ona aitti

Ajanslardan geçen bir haberdi; “Kırgız yazar Aytmatov öldü.” Her ölüm nasıl erkense, her ölüm haberi de beklenmedik...

Haberin Devamı

Hep şaşırıyoruz. Ölen kişinin yaşı, sağlığı durumu hiç değiştirmiyor. Sanki ölüm sıra dışı, öyle kırk yılda bir hayata uğrayan bir şey...
Bu çelişkinin üzerine çok düşünmeye gerek yok, ölüm gerçeğine katlanmak için yarattığımız savunma mekanizmalarından biri bu da.
Aytmatov’un ölümü de şaşırtıcı oldu. Kendisiyle röportaj yapalı sekiz yıl olmuş. “Beyaz Gemi” romanını tekrar elime alalı altı ay.
Bu, anne ve babası tarafından terk edilmiş beş-altı yaşlarındaki bir çocuğun hikayesiydi. Sadece üç evin olduğu bir vadide dedesi, üvey ninesi ve köpeği ile yaşayan bir çocuğun... Hiç arkadaşı olmayan, okula başlamamış. En büyük zevki, dedesinin yani kendisini seven tek kişinin dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek, “Deve, Kurt, Eyer ve Tank” isimlerini verdiği kayalarıyla konuşmak olan kısaca hayalleriyle mutlu olmaya çalışan mutsuz bir çocuğun hikayesi.
Aytmatov büyük yazardı. 150 dile çevrilen eserlerinin 40 milyonun üzerinde sattığı tahmin ediliyor. Ama bence bu küçük çocuğun hikayesi onu büyük kılmak için yeterli. Bu kitabı okumuş olanlar neden bahsettiğimi hemen anlayacaktır, inanıyorum. (Sahi siz de zaman zaman bulutları bir şekle benzetirken bu küçük çocuğu anımsıyor musunuz?)
Aytmatov aynı zamanda bir dönem solcularının da efsane yazarıydı. Bugün bile sık sık kullanılan “Sevgi emek ister” sözü ona aitti. Türkiye’de sinemaya uyarlanan ve başrollerini Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in oynadığı “Selvi Boylum Al Yazmalım” onun romanıydı. O bu romanda tutkunun karşısına sevgiyi koymuştu. Okuyana “Sevgi ne demek, aşk ne demek” diye sordurmuştu.
“Cemile” romanı içinse “Mutlu aşk yoktur” dizesiyle herkesin aklına kazınan Aragon “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” demişti. Herkes “uzayda hayat var mı” diye sorarken o “Gün Uzar Yüzyıl Olur” kitabında “Varsa ne yaparız” sorusunu ortaya atmıştı. Mesela medeniyet olarak bizden iyilerse, ne yaparız? Onun yanıtı ise iletişime geçmeyeceğimiz yönündeydi.
Sovyetler dağıldıktan sonra kurulan Kırgızistan devleti, onu baş tacı yaptı. (Kırgız Türkleri ile Türkiye Türkleri arasındaki en büyük fark bu olsa gerek. Yani yazarlara verilen değer.) Hollanda, Lüksemburg, Belçika, Fransa büyükelçisi olarak atandı. Bu nedenle ben de Türkiye’ye geldiğinde ona şu soruyu yöneltmiştim. Aldığım yanıt aynı zamanda onun yazarlığının dokusunun da tarifiydi:
* Siyasi kimliğiniz yazarlığınızı etkiliyor mu? Kağıt ve kalemle baş başa kalamamak sizden neler götürdü?
Sizinle aynı fikirde değilim çünkü yazarın her şekilde toplumun içinde olması lazım. Şayet tek başına kalıp bir şeyler yazmaya başlarsa asıl o zaman sanatını yitirir. Çünkü yazar din adamı, yazdığı yerde manastır değildir. Öyle yazmaya başlarsa ortaya çıkacak olan yeni bir Kuran ya da din olur. Oysa tüm kitaplar insanı anlatır. Bu yapılmazsa ortaya çıkan sadece bir illüzyondur. Benim anlattıklarımın çarpıcı olmasının nedeni de bu. Ben II. Dünya Savaşı’nı yaşadım ve her şeyi de buradan yola çıkarak anlattım.

NOT!
VatanKitap’ın Haziran sayısı, OSS nedeniyle yarın değil Salı piyasada olacak. Gezi kitaplarının masaya yatırıldığı bu sayıyı okumadan tatil planı yapmamanızı tavsiye ederim.

DİĞER YENİ YAZILAR