Şampiy10
Magazin
Gündem

Hz. Muhammed dünyanın manevi ışığıdır

Peygamberimiz Veda Haccı’nda toplanan 40 bini aşkın mümine hitaben şunları söyledi: “Kanlarınız, mallarınız dokunulmazdır. Cahillik döneminin kan gütmeleri ayaklarımın altındadır. Cahillik döneminin tefeciliği de ayaklarımın altındadır. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, eşlerinizin sizin üzerinizde, sizin de onların üzerinde karşılıklı haklarınız vardır. Size öyle bir şey bıraktım ki ona sarıldıkça asla sapmazsınız. Bıraktığım şey, Allah’ın kitabıdır.” Hz. Muhammed daha sonra ashabına, kendisi hakkında ne düşündüklerini sordu.“Senin, mesajı duyurduğuna, görevini yaptığına, bizlere öğüt verdiğine tanıklık ediyoruz.” Bunun üzerine şehadet parmağını göğe doğru kaldırıp insanları göstererek üç defa “Şahit ol Allah’ım”dedi.

Bir oldu hükmünde kullar krallar,

Yıkıldı köhne köhne kurallar,

Açıldı ufuklar daracık yollar,

Bunalan beşere ya Resulallah.

Dünyada milyonlar ondan feyiz ve huzur alıyor. Her an, her saniye onun ismi cihanda “Muhammedun Resulullah (Muhammed Allah’ın Elçisidir)” diye yankılanıyor.

Erzurum’da Faik Pirimoğlu diye hak dostu bir müteahhit amcamız vardı. Batum kentinin Osmanlı sınırları içinde bulunduğu zamanlarda fırın çalıştıran Faik Bey dedi ki: “Bir gün fırına bir papaz geldi. O kadar ağlamıştı ki gözlerinden akan yaşlar, her iki yanağında da kırmızı ip gibi iz yapmıştı. Bana, ‘Muhammed nerede?’ diye sordu. Ona Hz. Peygamber’in hayat hikâyesini anlatmaya başladım. Papaz, ‘Muhammed, bana gel dedi. Sen Müslümansın. Onun bulunduğu yeri bilirsin diye sana geldim. Ama sen bana hikâye anlatıyorsun’ deyip ağlayarak gitti.”

Rum avukat Diyamendi Efendi, onun nuruyla aydınlanıp Yaman Dede unvanını almış ve ona olan aşkını “Dahilek Ya Resulallah (Yardım Ey Allah Elçisi)” başlıklı natında dile getirmiştir. İlk dörtlüğü şöyle:

Gönül hun oldu şevkinden boyandım ya Rasulallah,

Nasıl bilmem bu nirana dayandım

ya Rasulallah,

Ezel bezminde bir dinmez figandım ya Rasulallah,

Cemalinle ferahnak et ki yandım

ya Rasulallah.

Sana yüz binlerce salat ve selam Ey Allah Elçisi!

Yazının devamı...

Bu gece Mevlit Kandili

Bugün Hz. Muhammed’in doğum günüdür. Süleyman Çelebi’nin anlatımıyla:

O Rebiülevvel ayın nicesi

Onikinci gece isneyn gecesi

Doğdu ol saatte ol sultan-ı din

Nura gark oldu semavat-ü zemin.

(Rebiülevvel ayının 12’nci gecesi olan pazartesi gecesi, o din sultanı doğdu ve onun doğduğu anda gökler ve yer ışığa boğuldu.)

Henüz 3 aylık bebekken babasını, 6 yaşındayken annesini kaybetti. 2 yıl dedesinin,

8 yaşındayken amcası Ebutalib’in himayesinde kaldı. 25 yaşında Hatice ile evlendi ve

40 yaşında peygamberlikle şereflendirilip karanlığa boğulmuş olan dünyaya ışık getirdi:

Karanlık içinde yüzen dünyayı

Sen çıkardın nura ya Resulallah

Göklerden alarak güneşi ayı

Sen indirdin yere ya Resulallah.

Onun manevi nuru, ilk peygamberden itibaren ataları dolaşa dolaşa nihayet babası Abdullah’a gelmişti. Bir gün babası Abdullah, Amine ile evlenmeye giderken yolda kendisini görüp alnındaki ışığı sezen Nevfel kızı Rukayye, hemen kendisiyle evlenirse yüz deve vermeyi önermiş. O anda babası Abdülmuttalib’ten ayrılamayacağını söyleyen Abdullah, Amine ile evlendikten bir gün sonra Rukayye’ye gelip dünkü önerisini yapabileceğini söylemiş. Rukayye, “Dün senin alnında bir nur görmüş, o nurun bana geçmesini istemiştim. Ama görüyorum ki Amine o nuru senden almış. Artık sana ihtiyacım yok” demişti.

