Şampiy10
Magazin
Gündem

Kur’ân’da din ve vicdan özgürlüğü (2)

* DÜNDEN DEVAM

Fatır Suresi’nde, Musa kitabına vâris olan toplumun yani İsrailoğulları’nın bir bölümünün zalim, haksız; bir bölümünün orta yolda, ılımlı; bir bölümünün de hayırda öne geçen iyi insanlar oldukları vurgulanır. Aslında her toplumda böyledir. Kötü huylu, gaddar ve zalimlerin yanında orta yolda giden ılımlı insanlarla hayırda yarışan, güzel işlere koşan örnek insanlar vardır. Kur’ân böyle söylerken nasıl, “Kur’ân’da Yahudi’yi öldürmenin caiz olduğu” söylenebilir. Bu Kur’ân’a iftiradır. Müslüman’ın malı nasıl dokunulmaz ise zimminin yani Yahudi ve Hristiyan tebanın malı ve canı da dokunulmazdır. Gerek Müslüman’a gerek gayrimüslime karşı suç işleyen cezalandırılır. Hz. Peygamber, zimmiye karşılık Müslüman’dan fidye almış ve “Ben, zimmetine riayet edenin hakkını korurum” demiştir. Kur’ân-ı Kerîm, hiçbir din ayırımı gözetmeden haksız yere bir canı öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağını; bir canı yaşatanın da bütün insanları yaşatmış gibi olacağını vurgulamıştır (Maide: 32).

Barışı bozan düşünceler

Aynı ayet daha önce Tevrat’ta da vurgulanmıştır. Bu da her iki dinin ruhunun bir olduğunu gösterir. İşte İslâm’ın bu hoşgörüsünü ve adaletini uygulayan Osmanlı Devleti, İspanya’dan kovulan, hiçbir devletin kabul etmediği Yahudileri kabul ve himaye etmiş, onlara asırlarca rahatça ve özgürce yaşayabilecekleri bir ortam sağlamıştır. Eğer Kur’ân, Yahudilerin öldürülmesini caiz görseydi İslâm hukukunu uygulayan Osmanlı Devleti bu hoşgörüyü gösterir miydi?

Siz Yahudileri öldürmeyi düşünürseniz onlar da sizin hakkınızda herhalde iyi şeyler düşünmezler. Bu tür düşünceler dünya barışına hizmet etmez. Barışı amaçlayan dinin yanlış yorumlanması yıkıcılığa, düşmanlığa neden olur. Tabii bu iş tek taraflı olmuyor. Müslümanlar arasında aşırılar, bağnazlar bulunduğu gibi karşı tarafta da fazlasıyla vardır. Gazze saldırısının ardından İsrail ordusunun baş hahamı bütün Filistinlileri öldürmek gerektiğini, hiçbir zaman Filistin’de bir Filistin Devleti olmadığını söyledi. Nasıl Filistin Devleti olmadı? Davud’la çarpışan Calut (Golyat) Filistin kralı değil miydi?

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Kur’ân’da din ve vicdan özgürlüğü (1)

SORU: 40 yıllık Musevi bir dostum var. Çevremizdeki birçok insandan daha mert, daha yiğit biridir. Kendisi sanayicidir. Yanında 1200 kişi çalışıyor. Ülkenin istihdamına ve gelirine önemli katkı sağlıyor. Yıllık ihracatı yaklaşık 100 milyon doları buluyor. Bir arkadaşı kendisine, “Kur’ân’da ‘Yahudilerin katledilmesi veya öldürülmesi caizdir’ diye bir hüküm var” demiş. Ben kutsal kitabımızda böyle bir hükmün olabileceğine kesinlikle inanmıyorum. Çağdaş, tarafsız, yorumuna ve sözüne güvenilir bir hocamız olarak bunu size sormadan edemedim. (Emre Somer)

CEVAP: Kur’ân, durup dururken insanları öldürmenin büyük günah olduğunu vurgular. Rahman’ın kullarının, Allah’ın yasakladığı cana kıymayacakları (Furkan: 68) vurgulanır. “Haksız yere adam öldürmeyiniz” emri birkaç kez yinelenir (İsra: 33, Enam: 151). Yahudi olmak suç mu? Tam tersine Kur’âna göre yüce Allah, Yahudilere bir zaman üstünlük vermiştir: “Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın” (Bakara: 47). Hz. Peygamber’in hanımlarından Safiye, Yahudi olduğu gibi hizmetçisi Reyhane de Yahudi’ydi. Hanımlarından birinin hakaret etmesi üzerine üzülen Safiye’yi Allah’ın Elçisi, “Sen Musa ve Harun gibi peygamberler soyundan geliyorsun. Onlar nasıl senin düzeyinde olabilirler ki” mealindeki onurlandırıcı sözüyle onu teselli etmiştir.

