Şampiy10
Magazin
Gündem

İmralı ile Pennsylvania ne kadar uzak, ne kadar yakın?

Sizi bilmem ama eğer “günümüz Türkiyesi’nin en güçlü üç ismi kimdir?” diye sorsalar hiç tereddütsüz Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın adlarını sayarım. Erdoğan’ı şimdilik bir kenara bırakıp bu yazıda Gülen ile Öcalan arasındaki ilişkiyi (daha doğrusu ilişkisizliği) ele almak istiyorum.

Şu ana kadar Gülen’in doğrudan adını anarak Öcalan’dan söz ettiğine tanık olmadım, ancak tersi oldu. Yakın zamanda Öcalan’ın en az üç kez Gülen hakkında konuştuğunu biliyoruz. Bunların ilki Aralık 2010’daydı. PKK lideri avukatlarına Gülen hareketi hakkında özetle “Biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını inkâr etmedik, onlardan da bizi inkâr etmemelerini bekleriz. Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek Orta Doğu’da önemli aktörleriz” demişti. (Öcalan’ın mesajının tamamını http://www.rusencakir.com/Ocalandan-Gulene-zeytin-dali/1409 linkinden okuyabilirsiniz)

İkinci olarak Milliyet Gazetesi’ndeki Namık Durukan imzalı “İmralı Zabıtları” başlıklı haberden, Öcalan’ın üç BDP milletvekiliyle sohbetinde genel olarak Nurculuk’tan özel olarak Gülen ve hareketinden de söz etmiş olduğunu öğrendik. Daha önce zeytin dalı uzatmış olan Öcalan’ın bu kez fazlasıyla eleştirel ve suçlayıcı ifadeler kullanmış olması Gülen hareketinde bir nevi infiale yol açtı.

Büyük ölçüde bu olumsuz durumu telafi etmek için olsa gerek, Öcalan’ın üçüncü İmralı görüşmesinde BDP milletvekillerine şunları söylemiş olduğunu, Sırrı Süreyya Önder açıkladı: “Fethullah Gülen’in ‘Sulhta hayır vardır’ yaklaşımı benim de yaklaşımımdır. Bütün Orta Doğu’daki demokratik bir siyaset ve barış için birlikte çalışabiliriz, Muhterem Fethullah Gülen’e selamlarımı söyleyin. Onu en iyi anlayan benim.”

Mesafeler azalır mı?

Gülen’in, Öcalan’ın kendisi hakkında söylediklerini çok önemsediğini ama onu (en azından daha uzun bir süre) doğrudan muhatap almayacağını düşünüyorum. Öcalan’ın da dikkat çektiği gibi, başta Türkiye olmak üzere Orta Doğu’da aynı alanlarda faal olan, hatta kimi durumda benzer kitlelere hitap eden bu iki hareketin birbirini yok sayması mümkün değil.

Geçmişe baktığımızda bu iki hareketin birbirlerine hayli mesafeli, hatta sıklıkla kavgalı olduklarını görüyoruz. Bunun başlıca nedeni PKK’nın öteden beri dinle arasında bariz bir mesafe koyması, Gülen cematinin de, esas olarak PKK’yı “terörist”, Öcalan’ı da “teröristbaşı” olarak algılayan bir kitleye hitap etmesidir. Bununla birlikte gerek Gülen, gerekse Öcalan son derece gerçekçi ve değişime açık kişiler ve hareketlerinin başarıları da büyük ölçüde bu esneklikten, zamana ayak uydurma yeteneğinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu iki hareketin daimi bir şekilde çatışma hâlinde olmaları beklenemez. Hele yeni İmralı süreci başarılı bir şekilde ilerlerse, zaten baştan desteğini ilan etmiş olan Gülen (ve dolayısıyla hareketi) süreçte daha aktif bir rol oynayacaktır. Bu da Gülen hareketi ile Kürt siyasi hareketi arasındaki mesafenin doğal olarak azalmasına ve belki de kapanmasına neden olacaktır.

Gerçekçi çizgi

Tabii ki bu iki güçlü ve rakip hareketin kısa süre içinde “ittifak” içine gireceğini iddia ediyor değilim. Ancak eğer süreç beklenmedik bir fiyaskoyla sona ermezse, ki böyle olacağını sanmıyorum, her iki hareketteki (ve liderdeki) gerçekçi eğilim baskın çıkacak ve taraflar arasındaki ihtilaflar dereceli olarak gündemden düşecektir. (Gerçekçi çizginin çarpıcı bir ifadesi olarak, hareketin Irak’taki okullarının koordinatörlüğünü yapan Talip Büyük ile yaptığımız ve yayınlandığında epey ilgi gören ocak ayı sonundaki söyleşiyi hatırlatmak isterim: http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-19-yildir-Irak-Kurdistanina-hizmet-goturuyor/1930)

Yazının devamı...