Hz. Muhammed 13 yıl Mekke’de, 10 yıl da Medine’de görevini yapıp Allah’ın birliği inancını yerleştirdikten sonra en yüce dostla buluşmak üzere ruhunu yücelere saldı. Hem peygamber hem kahramandı. Askeriyle Huneyn Vadisi’ne girdiğinde önceden yamaçlara mevzilenmiş olan düşman kabileler, Müslümanları ok yağmuruna tuttu. Neye uğradıklarını bilmeyen ashab sağa sola kaçışmaya başladı. Fakat o, metanetle atının üstünde durup, “Ben peygamberim yalan yok, ben Abdülmuttalib oğluyum” dedi ve amcası Abbas’ın çağrısı üzerine tekrar toparlanan Müslümanlar saldırgan düşmanı bozguna uğrattı. İnsanı insana kulluktan kurtarıp Allah’a kulluk özgürlüğüne ulaştırmak için ömrü boyunca uğraştı. Sonunda tevhit yerleşti. Köleyle efendi bir oldu.

Yazının devamı...

Allah’a ve ahirete iman, güzel amel

SORU: M.S. 500 yıllarında Roma İmparatorluğu’nda ünlü General Belisarios, orduların komutanıdır. Kalbinde her zaman Allah inancı olan Belisarios, askerlerine hep,“Sakın kadınları, çocukları, ihtiyarları, sizden aman dileyeni, Tanrı’ya inanmamış olsa dahi öldürmeyin. Düşmanlarınızın kadınlarının ırzlarını, kendi kadınlarınızın ırzları gibi koruyun. Bizler, yüreklerimizde Tanrı inancıyla savaşmaktayız. Bugün burada yaptıklarımızla yarın Tanrı’nın huzurunda olacağız” demiştir. Elbette yüce Allah bilir ama bu generalin cennete girme hakkı var mı yok mu?

CEVAP: İslâm’dan önceki dönem fetret dönemidir. O zamanın insanları son İslâm diniyle sorumlu değillerdir. Allah’a inanan herkes cennete girer. Ayrıca İslâm gelmeden önce değil, geldikten sonra da Hz. İsa’nın getirdiği tevhit dininde olanlar cennet ehlidir. Kur’ân cennete girmek için üç şart ister: Allah’a iman, ahirete iman ve güzel amel yani Allah’a kulluk ve güzel ahlak. Bakın yüce Allah ne buyurur: “Şüphesiz inananlar; Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler(den) Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara: 62, Maide: 69). Bu ve benzeri birçok ayet, ilahi dinlerden herhangi birinin bozulmamış aslına tabi olarak yaşayan iyi ahlak sahibi, inanmış insanın cennete gideceğini vurgular. Kur’ân, daha önceki dinlerin özünün Müslümanlık olduğunu belirtir.

Musa da, İsa da, İsa’nın müminleri de Müslümandır. Çünkü Müslüman’lık Allah’ı bir bilip yalnız O’na tapmak demektir. Bu anlamıyla bütün ilahi din bağlıları Allah’a taptıklarına göre adı dil itibariyle başka olsa bile özü Müslüman’dır. Dinler insanları cehenneme doldurmak için değil, cennete götürmek için gelmiştir. Belisarius, Hz. Muhammed’den takriben 75 yıl önce yaşamış Hristiyan prensiplerine bağlı bir mümindir. Onun, emrindeki savaşçılarına söylediği, “Sakın kadınları, çocukları, ihtiyarları, sizden aman dileyeni, Tanrı’ya inanmamış olsa dahi öldürmeyeceksiniz. Düşmanlarınızın kadınlarının ırzlarını, kendi kadınlarınızın ırzları gibi koruyacaksınız. Unutmayın bizler, yüreklerimizde Tanrı inancıyla savaşmaktayız” sözünün aynısını Hz. Peygamber ve Halifesi Ebubekir de kendi savaşçılarına söylemiştir.

Yazının devamı...

