Şampiy10
Magazin
Gündem

Geleneksel Erbil, modern Süleymaniye

Yaklaşık 1,5 ay önce foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör’le Irak Kürdistanı’na gittiğimizde ağırlıkla Erbil ve Kerkük’te çalışmış, Süleymaniye’ye ise bir tatil günü birkaç saatliğine uğramıştık. Bu sefer Irak Amerikan Üniversitesi’nin düzenlediği “Süleymaniye Forumu” vesilesiyle Süleymaniye’de iki tam gün geçirmek ve bu şehri daha yakından tanımak imkânına sahip oldum. Böylece hep duyduğum, bizde bir zamanlar romanlara konu olan “Fatih-Harbiye” zıtlığını andıran Erbil-Süleymaniye farklılığına bizzat tanıklık ettim.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti olan Erbil, Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP) ağırlıkta olduğu, muhafazakâr kimliğiyle öne çıkan, yani geleneği temsil eden bir şehir. Irak Kürtleri için öteden beri eğitim ve kültür merkezi olan Süleymaniye ise modernliğin taşıyıcısı olarak biliniyor. Celal Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) ve yakın dönemde ondan kopan liberal eğilimli Goran Hareketi’nin egemen olduğu Süleymaniye ve çevresinde İslamcı hareketlerin de belli bir gücü var.

Süleymaniye’de, Selahattin Eyyubi okullarında görev yapan Gülen hareketi mensupları da Erbil’in muhafazakâr, Süleymaniye’nin modern olarak tanımlanmasının doğru olacağını söylüyorlar ve kendi tercihlerini sorduğumuzda hiç tereddütsüz “tabii ki Süleymaniye!” cevabını veriyorlar. Hele daha önce Erbil’de çalışmış olanlar bu yer değişikliğinden son derece memnun olduklarını gizlemiyorlar.

Daha önceki yazı dizimizin ilk bölümünde (*) Irak Kürdistanı’nda Türkiye realitesinin çok belirgin olduğunu vurgulamıştık. Fakat Süleymaniye’de Türkiye’nin ekonomik anlamdaki varlığı Erbil’deki kadar güçlü değil. Bunun esas nedeni Süleymaniye’nin hemen yakınındaki İran’la geleneksel olarak çok güçlü ekonomik ilişkileri olması.

(*)(http://www.rusencakir.com/Ilk-izlenimler-Irak-Kurdistanindaki-Turkiye-realitesi/1928 )

Adım adım devletleşme

Benim de “Kürt Sorunu” başlıklı panelde yeni İmralı sürecini anlattığım Süleymaniye Forumu, ilk kez düzenleniyor olmasına rağmen dünyanın dört bir tarafından uzman isimlerin katıldığı, çoğu genç ve öğrenci olan geniş bir izleyici topluluğuna hitap eden son derece başarılı bir organizasyondu. Aynı zamanda Irak Amerikan Üniversitesi’nin başkanı olan KYB’nin iki numaralı ismi Dr. Barham Salih, KDP’li Irak Dışişleri Bakanı Hoşyer Zebari, yine KDP’nin kilit isimlerinden Fuad Hüseyin ve KYB içinde parlak bir geleceği olan Celal Talabani’nin oğlu Kubat Talabani gibi isimlerin panel yönettiği, konuşma yaptığı ve baştan sona izlediği Süleymaniye Forumu, Irak Kürtlerinin kurumsallaşma yolunda epey yol katetmiş olduklarının da bir kanıtıydı.

Ancak bir yanda Celal Talabani’den sonra ne olacağının belirsizliği, diğer yanda Bağdat’ta Maliki yönetimiyle varolan gerginliğin iyice tırmanması nedeniyle şu günlerin Irak Kürtleri için çok rahat geçtiği söylenemez.

Saddam’ın yargılandığı davanın ilk Kürt yargıcı

Süleymaniye’de Gülen hareketinin şehirdeki önde gelenleriyle, Diyarbakırlı Kürtlerin işlettiği Dawa adlı restoranda akşam yemeği yerken yanımızdaki masada Saddam Hüseyin’in yargılandığı mahkemenin ilk Kürt yargıcı Rızgar Emin de arkadaşlarıyla yemek yiyordu. Hızlı bir Google taramasıyla Emin’in, Bağdat yönetimi tarafından “yavaş ve fazla ılımlı” olduğu gerekçesiyle yerini bir başka Kürt’e, Halepçeli Rauf Raşid Abdurrahman’a bıraktığını öğrendim.

Kendisine davayı sorduğumda, “Çok acele edildi. Tek bir suçlamayla mahkûm edilip asıldı. Halbuki diğerlerinin de tamamlanması gerekirdi” cevabını verdi. “Ya idam kararı?” dediğimdeyse sözlerine, “Ben idam cezasına karşı olan yargıçlardanım” diye başladı ve şöyle sürdürdü: “Bu bölgede Kürt, Türk, Arap, Sünni, Şii çok kişi öldü, öldürüldü. Artık kan üzerinden siyaset yapma devrinin kapanması lazım. İntikam duygularıyla hiçbir yere varamayız.”