İmralı-Kandil iletişim hattı

Hasan Cemal’in Murat Karayılan ile yaptığı söyleşinin yeni İmralı sürecini anlamakta çok işlevsel olduğu bir gerçek. Bir başka gerçek de, aynı söyleşinin, sürece olumlu ve olumsuz bakan çevreleri ayrı ayrı memnun edecek ayrıntılar içermesi. Dolayısıyla her tarafın söyleşinin kendi bakış açısını doğrulayan yönlerini öne çıkarıp diğerlerini gizlemeye çalıştığına tanık olduk. Bir de tabii, olabildiğince nesnel bir şekilde bu söyleşiyi analiz etmeye çalışanlar var. Bunlara örnek olarak Yücel Göktürk’ün “11 maddede PKK pozisyonu” başlıklı yazısını verebiliriz. (http://birdirbir.org/11-maddede-pkk-pozisyonu )

Bense bu yazıda Karayılan’ın siyasi konular hakkında söylediklerinden ziyade silah bırakmanın yol ve yordamı üzerine dile getirdiği üç öğeyi öne çıkarıp birlikte tahlil etmeye çalışacağım. Önce bunları Karayılan’ın ağzından aktaralım:

1) “Biz yönetim ekibi olarak örneğin Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Fehman Hüseyin gibi arkadaşların hepsi görüş birliği içindeyiz. Ve ben burada sizinle Karayılan olarak değil, hepsinin adına konuşuyorum. Biz bir ve biriz! Ve hepimiz Önder Apo’nun Nevruz çağrısındaki esasları kabul ediyoruz.”

2) “Fakat sorun yönetim ekibinin içindeki birlikle bitmiyor. Özellikle orta komuta kademesi var. Bu kesimin yaşadığı çeşitli tereddütler söz konusu. Bu arkadaşları ikna etmemiz gerekir. Ben dün 250 kişi ile (savaşçı kesim ve orta kademeden oluşan) konuştum. İkna sürecinin bir parçası olarak konuştum. Bu toplantıda birçok arkadaş kaygılarını söyledi. Zor bir mesele...”

3) “Bu sürecin mimarı Başkan Apo’dur. Çekilme sürecinin sağlıklı yürümesi için Başkan Apo’nun sürece bir biçimde doğrudan müdâhil olması gerekir. Bu konuda açıklamasını yaptı, ama bu geniş bir çerçeveyi öngörüyor. Şimdi geri çekilme konusunda bütün güçlerin ikna edilmesi başlı başına bir sorundur. Bu açıdan mesala İmralı-Kandil hattının daha açık, daha çabuk çalışması büyük önem taşır.”

1999 deneyimi

Dünyanın dört bir tarafında üst yönetimi silahlı mücadeleden vazgeçen bazı örgütlerin orta kademelerinde rahatsızlıklar yaşandığı biliniyor. Örneğin Mısır’da özellikle turistler ve gayrımüslimlere karşı birçok kanlı terör eylemine imza atmış olan “İslami Cemaat”in yöneticileri, silahlı mücadeleyi bırakmamakta ısrar eden tutuklu örgüt üyelerini ikna için devletin sağladığı imkânlarla cezaevlerinde günlerce süren görüşmeler yapmışlardı. Nitekim Abdullah Öcalan’ın 1999’daki silahlı güçleri ülke dışına çekme kararına çoğu cezaevinde bulunan bazı PKK militanları itiraz etmiş ama fazla etkili olamamışlardı.

Bu noktada Karayılan’ın “İmralı-Kandil hattının daha açık ve daha çabuk çalışması” önerisini ele almak isabetli olacaktır. Yeni İmralı sürecinin başladığı andan itibaren, bunun sağlıklı işlemesinin önde gelen koşullarından birinin tam da bu konu, yani İmralı ile Kandil arasındaki doğrudan iletişim mekanizmalarının inşası olduğununa inanıyorum. Bugüne kadar bu iletişim büyük ölçüde MİT, kısmen BDP üzerinden sağlandı, ancak silahlı güçlerin geri çekilmesi ve belli bir süre sonra da silahların tümüyle bırakılması gibi son derece kritik konularda bu iletişimin aracılara başvurmadan sürdürülmesi gerekecektir.

Öcalan’ın otoritesi

Bunun kabaca iki nedeni var:

1) Her ne kadar alenen dile getirmeseler de PKK çevreleri Öcalan’ın devlet tarafından yönlendiriliyor olması ihtimalini sıfırlamış değil;

2) PKK kendisi için son derece elverişli bir zemin yakalamışken silah bırakma sürecine dâhil oluyor. Savaşın değil de barışın daha hayırlı olduğunu her seviyedeki örgüt militanına anlatmada, onları ikna etmede kimse Öcalan’ın yerini alamaz.

Sanıyorum, süreci bir an önce başarıya ulaştırmak isteyen devlet de, Öcalan’ın, hareketin kadroları ve kitlesi üzerindeki tartışmasız otoritesini doğrudan devreye sokma noktasına gecikmeden gelecektir.

Yazının devamı...