İyiler mükâfat kötüler ceza görür

* DÜNDEN DEVAM

Rahman’ın rahmeti, ezeli rahmettir. Bu rahmet iyiye de, kötüye de, mümine de, kafire de yaygındır. Varlıkların hepsi, zorunlu olarak bu rahmetten yararlanıp varlık sahnesine çıkmışlardır. Rahim, çok merhametli demektir. Fakat bu rahmet, varlıkların başlangıcından çok sonuçlarına yani ahirete ilişkindir. Bundan dolayı Allah, dünyanın Rahmanı, ahiretin Rahimi’dir. Yani O’nun ihsanı, dünyada müminlere de kafirlere de yaygındır. Ahirette ise yalnız müminlere mahsustur (Ragıb el-Isfahani, Müfredat, s. 191-192). Allah’ın her şeyi yaratması, Rahmanlığının rahmetinden ileri gelir. Bu doğal rahmetten uzak kalan hiçbir şey yoktur. Her varlık, Rahman’ın rahmeti içindedir. Ama Rahim, iradeleriyle çalışanlara yaratılış amaçlarını lütfeder. Rahimliğinin rahmeti iledir ki iyiler mükâfat, kötüler ceza görür. Demek ki Rahim adının içeriğinde Allah’ın adalet ve cezası, ödül ve azap vardır. Bunun için “Rahman, bütün mahlukatı rahmetiyle yaratıp besleyen;

Rahim, ahirette müminlere lütfuyla cennet, kafirlere de adaletiyle azap edendir” diye nitelendirilmiştir.

Kabe’ye saygı gerekir

SORU: Mekke şehrinde Kabe’nin yanı başında yapılan dev lüks otel ve devre mülkler İslâm’ın ibadet anlayışıyla uyuşuyor mu? Kabe’ye zenginlerin tepeden bakarak ibadet etmesi Allah katında makbul mü? Peygamber Efendimiz’in sünnetine uygun mu? Kutsal kentlerin ve İslâm’ın ibadet anlayışı bu bilinçsiz uygulamalarla zedelenmiyor mu? (Cenk Oltan)

CEVAP: Maalesef rant tutkusu, Suud’lu büyük para babalarını gökdelen gibi oteller yapıp ucuz para kazanma yoluna yöneltti. Osmanlı, Mescid-i Haram çevresine yaptığı kubbeli galerilerin kubbelerini Kabe seviyesinden alçak tutmuş, son derece zarif yapmıştır. Ama Suudiler bu geleneği bozdu. Kabe’ye tepeden bakan saraylar, oteller yaptılar. Bu tutum, saygısızlığın göstergesidir. İslâm âleminin buna sessiz kalmaması, yazılıp anlatılması, yöneticilerle görüşülmesi, İslâm Konferansı nezdinde konunun dile getirilmesi gerekirdi. Ama ne gezer? Allah izan versin.

Yazının devamı...

Kur’ân’ın her suresi besmeleyle başlar

Okurum Arzu Büyükpoyraz soruyor: “Besmelenin başındaki b harfi ne anlama gelir? Allah lafzından önce gelen ism ne demektir?” Cevabım şudur: Bismillahirrahmanirrahim kelimesini açılımı şöyle olur: B ismu Allah ar-Rahman ar-Rahim. Arapça’da b harfi cer harfidir. Kendisinden sonraki ismin sonunu esre yapar. İsmu tek başına ismun şeklindeyken b gelince ismi şekline girer. Harflerin kendi başına anlamı yoktur. Ama burada bir edat şeklinde kullanılan b ile beraber anlamını taşır. “ismu Allah ar-Rahman ar-Rahim” sözünün manası “Rahman ve Rahim Allah’ın adı.” Ama B harfinin gelmesiyle Bismillahirrahmanirrahim, “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla (başlarım, O’nun yardımıyla yaparım)” demek olur. Şimdi besmelenin manasına bakalım: Bismillahirrahmanirrahim (Bism)deki bâ, gizli bir ebtediu (başlıyorum) veya akrau (okuyorum) fiiline bağlıdır. “Allah’tan yardım dileyerek başlıyorum” veya “okuyorum” yahut “Allah adına okuyorum” demektir.

İsm yükseklik anlamındaki sümüvv kökünden gelir. Varlıklara ad olan sözcüğe ism denilir. Güvenilir Ruh’un, Hz. Muhammed’in kalbine düşürdüğü vahiy olan Kur’ân’ın her suresi besmeleyle başlar. Besmelenin vahiy ile ilişkisi daha ilk andan belli olur. Vahiy, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” şeklinde başlamıştır. Bu bağlamda besmele şu anlamı ifade eder: “Ey Muhammed, çok merhametli Allah’ın adıyla oku. Bu söz senin sözün değil, Rabbinin mesajıdır. Sen bu sözü kendi adına değil, Allah adına söylüyorsun, Allah adına bu mesajı insanlara duyuruyorsun.”