Kur’ân, hiçbir ulusu toptan mahkûm etmez. Her ulus içinde iyilerin yanında kötülerin de bulunduğunu vurgular. Vakıa Suresi’nin 10-14’üncü ayetlerinde Allah’a yaklaştırılmış olan hayırda önderlerin çoğunun önceki uluslardan, birazının da sonraki uluslardan olduğu belirtilir: “10- Ve o sabıklar, sabıklar (iyi işlerde ileri geçenler), 11- İşte onlardır (Allah’a) yaklaştırılanlar, 12- Nimet cennetlerinde.

13- Çoğu öncekilerden, 14- Birazı da sonrakilerdendir (bu insanlar).” Aynı surenin 39-40’ıncı ayetlerinde de yine iyi insanların bir bölümünün önceki uluslardan, bir bölümünün de sonrakilerden olduğu vurgulanır. “Musa’nın kavmi içinde de Hakk’a götüren, hakla adalet yapan bir topluluk vardır” (Araf: 159) diyen Kur’ân, “Onlar içinde de ılımlı, orta yolu izleyen bir topluluk vardır ama çokları yoldan çıkmıştır” (Maide: 66) buyurmaktadır. Öyle ise bütün Yahudileri, bütün Hristiyanları kötü görmek Kur’ân düşüncesine ve yaratılış gerçeğine aykırıdır.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

“Kesin olarak bilmediğin şeyin ardına düşme”

SORU: Kayınpederimi kaybettik. Ölümünden 2 hafta önce doktor kalbinde ritm bozukluğu olduğunu ve kontrole gitmesi gerektiğini söylemişti. Ancak üvey kayınvalidem götürmedi. Zaten bakımına da özen göstermezdi. “Sana bakmam. Öl de kurtulayım” gibi lafları bizzat kendisinden duymuştum. Eşim babasını öldürüldüğünden şüpheleniyor ve otopsi yaptırmak istiyor. Böyle bir durumda babamı yattığı yerde rahatsız etmiş olur muyuz? Günahı var mı? (İ. Ö.)

CEVAP: Eşiniz babasına gereken ilgiyi gösterseydi onu, niyeti belli olan o kadının eline bırakmaz, evine getirirdi. Adam öldü gitti. Artık otopsi yaptırmanın ne faydası var? Öleni geri getirecek mi? Kaldı ki bu durum delile dayanmayan bir kuşkudan ibaret. İyice emin olmadan birini suçlamak büyük günahtır. Yüce Allah, “Zandan çok sakının, kesin bilmediğiniz bir şeyin ardına düşmeyin” buyurmaktadır. Benim kanaatime göre üvey kayınvalidenizin günahı varsa gideceği yerde hesap soracaklardır.

Arapça telaffuz farkı

SORU: Bazı imam ve müezzinler ezan okunurken veya namaza dururken hatta namaz sırasında “Allahüekber”i, “Ellahüekber” olarak telaffuz ediyor. Bu, şive bozukluğundan mı kaynaklanıyor? (Faruk Özbakan)

CEVAP: Doğrusunu isterseniz o kelime ne “Allahuekber” ne de “Ellahuekber” dir. Arapça’da üstün harfler, “e” ile “a” arasında bir sesle okunur. Sizin de bunu tam telaffuz ettiğinizden emin değilim. Önemli olan niyettir. Kimse bile bile Kur’ân’ı bozmaz. Tabii bir Türk Arap gibi değildir, onun gibi telaffuz etmesi zordur.

Abdest bir temizliktir

Bir okurum “Dua okumadan aldığım abdest kabul olur mu?” diye soruyor. Cevabım şudur: Abdest alırken abdest duaları okumak ne farzdır, ne de sünnettir. Peygamberimiz böyle dualar okumamıştır. Abdest bir temizliktir. O duaları 2-3 asır sonra bazı zahid kişiler okumaya başlamışlar, ondan sonra gelenek olmuştur. Abdestin kabulünün o dualarla bir ilgisi yoktur. Ama okunursa daha güzel olur. Okunmazsa Kur’ân’ın ve sünnetin hükmü yerine gelmiştir.

Yazının devamı...