“CHP’lilerin yüzde 85’i barış sürecini destekliyor”

Başlığa çıkardığımız, “CHP’lilerin yüzde 85’i barış sürecini destekliyor” sözünün sahibi, ana muhalefet partisinin İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı. Aylık sosyalist dergi Birikim’in “Yeni/aynı CHP?” başlıklı özel sayısı için Yüksel Taşkın ile Kerem Ünüvar, Salıcı ile, CHP’nin Kürt sorununa bakışının ağırlıkla ele alındığı bir söyleşi yapmışlar. Orada CHP’lilerin sürece destek oranının yüzde 85 olduğunu söyleyen Salıcı sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Bu çok yüksek bir oran. Az önce bir anket gördüm, toplumun yüzde 50’ye yakını bu görüşmelerin yanlış olduğunu söylüyor. Şimdi, barış sürecinin temel taşıyıcılarından bir tanesinin CHP’nin seçmeni olduğu ortaya çıkıyor...”

Aslen siyasetbilimci olan Salıcı’nın bu tespitleriyle, yakın zamanda yaşadığımız Hüseyin Aygün, Birgül Ayman Güler gibi isimlerin merkezde olduğu birçok olayın örtüşmediği ortada.

Nitekim Taşkın ve Ünüvar da İl Başkanı Salıcı’ya ayrı ayrı bu olayları hatırlatmışlar. Ama sanıyorum o söyleşiyi bugün gerçekleştiriyor olsalardı, her şeyi bir kenara bırakıp CHP’nin sürpriz bayrak tutkusunu gündeme getirirlerdi.

Bayrak hassasiyeti bayraktarlığı

Önceki gün Diyarbakır’daki tarihi Newroz kutlamalarında “neden Türk bayrağı yok?” sorusunu, zaten son sürecin başarısız olmasını arzulayanların dile getirmesi şaşırtıcı olmazdı, ama bu kampanyanın bayraktarlığını, tabanının yüzde 85’inin sürece destek verdiği varsayılan bir partinin, hele onu yenileştirmesi beklenen genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yapıyor olması akıl alır bir şey değil.

Kuşkusuz CHP’liler ve liderleri bayrak konusunda hassas olabilirler ama öncelikle Abdullah Öcalan‘ın mektubunda söyledikleri hakkında olumlu ya da olumsuz bir şeyler söylemeleri beklenirdi.

Sahi CHP, Öcalan’ın silah yerine demokratik siyaset, fikir ve ideolojiyi esas alan yeni perspektifi hakkında ne düşünüyor? Yine Öcalan’ın Türkler ve Kürtlerin el ele Orta Doğu’ya yeni bir şekil verme çağrısını ciddiye alıyor mu?

Daha bir sürü soru var yanıtlanması gereken ama Kılıçdaroğlu’nun Twitter hesabını takip edenler, yazıyı kaleme aldığım ana kadar, bunların yerine sadece İstiklal Marşı’ndan “Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!” mısrası ve ona eşlik eden Türk bayrağıyla yetinmek zorunda kaldılar.

Bocalamanın nedenleri

“CHP neden böyle yapıyor?” sorusunu cevaplamakta Birikim’in aynı sayısında Ayşen Uysal imzalı “CHP ve Kürt meselesi: Kürtler CHP’yi böler mi?” başlıklı yazı yardımcı olabilir. Uysal şöyle yazıyor: “Bu defa Kürtler, içinde yer almadan bir ‘dış mihrak’ olarak CHP’yi bölecek gibi görünüyor. Zira Kürtlerin temsili parti içinde oldukça zayıf, partinin bölgede milletvekili yok, parti örgütlenmesi çok zayıf, var olanlar istifalarla sallanıyor. Bu gerçekliğe rağmen CHP Kürt oylarına talip oluyor, çünkü iktidarın yolunun burdan geçtiğinin hesabını yapıyor.”

CHP’nin İmralı sürecinde bocalamasının önde gelen nedenlerinden birinin “bölünme kaygısı” olduğu muhakkak. Ayrıca, ana muhalefet partisinin kurmaylarının, sürecin olumlu sonuçlanmasından esas olarak AKP ve BDP’nin kârlı çıkacağı, buna karşılık, başarısızlığın iktidar partisini hayli zor durumda bırakacağı şeklinde bir hesap yapmakta oldukları da ileri sürülüyor. Eğer bu iddialar doğruysa, CHP’nin bir kez daha ciddi bir hesap hatası yaptığını söyleyebiliriz.

Çünkü PKK ve Kürt sorunlarının çözümünden tüm Türkiye, bu arada CHP de istifade edecektir. Sürece aktif katılmış bir CHP’nin kârının daha yüksek olacağı da açıktır. Buna karşılık, sürecin dışında kalmasına rağmen PKK ve Kürt sorunlarının çözülmesi hâlinde CHP’nin çok ağır bir darbe yiyeceği de kesindir.

Diyelim ki CHP sürecin dışında kaldı, hatta onu engellemeyi tercih etti ve bir şekilde hedefine ulaştı, ne olur? Tabii ki Türkiye’yi felakete yakın günler bekler ve bu ortamda CHP iktidara gelse bile herkesle birlikte kaybetmeye mahkûm olur.

Burada keselim ve Birikim’in son sayısında CHP üzerine Kâzım Ateş-Okan Konuralp, Polat S. Alpman, Yunus Emre, H. Bahadır Türk, Menderes Çınar, Tanıl Bora, Besim Can Zırh, İlknur Üstün ve Mete Çubukçu imzalı diğer 9 yazıyı da okurlarımıza tavsiye edelim.