Besmeledeki Rahman ve Rahim adlarına gelince: Bunlar “rahime” fiilinden yapılmış, abartı bildiren iki sıfat-isimdir. Rahmet, kalpteki acıma duygusudur. Bu duygu, sahibini lütuf ve ihsana sevk eder. Rahman’daki mübalağa (abartı), Rahim’dekinden fazladır. Bundan dolayı Allah’tan başkasına Rahman adı verilmez fakat Rahim adı verilebilir. Nitekim Hz. Peygamber, “Müminlere şefkatli, rahimdir” (Tevbe Suresi: 128; Ahzab Suresi: 43) şeklinde nitelendirilmiştir.

Rahman’ın tam anlamıyla Türkçe karşılığı yoktur. Çok merhamet eden, rahmeti her şeyi kuşatan, iyiliği her şeye yaygın sözleriyle açıklanabilir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Kur’ân’da din ve vicdan özgürlüğü (5)

DÜNDEN DEVAM

Yüce Allah, Al-i İmran Suresi’nin 134. ayetinde öfkelerine egemen olan müminleri övmekte, onlara genişliği göklerle yer arası kadar olan bahçeler vaat etmektedir. Ayrıca “Affetsinler, hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur: 22) ayetiyle affı ve hoşgörüyü İslâm ahlakının temel nitelikleri arasına sokmuştur. Hz. Peygamber bir hadisinde “Asıl pehlivan, güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman öfkesine egemen olan insandır”, başka bir hadislerinde de “Sadaka malı eksiltmez, Allah affedenin izzetini (onurunu, gücünü) artırır. Allah için alçakgönüllülük edeni Allah yükseltir” buyurmuştur. Yüce Allah’ın, “Affı al, iyiliği emret, cahillere aldırış etme” (Araf: 39/199) buyurduğu peygamberimiz, son derece zarif, kibar ve hoşgörülü, melek huylu bir insandı. Zaten öyle olmasaydı düşünceleri ters, kaba ve sert karakterli insanları çevresinde toplayıp kenetleyemezdi.

“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile, (yapacağın) iş(ler hakkın)da onlara danış, karar verince de Allah’a dayan çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever” (Al-i İmran: 98/159). Hz. Muhammed’in acımasını, şefkatini, kibarlık ve zarafetini özetleyen bu ayet, kabalık ve katılığın insanda davete karşı tepki ve ürküntü uyandıracağını, insanları çekme yerine iteceğini belirtmekte, insanların hatadan tamamen uzak olamayacaklarına da işaret ederek kusuru olanları affetmesini, inananlara hoşgörülü davranmasını Elçi’ye emretmektedir. “Şimdi sen güzel bir hoşgörüyle hareket et” (Hicr: 54/85), “Onları affet, hoşgör, Allah güzel davrananları sever” (Maide: 110/13) ayetlerinde Peygamber’e, insanları hoşgörmesi, bağışlaması ve selam vermesi, onlara esenlik dilemesi emredilmekte, “(Ey Muhammed) Şimdi sen onlardan geç ve ‘Size esenlik (dilerim)’ de. Yakında bileceklerdir” (Zuhruf: 89) ayetlerinde ise Hz. Peygamber’e, kendisine karşı çıkan insanları hoşgörmesi, bağışlaması ve selam vererek onlara esenlik dilemesi emredilmektedir. İşte İslâm budur. Herkesle barışık olmak ve herkese barış ve esenlik taşımak..

Yazının devamı...

Kur’ân’da din ve vicdan özgürlüğü (4)

DÜNDEN DEVAM

Hz. Süleyman’dan sonra İsrail Devleti bölünmüş, parçalanmış, Bizans’ın uyruğu olmuştur. 2000 yıldan beri Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti yoktur ama Hz. Ömer’den beri o topraklar Müslümanların egemenliği altındadır. Osmanlı egemenliğinde Müslümanlar da Yahudiler de Filistin’de huzur ve barış içinde yaşadılar. Ne olduysa birinci cihan savaşından sonra oldu. Şimdi İsrail’in, silah üstünlüğüne sahip diye o toprakların asıl sahiplerinin evlerini başlarına yıkması mı gerekir? Tevrat öldürmemeyi emrederken nedir bu gaddarlık? Bu zulümler, Müslüman halkın gönlünde sevgi diye bir şey bırakır mı? Tarafların gönlünde düşmanlık tohumları filizlenip dal budak salınca insanlar aslında barışı emreden dini de düşüncelerine göre yorumlar, düşmanlık aracı haline getirirler.