Temiz olan her yerde namaz kılınır

SORU: Çalışan bir bayanım. Öğleni ve ikindiyi cem ederek kılıyorum. Kapalı biri değilim. Çantamda bir yazma bulundururum. Ancak geçenlerde yanıma almayı unutmuşum. Yine de açık saçımla namazımı kıldım. Bu birkaç kez oldu. Yaptığım yanlış mı diye düşündüm. Gerçi sizin de söylediğiniz gibi Allah insanların kalbine bakar, görünümüne değil. Yine de içim rahat etmediği için size danışmak istedim. İş yerinde namaz kılacak yer olmadığı için soyunma odasında oturarak kılıyorum. Bu odada aynı zamanda tuvalet de var. Bir de çalıştığım katta çok temiz, tek kişilik bir tuvalet var. Bir kaç kez de orda kılmak zorunda kaldım. Fakat içim rahat değil. Bu şekilde kıldığım namazlar kabul olur mu? (L. Ç.)

CEVAP: Kur’ân-ı Kerîm, baş örtüsünü mahrem olmayan erkeklerden korunmak için emreder. Nur Suresi’nin 31 ve devam eden ayetlerini okursanız bu hususu anlarsınız. Ama fıkıh kitaplarında namaz kılarken kadının el, yüz ve ayaklar dışındaki kısımların örtülü olması gerekli görülür. Fakat bu hâşâ Allah’tan saçı kapamak için değil, saygı içindir. Yoksa insanı yaratan zaten Allah’tır.

Allah’tan gizleyemezsiniz

Allah’tan ve ruhani varlıklardan hiçbir şey gizlenmez. Kanaatime göre saygı için başı örtmeniz güzeldir ama örtü bulamadığınız takdirde saçı açık kılmanızda da sakınca yoktur. Namazda önemli olan dışı örtmekten çok kalbi kötü düşüncelere karşı örtmek, kapamaktır. Ancak namahrem erkeklerin yanında namaz kılacak olursanız başınızı örtmeniz farzdır. Temiz olan her yerde namaz kılınır. Namaz kılınan yerde tuvaletin olması, secde edilen yer temiz olduktan sonra zarar vermez. Banyoda da namaz kılınabilir, içinde tuvalet bulunan soyunma odasında da, temiz olan tuvalette de... Tek şart, secde edilen yerin temiz olmasıdır. Tabii daha rahat yer varken gidip tuvalette namaz kılmak uygun değildir.

Yazının devamı...

Yesevi ve Hacı Bektaş hakkında asılsız yorumlar

SORU: Bir yazınızda Bektaşilikle ilgili bilgi verirken “... niyaz (namazın yerini alan yalvarma)”dan bahsetmiştiniz. Namazın yerini başka bir şeyin alması mümkün mü? Bir arkadaşım bu konuda şunları söyledi: “Ahmet Yesevi, Lokman-ı Perende, Hacı Bektaş gibi yol önderleri namaz ibadetini zamanla iyice genişletmişlerdir. Mesela Ahmet Yesevi, dergahında musikiyle, aşk ve raks halinde ibadet edermiş. Aleviler de cem yaparlar. Namazı niyazla bütünleştirip kıyam, kıraat, rükû, secde, tespih, tehlil, tevhit, zikir, aşk ve raks halinde ibadet, musikiyle ibadet, Kur’an okuma, Hz. Muhamed’i ve Ehl-i Beyt’i anma gibi unsurları kendi cemlerinde uygularlar. Yani cem, bu yolda gidenlerin namaz yorumudur.” Acaba sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

CEVAP: Yazımı dikkatle okuduğunuz takdirde sonradan Bektaşiliğe sokulan düşünceleri aktardığımı görürsünüz. Bektaşiliğin prensiplerini açıklayan o yazımın ikinci kısmında şöyle demiştim: “Bektaşilikte dört kapı inancına bağlı dört inanç daha vardır: İbadet (Allah’ın birliğini içtenlikle kabul etme), niyaz (namazın yerini alan yalvarma), adak (dergaha verilen para, koyun gibi armağanlar), vuslat (mutlak güzellik olan Allah’a ulaşma). Bektaşiliğin önemli kavramlarından ikisi de tevella ve teberradır. Tevella, Peygamber soyunu sevmeyi, teberra da Ehl-i Beyt düşmanlarına düşman olmayı ifade eder.