Yazının devamı...

Barış piroz be!

Dünkü Diyarbakır Newroz’u hakkında söylenecek çok şey var. Benim söyleyeceklerimin hemen hepsi olumlu olacak. Çünkü:

- Önceki yıllara göre daha büyük bir kalabalık vardı, yani Kürtler bu buluşmanın tarihi önemini tam anlamıyla kavramışlardı.

- Organizasyonu üstlenen BDP/DTK daha dikkatli ve özenliydi;

- Abdullah Öcalan‘ın mektubu beklentilerin (en azından benim beklentilerimin) ötesinde iyi, pozitif ve yapıcıydı.

- Mektubun Pervin Buldan tarafından okunan Kürtçesinde fazla tepki göstermeyen kalabalığın Sırrı Süreyya Önder‘in mektubu Türkçe okumasıyla birlikte coşması hem Öcalan’ın otoritesini, hem de Türkiye’deki iç içe geçmişliği göstermesi bakımından çarpıcıydı.

Parantezi kapatmak

Öcalan’ın mektubundaki ana çağrıyı şöyle özetleyebiliriz: “Türklerle Kürtler arasındaki ilişkilerin son 90 yılını paranteze alalım, bugün bu parantezi kapatalım. Biz kavramına eski ruhunu verelim ve bundan sonra yolumuza 90 yıl önceki gibi, mesela Çanakale ve Kurtuluş savaşlarında olduğu gibi hep birlikte devam edelim.“

Yıllarca “bölücü” olarak lanetlenmiş bir ismin kalkıp “zaman ihtilafın, çatışmanın değil, ittifakın, kucaklaşmanın ve helalleşmenin zamanı“ demiş olması, daha ileri gidip “bizi bölmek, ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşelim“ çağrısı yapması Türkiye’de çok şeylerin değiştiğinin ve daha da değişeceğinin işaretidir.

Öcalan’ın vermiş olduğu hepsi son derece kritik daha bir dizi mesaj var. Özellikle silahlı mücadelenin artık kesinlikle sonlanması gerektiğini vurgulaması ve bunu “yumuşak bir talimat“ olarak sunması bile dünkü Newroz’u tek başına tarihi kılmaya yeter. Ayrıca onun Türklerle Kürtlerin birlikte Orta Doğu’da yeni ve bir bakıma Batı’ya alternatif bir modernite yaratması önerisini de atlamamak gerekir.

İhtiyat payları

Tabii herkes benim gibi pozitif bakmıyor. Örneğin çok meslektaşımın, o iyice popüler olan “Kürtler ne karşılığında silah bırakıyor?“ sorusunun değişik versiyonlarını özel sohbetlerde dillendirdiklerini gördüm. Ama Newroz’a katılan Kürt siyasi hareketinin değişik kademelerindeki kişilerde, özellikle kendi hâllerindeki Kürtlerde açıkçası bu tür sorgulamalara tanık olmadım. Çünkü onlar devlete olmasa bile Öcalan’a güveniyorlar. Yani birileri Kürtlerin dertleriyle Kürtlerden fazla dertleniyorlar diyebiliriz.

Bir de Türk kamuoyundan gelen tepkiler var. Öcalan’ın mektubunda Türkleri rahatsız edecek hemen hemen hiçbir şey yoktu, tam tersine onların onur ve gururlarının özellikle gözetilmiş olduğu görülüyordu. Fakat bu sefer bir “meydanda niye Türk bayrağı yoktu?“ sorusu ortaya atıldı. Aynı meydanda çok Newroz izledim, hiçbirinde Türk bayrağı yoktu ve bu ciddi bir şikâyet konusu olmamıştı. Türk bayrağının olmamasının vahim bir olaymış gibi sunulması bana dünkü Newroz’un tarihsel öneminden ciddi olarak rahatsızlık duyanların nafile bir gayreti gibi görünüyor.

Tabii bu arada, “ama bu sefer bir barış çağrısı var” diyen iyi niyetliler de var ki bu serzenişte belli ölçülerde haklılık payı olabilir fakat insaflı olmak lazım: 30 yılı aşkın bir süredir devam eden epey kirli bir savaşın birdenbire ve sadece tek bir tarafın atacağı adımlarla sonlanması beklenebilir mi?

Eğer PKK’nın silahsızlanması ve Kürt sorununun kalıcı olarak çözümü isteniyorsa sayıca çok olanlar kibirli davranmaktan ve her şeyi Kürtlerden beklemekten vazgeçmeliler. Çünkü bu savaşı kimse kazanmadı, kimse de kaybetmedi; yani kimse kimseye şart dayatma durumunda değil.

Dün Diyarbakır Newroz Meydanı “Newroz piroz be!“ (Newroz kutlu olsun) sloganlarıyla inledi. Biz de yazımızı “Barış piroz be!“ (Barış kutlu olsun!) diye bitirelim. Evet Türklerin ve Kürtlerin barışı yeniden inşası başlamış durumda ve bunu kimse engelleyebileceğe benzemiyor.