Herkes inancında serbesttir

Ama bütün Yahudileri böyle bağnaz saymak nasıl yanlış ise bütün Müslümanları da hoşgörüsüz, bağnaz saymak yanlıştır. Her milletin aslında çoğunluğu menfaat dürtülerinin etkisindedir, bencildir. Ama hangi ulus olursa olsun içinde mutlaka iyi huylu, hatta özenilecek, imrenilecek insanlar vardır. Kur’ân herkesin inancında serbest olduğunu vurgular: “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” buyurur ve kimsenin inancına hakaret edilmemesini emreder: “Puta tapanların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek taşkınlıkla Allah’a sövmesinler” (Enam: 108). Bu ayet de din ve vicdan özgürlüğünün çok güzel bir ifadesidir. Kimsenin inancına hakaret etmek doğru değildir. “Böylece her millete, yaptıkları işi süsledik” ayetinin belirttiği gibi her ulus kendi yaptığını beğenir, inanç ve kültüründen hoşlanır. Çünkü içinde yetiştiği kültür ve inanç milletin kimliğidir. Allah’ın insanlara, yaptıkları işi süslü göstermesi, kültürün ve dinin, ulusların kimliğini oluşturduğunu gösterir. Casiye Suresi’nin 14’üncü ayetinde inananların, inanmayanları affetmeleri, hoşgörmeleri, onların işini Allah’a bırakmaları vurgulanır. İslâm kaba kuvveti emretmez, saldırganlığı sevmez. Ancak saldırıya karşı koymayı emreder (Bakara: 190).

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Kur’ân’da din ve vicdan özgürlüğü (3)

* DÜNDEN DEVAM

Aslında Filistin topraklarının ilk sahipleri Yahudiler değil, Arapların atası sayılan Amalika kavmidir. M.Ö. 3’üncü bin yıldan itibaren yine Sami kavimlerden Kananlılar, Fenikeliler, ardından da Aramiler bölgede göründü. M.Ö. 1200’lerde Filistler, Gazze kenti ve yöresinde kentler kurarak Filistin topraklarında yurt edindiler. Bölgede demir çağını başlattılar ve bir süre sonra yerli halkla karışıp kayboldular. Filistlerin Akdeniz kıyılarına yerleştiği tarihlere yakın zamanlarda Firavun’un zulmü altında ezilen İsrailoğulları da Musa’nın yönetiminde Mısır’dan kaçarak Filistin’e gelmişlerdi. Burada asıl yerli halk olan Amalika ve Filistlerle çarpışarak zamanla bölgenin büyük kısmını ele geçirdiler ve M. Ö. 11’inci yüzyılda ilk İsrail devletini kurdular. İlk İsrail Kralı Saul (Talut)’un yerine tahta geçen Hz. Davud, kurduğu Kudüs kentini devletin başkenti yaptı. Amalika ve öteki kavimleri egemenliği altına aldı. Oğlu Süleyman zamanında devletin sınırları daha da genişledi ise de ondan sonra ikiye bölündü. İsrail devleti çeşitli istilalara uğradı. M. Ö. 721’de Asurlular, daha sonra Babil hükümdarı Buhtunnasır tarafından 586’da Kudüs kenti yıkıldı ve İsrailoğulları Babil’e sürgün edildi.

Pers imparatoru Kuruş, Kudüs’ü işgal etti. Yahudilerin Filistin’e dönmelerine müsaade edildi. M. Ö. 334’te Büyük İskender aracılığıyla Filistin, Helen egemenliğine, M. Ö. 63’te Romalıların yönetimine geçti. 312’de de Bizans egemenliğine girdi. Bölge 611’de Sasani istilasına uğradı. İlk halife Hz. Ebubekir zamanında Amr ibn As kumandasındaki İslâm ordusu, 632 tarihinde Gazze’yi ele geçirdi. Hz. Ömer zamanında da Kudüs alındı. İşte o tarihten beri de Filistin toprağı hep İslâm egemenliğinde olmuştur. Görülüyor ki Yahudiler esas itibariyle kendilerine ait olmayan Filistin topraklarında 3000 yıl önce kurdukları ve uzun ömürlü olmayan devletleriyle Filistin’i tamamen kendi toprakları sayıyorlar da tam 14 asır bölgeye egemen olan Müslümanlara, orada yaşama hakkı tanımak istemiyorlar. Dünya toprakları hiç kimsenin değildir, Allah’ındır. Allah bu toprakların yönetimini kâh bir millete kâh ötekine verir. Kur’ân bu gerçeği Hz. Musa dilinden şöyle anlatır: “Yeryüzü Allah’ındır. Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç, korunanlarındır” (Araf: 128).

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.