Bektaşi inancı zamanla Anadolu’da yayıldıkça Şii inancından, İran’dan veya İran üzerinden gelen Mani, Mazdek ve Buda öğretilerinden, eski Yunan, Roma ve Türk dinlerinden bazı unsurların, hatta Hitit, Lidya ve Frigya inançlarından kalıntıların da eklendiği çok renkli bir mozaik halini aldı. Şerbet yerine şarap içilmesi, evlenmeme (mücerret kalma), şeriatın haram saydığı birçok şeyi mubah sayma (ibahe), hurufilik (harf ve rakamların birtakım gerçeklerin simgesi olduğu) inancı hep Bektaşiliğe sonradan girmiş inançlardır.”

Hacı Bektaş-ı Veli’de asla dinin özüne aykırı şeyler yoktur. Ahmet Yesevi’de ise hiç yoktur. Ne raks vardır, ne çalgı. Zikir, zikr-i erre, mezar gibi penceresiz yerlerde erbain (kırk çıkarma) vardır. Kolay şey değildir. Sonradan yapılan eklemeler, saptırılan yorumlar bu büyük insanları bağlamaz ve onlara eksiklik ve kusur getirmez. Siz bu konuda merhum Prof. Dr. Esat Coşan’ın kitaplarını okuyun.

Yazının devamı...

İmrenme güzel haset kötüdür (7)

* DÜNDEN DEVAM

Dünya malıyla zengin, fakirden üstün olamaz. Üstünlük takva ile olur. Allah katında dünya malının bir değeri yoktur. Çünkü dünya ve içinde bulunan her şey Allah’ındır, hiç kimsenin değil. İnsanlar hayalleriyle bunlara sahip olduklarını zannederler. Sonra bırakıp giderler. Dünya, üstünde bulunan yaratıkların ortak malıdır. Bu havada, suda, toprakta ve toprak ürünlerinde her canlının hakkı vardır. Herkes çalışması oranında bunlardan bir miktarına sahip olur. Allah’a ait olan bir şeyle başkalarına üstünlük taslamak, kibir ve gurur içine düşmek uygun ve yakışır bir davranış değildir. Başkasının iyi mevkilere geldiğini, iyi işe girdiklerini görünce onun elindeki nimetin gitmesini değil, onun gibi senin de bir geçim kaynağı bulmanı temenni etmek, makbul olan imrenmedir. İnançlı insanlar hasetten uzak durmalı fakat hayırda yarışa götüren imrenmeyle kendilerinin de ileriye gitmeye çaba harcamalıdırlar.

Abdest namazın şartıdır

SORU: İmsak vakti girdikten sonra ezan okunmadan sabah namazı kılınabilir mi? Kur’ân-ı Kerim’in mealini okurken abdest almalı mıyız? (Serpil Erkan)

CEVAP: Sabah namazı ezana bağlı değildir. Ezan cemaati camiye çağırır. Vakit girince ille ezan okumak şart değildir. Ezan ve kamet sünnettir. Ezan okunmadan da namaz kılınabilir. Kur’ân’ın kendisini de mealini de okumak için abdest almak gerekmez. Abdest almak namazın şartıdır. Kur’ân okumak için böyle bir şart yoktur. Bu, bir ayeti yanlış yorumlamaktan kaynaklanmıştır.

Bir okur yorumu daha

“İsrail neden güçlü” başlıklı yazımla ilgili okurum Mehmet Ümit Yalçın diyor ki: “Sayın hocam, bana gelen bir e-postayı size yönlendirmeden edemedim. Gelen e-posta şöyle: Süleyman Ateş doğruları yazıyor fakat onun da sesi ancak köşesinde çıkıyor. Aslında onun gibi kabul gören bir bilim adamının meydanlara, ekrana çıkıp dinimiz üzerinde oynanan oyunları gümbür gümbür haykırması lazım.” Hocam bu yoruma ben de katılıyorum.

CEVAP: Doğruları yazmam, hakşinas okurlarım tarafından zaten takdir ediliyor. Onların hepsine teşekkür ediyorum.

Yazının devamı...

İmrenme güzel haset kötüdür (6)

* DÜNDEN DEVAM

Dünkü yazımda belirttiğim Maide Suresi 27-30’uncu ayetlerde, Tevrat’ta okuyup öğrendikleri bir olay anımsatılarak Peygamber’i çekemeyenler, haksızlığın ve kıskançlığın sonucu hakkında uyarılmaktadırlar. Bu öykünün anlatılmasındaki hikmet, hasedin, kardeşi kardeşe öldürtecek kadar kötü olduğunu belirtmektir. Adem’in iki oğlundan Kabil, kardeşi Habil’i çekemeyerek öldürerek büyük ziyana uğramıştır. Yahudilerle Araplar da kökende kardeştiler. Çünkü Yahudiler, Hz. İbrahim’in oğlu İshak soyundan, Kureyş Arapları da Hz. İbrahim’in diğer oğlu İsmail soyundan gelmişlerdi. İşte Kureyş ile kökende kardeş olan İsrailoğulları, Kureyş içinden çıkan Peygamber’i kıskanıyorlardı. Gözünü bürüyen haset ve kıskançlığa yenilerek kardeşinin kanına giren Kabil, sonunda nasıl ebedi pişmanlığa ve ziyana düştü ise kardeşleri arasından çıkan bir Peygamberi çekemeyenler de sonunda öyle pişmanlık içine düşerler.