Yazının devamı...

Barışa emanet olalım

İlki 1992’de olmak üzere Diyarbakır’da çok Newroz izledim. Bunlardan beni en çok etkileyeni 2010 Newroz’uydu. İki gün üst üste kaleme aldığım yazılarda (http://www.rusencakir.com/Diyarbakirdan-Nevruz-izlenimleri-Mesafe-kotu-bir-sekilde-aciliyor/1282 ve http://www.rusencakir.com/Nevruzun-ortaya-cikardigi-yuzlesmemiz-gereken-gercekler/1283 ) da anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye’de Türk ve Kürt kamuoyları hızla ayrışıyor, ister İslam dinini esas alsın ister almasın kuru kardeşlik perspektifleri Kürtleri daha fazla tatmin etmiyordu. Evet mesafe kötü bir şekilde açılıyordu ve bunun bir kopuşa yol açmaması için öncelikle devletin gerekli adımları atması gerekiyordu.

O günden bugüne Türkiye’de Kürt sorunu inişli ve çıkışlı bir grafik izledi, özellikle 2012 yılı çok sert geçti ama 2013’ün ilk günlerinde devletin Abdullah Öcalan’ı merkeze alan yeni bir süreç için ciddi hazırlıklar yapmış olduğunu öğrendik. Benim “yeni İmralı süreci”, hükümetin “çözüm süreci”, başkalarının da “barış süreci” adını verdiği bu yeni dönem, yaşanan bazı olumsuzluklara rağmen alabildiğine hızlı gelişti ve böyle de devam edeceğe benziyor.

İşte bu Newroz’da, yine Diyarbakır’da, bu yeni süreç, dolayısıyla Türkiye için tarihi bir gün yaşayacağız. Her Newroz’da olduğu gibi bu sefer de provokasyon ihtimali muhakkak var ama bir tatsızlık yaşanacağını sanmıyorum; birileri sabote etmek istese bile, Paris suikastı sonrasında gördüğümüz gibi Kürtlerin onların oyunlarına dâhil olmayacaklarına, yıllarca bekledikleri, uğruna bedel ödedikleri bu fırsatı tepmeyeceklerine inanıyorum.

Nereden nereye

Bugün sadece bir gazeteci olarak değil, Kürt sorununun bir an önce, kalıcı bir şekilde çözülmesini isteyen bir vatandaş olarak Newroz heyecanı yaşayacağım. Kürt değilim, ama kendimi bildim bileli solcuyum. Daha 14 yaşında bir ortaokul öğrencisiyken meydanlarda “Halklara Özgürlük” ve “Kurdara Azadi” sloganları attım, anlamını bilmeden “Herne Peş” marşı söyledim.

1980 sonrası SHP’nin, TÜSİAD’ın ve diğer kurumların Kürt raporlarını yutarcasına okudum. Süleyman Demirel’in “şeffaf devlet” vaadini, Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözünü, Tansu Çiller’in “Bask modeli”ni telaffuz etmiş olmasını, Mehmet Ağar’ın “düz ovada siyaset yapsınlar” çıkışını önemsemiş biri olarak yıllar sonra Türkiye’nin Kürtlere hak ve özgürlüklerini verme noktasına gelmiş olmasından tabii ki son derece heyecan ve mutluluk duyuyorum.

Günümüzde öne çıkan aktörlere, sürecin gelişimiyle ilgili bazı ayrıntıları bahane ederek “buradan barış filan çıkmaz” diyenleri anlayamıyorum. Yeni İmralı süreci hakkında çok eleştiri yapıldı, daha da yapılacak, yapılmalı da. Ama bunların hiçbiri çözüm arayışının önünü kesmemeli, kendilerince ayrı ayrı riskler almış olan tarafların çözüm iradesini gölgelememeli.

Aslolan çözümse

Eğer aslolan çözümse şu basitleştirilmiş formül işimize yarayabilir: Tayyip Erdoğan‘a güvenmeyen Abdullah Öcalan‘a, Öcalan‘a güvenmeyen Erdoğan‘a, ikisine de güvenmeyen, yıllardır barışı özleyen Türk ve Kürt halklarına güvenebilir.

Bizim hayal ettiğimiz şekilde gerçekleşmiyor diye Türkiye’nin Kürt sorununu çözme fırsatını elimizin tersiyle geri çevirme lüksümüz ve hakkımız yok.

Hasan Cemal, işlerin kötü anlamda iyice kızıştığı bir dönemde yayınlandığı için hak ettiği ilgiyi göremeyen Kürt sorunuyla ilgili son kitabının adını “Barışa Emanet Olun” koymuştu. Maalesef ülke barışa doğru tempolu bir şekilde ama hızla koşarken onun yazılarından (umarım kısa bir süre için) mahrum kaldık. Biz de Newroz günü çıkacak bu yazımızın başlığına, ondan esinlenerek bir çağrıyı çıkaralım: Barışa emanet olalım!

Yazının devamı...

‘Washington sürece yeterli ilgi göstermiyor’

Kürt sorunu üzerine çalışmalarıyla bilinen Prof. Barkey’e göre ABD, çözüm sürecinin ne kadar önemli olduğunun tam farkında değil.

Lehigh Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Henri Barkey, Washington’da Türkiye’yi ve Kürt sorununu yakından takip eden uzmanların başında geliyor. Graham Fuller ile birlikte 1998 yılında “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı kitabı da kaleme almış olan Prof. Barkey ile yeni İmralı süreci üzerine konuştuk.

- Son süreç size umut veriyor mu?

Kesinlikle. Daha önce Habur ve Oslo süreçleri başarısız olduğu için temkinli olmak lazım ama şunu unutmayalım: Her deneyimden sonra bir adım daha ileri gidiyor ve asla en başa dönemiyorsunuz. Bu da beni umutlandırıyor. Bu sefer Öcalan ile görüşüldü, Kandil’e heyet yollandı, ayrıca hükümetin bilgisi dahilinde Öcalan’ın mektubu Kandil’e iletildi. Bu süreç başarısız olsa bile bundan böyle “Öcalan’la, PKK ile görüşmem” deme imkanı olmayacak. Öyle bir noktaya gelindi ki süreç bundan sonra somut müzakere konuları üzerinden gelişecek. Orada tabii ki başarısızlık olabilir; çözümü engellemek isteyenler provokasyonlar yapabilir, kötü şeyler olabilir ama benim sürece yönelik umutlarım sürüyor.

- Teorik açıdan Washington’un bu projeyi desteklediğini düşünüyorum. Ne dersiniz?

Şu çok önemli: Türkiye’nin bunu yapmak için Washington’dan onay alma ihtiyacı yok. Ben olsam böyle bir onay istemezdim. Çünkü bu Türkiye’nin, kendi çözmesi gereken bir meselesi. Washington’un yapabileceği tek şey var: yardım etmek. Diyelim ki bir aşamada PKK silahlarını vermek isteyecek. Türk ordusuna vermek istemeyebilir, Irak’taki Kürt yönetimine de güvenmeyebilir. İşte böylesi bir durumda ABD’nin katkısı gündeme gelebilir. Şurası çok açık: ABD, bu sürecin ne kadar önemli olduğunun tam farkında değil. Hak ettiği ilgiyi göstermiyor. Bunun farkında olmayıp başka şeylerle uğraşmaları şahsen beni öfkelendiriyor. Zaten ABD sadece Türkiye’de Kürt sorunu ve PKK konusunda değil Irak Kürdistanı söz konusu olduğunda da ofsaytta kalıyor. Aslında Amerikan hükümetinin uzun zamandan beri dış politika konusunda bir muhayyile sorunu var.

- Halbuki Türkiye’deki algıya göre olup bitenlerin hepsi birer Amerikan projesi...

Keşke öyle olsaydı, keşke ABD bu tür konularda akılcı projeler üretiyor olsaydı. Ama Amerikan dış politikası son derece kısır, kabiliyetsiz ve muhayyileden yoksun. Tabii ABD çok güçlü bir devlet, istese herhangi bir gelişmeyi engelleyebilir ama uzun süredir Türkiye’nin bu sorunu çözmesini istediği için burada bir problem çıkmaz.

- Sürecin en önemli ayaklarından birisi Irak Kürdistanı değil mi?

Bu yeni bir şey değil, Özal zamanına kadar uzanır. İlk ateşkeste Talabani ve Kamran Karadaghi önemli rol oynamıştı. Irak Kürdistanı’nın şu anki durumu süreç için çok işlevsel. Eskiden olsa Bağdat her şeye karışırdı, ama şimdi Kürt yönetimin başındakiler kendileri karar alıp uygulayabiliyorlar.

Asıl tehlike içeriden gelir

- İran, Suriye ve hatta Bağdat yönetiminin sürece karşı oldukları, sabote etmek isteyecekleri, hatta çoktan başladıkları yolundaki tespitlere katılıyor musunuz?

Teorik olarak evet demek kolay ama hiçbir emare görmedim. Ayrıca Suriye hükümeti o kadar kendi canının derdine düşmüş ki bu tür sabotaj düşünüp hayata geçirme kapasitesi yok. Tabii ki Türk devleti, Türk toplumu, Kürt toplumu ve PKK içinde bu süreci sabote etmek isteyenler olacak ve asıl tehlike buralardan, içeriden gelecek. Bunu İrlanda örneğinde gördük. PKK içinde de daha katı olanlar yeni bir organizasyona gidebilir, bilmiyoruz. Devlet içinde de süreçten memnun olmayanlar vardır. Bence önce şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu sefer devlet önceden ciddi bir hazırlık, planlama yaptı mı? Habur ve Oslo’da bu türden hazırlıklar yapılmamıştı ve ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı. Hükümetin en büyük zaaflarından biri şu: Her şeye Başbakan karar veriyor ama bunların hepsi önceden incelenmiş, üzerinde çalışılmış kararlar değil.