Zuhruf Suresi’nin 31-32’nci ayetlerinde de Hz. Muhammed’in peygamberlik rütbesiyle şereflendirilmesini kıskanan Kureyş liderlerinin tutumu kınanmaktadır. Onlar, Hz. Muhammed’i çekemedikleri için Kur’ân’ın, Mekkeli veya Taifli büyük bir adama indirilmesi gerektiğini, Muhammed’in peygamberliğe layık olmadığını söylemişlerdi. 32’nci ayette Allah’ın rahmetini taksime kimsenin hakkı olmadığı, dünya hayatında insanların geçimini Allah’ın taksim ettiği, en büyük lütuf olan peygamberliği de dilediği kuluna vereceği buyurulmaktadır. Herkesin içini bilen Allah, kimin peygamberliğe layık olduğunu bilir. Allah nazarında ululuk mal veya soyla değil, ruh temizliğiyledir.

Allah’ın rahmetini, kendisinden başkası bölüştüremez. Allah insanları, malca, fiziksel kuvvetçe, kabiliyetçe, akılca birbirinden farklı yaratmıştır. Kimini güçlü, kimini zayıf, kimini zengin, kimini yoksul, kimini daha akıllı, kimini belli bir yönde daha kabiliyetli yaratmıştır. Kiminin parası, kiminin zekası çoktur. Kimi güçlüdür, kimi zayıf. Kiminin ilmi, kiminin sanatı vardır. Böyle farklı meziyetlere sahip olan insanoğulları, birbirini tamamlamaktadırlar. Bu farkların bulunması, toplum düzeninin gereğidir. Ama para, mal, beden gücü insana manevi bir üstünlük sağlamaz.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

İmrenme güzel haset kötüdür (5)

DÜNDEN DEVAM
Büyüyle kötülük yapmak isteyen kötü ruh sahipleri, o yüce ruh sahiplerini etkileyemez, onlara bir zarar veremezler. Maddi düşmanları kılıçla yenen peygamberler, ruhani düşmanları da cihatla yenerler. Bu da yüce nefislerin, kötülük atan nefislere yönelip onların eziyetlerini savmasıyla olur. (Cevahir fi Tefsiril-Kur’ân: 25/290-292). Haset eylemini ilk defa sergileyen şeytan, bu yüzden Allah’ın rahmetinden ebediyyen uzaklaşmıştır. “71- Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. 72- Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın.’ 73- Meleklerin hepsi tüm olarak secde ettiler. 74- Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. 75- (Rabbin ona) Dedi ki: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?’ 76- Dedi: Ben ondan iyiyim. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın” (Sad: 71-76).

Bu ayetlerde insanın halife yapılmasını kıskanan şeytanın, kıskançlık ve kibrinden ötürü Adem’e itaat etmeyi kabul etmeyip Allah’ın buyruğuna karşı geldiği, bu yüzden Allah’ın rahmeti olan cennetten kovulup ebedi lanete uğradığı belirtilmektedir. Kardeşi kardeşe düşman eden haset, insanlar arasında kan dökülmesinin ilk nedenidir: “27- Onlara iki Ademoğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, (kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene), ‘Seni öldüreceğim’ demişti. (O da), ‘Allah, sadece korunanlardan kabul eder’ dedi. 28- ‘Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım’ 29- ‘Ben isterim ki sen, benim günahımı da senin günahını da yüklenip ateş halkından olasın. Zalimlerin cezası budur.’ 30- Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, (o da nefsine uyarak) onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu” (Maide: 27-30).

Bu ayetlerde anlatıldığı üzere iki Ademoğlu veya diğer bir tefsire göre iki insanoğlundan biri ötekini kıskanmış ve onun elindeki nimeti çekemediği için kardeşini öldürmüş, bu yüzden kendisi ebedi ziyana uğradığı gibi insan toplumlarında ilk kan dökmenin vebali altına girmiştir. DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.