BDP yenilenmeli

İkinci en büyük endişemse BDP’nin iki güç arasında sıkışmış olması. BDP’nin PKK’ya yakın olması son derece doğal ama bu sürecin bir ayağı muhakkak BDP olmalı. Kimse BDP’ye “Neyi nasıl yapalım?” diye sormuyor. Kürt sorununun çözümü siyasetten geçmeli, bunu yapabilecek olan da BDP. Tabii ki BDP’nin yenilenmesi gerekiyor ama öncelikle BDP’ye bir yol vermek lazım.

Yazının devamı...

Alparslan Türkeş ve Kürt realitesi: 50 yıl önceden bir tanıklık

Ruzi Nazar ismini 1970’li yılların ortasında Uğur Mumcu’nun yazılarından biliyordum. Özbekistan doğumlu bir Amerikan vatandaşı ve CIA ajanıydı. Türkçüydü ve Mumcu’ya göre Alparslan Türkeş’in liderliğindeki ülkücü hareketle yoğun ve karanlık ilişkileri vardı. Kısacası biz solcular için kuşku uyandıran bir “kötü adam”dı.

Yıllar sonra Doğan Kitap’tan “Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu” başlıklı bir kitap yayınlanınca epey heyecanlandım. Üstelik kitabın yazarı da, yine Mumcu’nun yazılarında sık sık adı gizli kapaklı işlerle birlikte anılan bir başka Özbek asıllı Türkçü, Enver Altaylı’ydı.

Biyografiler genellikle iki türdür. Birincisi otobiyografinin daha profesyonel hâlidir. Yani hayatını yazmak isteyen kişi bir gazeteci ya da yazarla anlaşır, uzun uzun hayatını anlatır ve ek malzemeyi kimlerden nasıl toparlayacağını ona söyler. Sonunda kitap yazarın değil, hayatı anlatılan kişinin müdahaleleriyle son hâlini alır. İkincisi gerçek biyografidir. Yazar hayatını anlatacağı kişinin (tabii eğer hayattaysa) onayına ihtiyaç duymadan, hatta kimi durumda onun engelleme çabalarına rağmen gerekli görüşmeleri ve araştırmaları yaptıktan sonra kitabı kendi başına yazar.

Altaylı’nın kitabı ilk bakışta bu iki türün arasında bir yerde duruyor. Nazar ile uzun uzun görüşmüş ama hayatı hakkında ondan bağımsız araştırmalar da yapmış. Fakat Altaylı, birkaç yıl sonra 100 yaşına basacak olan Nazar’a o kadar derin bir saygı duyuyor ve hayranlık besliyor ki okuyucuya onun hayatından olumsuz hemen hemen hiçbir şey yansıtmıyor. Bu da kitabı otobiyografiye yaklaştırıyor. Hâlbuki bazı kişilerin kendi hayatlarını daha eleştirel kaleme alabildiklerini biliyoruz.

500 sayfayı aşkın kitapta beklediklerimin çoğunu bulamadım. Şöyle ki: Ruzi Nazar bir Özbek delikanlı olarak Komünist Partisi gençlik örgütünde çalışıp ardından Kızıl Ordu saflarında Alman ordusuna karşı savaşmış. Bir aşamadan sonra saf değiştirmiş ve gönüllü olarak Alman ordusuna katılmış ve bu sefer subay olarak Kızıl Ordu’ya karşı savaşmış. Savaş bittikten sonra Almanya’da kalıp orada evlenmiş. Ardından ABD’ye davet edilip Soğuk Savaş dönemi boyunca CIA’de çalışmış ve oradan emekli olmuş.

Doğal olarak insan en çok, Nazar’ın CIA’deki hayatını, hele 1959 aralık ayında gelip 11 yıl görev yaptığı Türkiye’de yaşadıklarını merak ediyor. Ancak Altaylı kitapta Ruzi Nazar’ın Türkçü yönünü anlatmayı esas almış ve istihbaratçı yönünden de, daha çok Türkçülükle bağlantılı faaliyetleri kapsamında söz etmiş. Dolayısıyla, örneğin ülkemizde yıllardır dile getirilen “Kontgerilla, Gladio” gibi konularda birinci derecede bilgi sahibi olabileceğini varsaydığımız bir kişinin tanıklıklarından mahrum kalıyoruz.

Kürt sorununa bakış

Yine de son derece ilginç olan bu kitaptan Kürt sorunuyla ilgili bir bölümü alıntılamak istiyorum. Altaylı şöyle yazıyor: “Ruzi, Kürt meselesini başbakanlık müsteşarı olduğu dönemde ve Hindistan sürgününden döndükten sonra (Alparslan) Türkeş’le konuştu. Her ikisi de, var olan bir şeyin inkâr edilerek yok edilemeyeceği konusunda mutabıktı; Kürt meselesi çözülmediği takdirde, Türkiye üzerinde hesabı olan ülkelerin bu konuyu Türkiye’ye karşı kullanacaklarından emindi. Baskı ve inkârın çözüm olmayacağını biliyorlardı. Ruzi sadece arkadaşı Türkeş’le değil, görüştüğü Türk istihbaratçılara da bu konuda dikkatli bir şekilde uyarılarda bulundu. Ancak aldığı cevap umut verici değildi. Ruzi’ye ‘Türkiye’de Kürt yok ki problem olsun. Onlar dağ Türkleridir’ diyorlardı. Ruzi, Sovyet realitesini, Sovyetler Birliği’ndeki milliyetler meselesini iyi bilen biriydi. Milliyetler meselesi nasıl ki Sovyetler Birliği’nin en önemli meselelerinden biriyse Kürt meselesi de Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli meselelerinden biriydi.”

Fazla söze gerek yok!

Yazının devamı...

25. yılında Halepçe katliamı: Ebabil kuşları da öldü...

“Bir mart sabahı, savaş uçakları Halepçe’nin üzerine sarı bir toz serpti. Tarımsal mücadele uçakları gibi her tarafı ilaçladıktan sonra geldikleri yöne, Bağdat’a doğru gözden kayboldular.

Oluşan toz bulutu önce kırmızıya, sonra maviye döndü. Ardından yer gök kokmaya başladı: Acı badem kokusu, çürük soğan kokusu, taze biçilmiş çim kokusu ve başka kokular...

Tek bir kurşun sıkılmadan, bombalar patlamadan, tanklar ezmeden, evler yıkılmadan, camlar kırılmadan, duvarlar çökmeden, kollar, bacaklar havaya uçmadan, tek bir damla kan bile akmadan Halepçe ölüm uykusuna daldı.

Bebekler emdikleri sütü yutmadan, inekler, koyunlar, keçiler sağılmadan, tavuklar yumurtlamadan, köpekler havlayamadan, kediler kaçamadan hep beraber sustular.

Ebabil kuşları da öldü.

Ateşler içinde yandılar

O gün dostluğun, şefaatin bir işe yaramadığı, kadının emzikli çocuğunu unuttuğu, gebelerin düşük yaptıkları, insanların içmeden sarhoş oldukları, güneşin durulduğu, yıldızların sönüp düştüğü, dağların yürüdüğü, denizlerin yandığı, göklerin yarıldığı, yerin sarsıldığı, sesin kesildiği, Tanrı’nın devasa bir duman çıkardığı, İsrafil’in Sur’a üflediği kıyamet günüydü.

İnsanların bölük bölük yürüyecekleri andı.

Karun, Firavun, Haman’ın yok olduğu, Lut, Semut, Ad ve Nemrut kavimlerinin helak edildiği gibi bir tan vaktiydi...

O gün Saddam’ın, Kürtlerin kıyametine karar verdiği gündü. Ölüm kokusunun ulaştığı yerde sağ kalabilenler kan kustular, ateşler içinde yandılar, vücutlarında yaralar açıldı.

Saddam’ın zehirli soluğunun ulaşamadığı yerlere, haberi ulaştı. Ve insanları bir ölüm korkusu sardı.

Sağ kalanlar, Halepçe’deki ölülerini gömmeden, ağıtlar yakamadan, arkalarına bakmadan dağlara doğru kaçtılar. Bir sel gibi, dağdan kopan bir çığ gibi çoğalarak, büyüyerek aktılar dağlara doğru...

Kasabalar, köyler, mezralar boşaldı. Bölük bölük, kol kol yeniden birleşti. Dereler, ovalara, dağ eteklerine aktılar. Zap oldular, Hezil Çayı oldular, Dicle oldular, Fırat oldular... Kuzeye, ters yöne doğru aktılar, Şattul-Kürdistan oldular.

On binler, yüz binler yaya olarak, hayvanların sırtlarında, arabalarla, traktörlerle, ne bulabilirlerse onunla kaçtılar. Ayaklar altında ezilerek, düşerek, dağlardan, tepelerden, uçurumlardan yuvarlanarak, derelerde boğularak, açlıktan, hastalıktan telef vere vere kaçtılar...

Tarih boyunca tozların bulutlarla birleştiği, ‘Havar’ların (imdat çığlıklarının) dağları aşıp göklere yükseldiği o gün gibi başka bir gün yaşanmadı o yerlerde... Mezopotamya’nın hiçbir bölgesinde, ne Akadların ne Asurların ne Babil ve Medlerin ne de İskender ile Daryus’un kapışmasında bile böyle mahşeri bir kalabalık görülmüştü. Tarih böyle bir göç yazmadı. Dünya böyle bir kaçışa tanık olmadı...”

Yeni Halepçe’ler yaşanmasın

25 yıl önce bugün, Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in Kürt ayaklanmasını bastırmak için başlattığı “Enfal” adı verilen harekât kapsamında İran sınırına yakın Halepçe kasabasına Irak savaş uçaklarından kimyasal silah atıldı.

Binlerce kişinin hayatını kaybetmesine, yine binlerce kişinin yaralanmasına ve bölgede yoğun bir insan göçüne sebep olan Halepçe katliamını, Tecelli’nin “Halepçe” (Wansa: Irak Öyküleri, İletişim Yayınları, 2011) adlı öyküsünün giriş bölümüyle hatırlatmak ve anmak istedik.

Dileğimiz, bölgemizde ve dünyada bu tür acıların tekrar etmemesi, yeni Halepçe’ler yaşanmaması.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.