Yazının devamı...

Jîn

Önceki gece Irak Kürdistanı’nın Süleymaniye şehrine doğru yola çıkarken Reha Erdem’in Türkiye dağlarındaki bir Kürt kızının öyküsünü anlattığı “Jîn” filminin basın gösterimi yapılıyordu. Süleymaniye’ye vardıktan sonra sosyal medyadan filmin genellikle olumlu karşılandığını, hatta bazıları tarafından “yeni açılım sürecinin filmi” olarak ilan edildiğini gördüm.

Hâlbuki değil. Çünkü Reha (Reha diyorum çünkü onunla 1972 yılında, yani tam 41 yıl önce, geçenlerde yanan Galatasaray Lisesi’nin Ortaköy binasında yollarımız kesişti ve o günden bu yana da hiç ayrılmadı) bu filmi çektiği zaman ortada açılım filan yoktu. Hatta filmi bitirdiği zaman Kürt sorununda gerilim had safhadaydı. Öyle ki filmi gösterme imkânı olup olmayacağı bile şüpheliydi. Ne mutlu ki o çetin günler büyük ölçüde geride kaldı ve Jîn için Türkiye’de umulandan da elverişli bir atmosfer ortaya çıktı.



Jîn çarpması

Önceki günkü basın gösterimini kaçırdım ama Jîn’i aylar önce, film ekibi için düzenlenen ilk özel gösteride izleme şansı bulmuştum. Reha, yine liseden ortak arkadaşımız Haldun’la beni de davet etmiş ve fikrimizi almak istemişti. Reha genellikle çektiği filmlerin çoğundan, daha proje aşamasındayken haberdar ederdi ama nedense Jîn hakkında pek konuşmamıştı, bu yüzden film benim için çok büyük bir sürpriz olmuştu.

Sürprizin ötesine Jîn beni çok çarpmıştı. Çünkü Reha pek yapmadığı bir şey yapıp güncel ve siyasi olanı hep bildiğimiz kendi sinema anlayışıyla yoğurmuş ve ortaya çok çarpıcı bir film çıkarmıştı. Jîn’i izledikten sonra ona “sana çok kızacaklar” dediğimi hatırlıyorum. “Kimler?” sorusunun cevabıysa, “yıllardır ülkemizde süren şu tüketici savaşın tüm tarafları” olmuştu. O da bana aklımda kaldığı kadarıyla “ne yapalım, biz de bu olaya böyle bakıyoruz” demişti.



Sinemanın işi nedir?

“Peki Reha Erdem nasıl bakıyor Kürt ve sorunlarına?” diye merak edenler bu cuma günü gösterime girecek olan Jîn’i izlemeliler. Çünkü “A Ay”dan beri Reha Erdem’in çektiği filmlerin nerdeyse hiçbirini birkaç cümleyle özetlemek mümkün olamıyor. Jîn için en fazla şunu söyleyebiliriz: Genç bir PKK’lı dağdan ayrılmak istiyor ama karşısına çıkan ve hemen hepsi erkek kaynaklı sorunlar nedeniyle yine dağa dönmek zorunda kalıyor, ama bu sefer tek başına; daha doğrusu insanlardan uzak, hayvanlarla birlikte...

Bu arada bir hatırlatma Kürtçe “jin” kadın demek, ama “jîn” hayat anlamına geliyor. Filmin baş kahramanı olan PKK’lı kadının adı “Jîn”, yani “Hayat”. Bilenler bilir, Reha’nın 2008’de çektiği “Hayat Var”ın baş kahramanı da “Hayat” adında İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında yaşayan bir genç kızdı.

Son sözü yönetmene bırakalım: Jîn’in İstanbul’da “!f“ Festivali sırasındaki özel gösteriminin ardından bir izleyicinin “Neden şimdi bugün, bu konu ve bu film?” sorusuna Reha şu cevabı vermiş: “Şu an yaşanan gerçekliğe çok yakın. Onun için de belki en zorlandığımız film bu oldu. Çünkü uydurma bir şey yapıyorsunuz ve aynısı, daha gerçeği aynı vahşetle sürüyor. Bunu yaparken bir daha anladık ki gerçeklik çok ayıp bir şey. Bu kadar büyük bir trajediyi -hâlen de yaşandığı için söylüyorum- başka bir forma getirerek, bir masal formunda anlatmaya çalıştık. Öbür türlü çok fazla acıdan gösteri yapmak gibi geliyor ki, buna da çok alışmış durumdayız. Televizyon buna çok alıştırdı bizi. Gerçeklikten daha çok gerçeklik istiyoruz, daha çok kan istiyoruz ama sinemanın işi bu değil.”

Yazının devamı...

Devlet bu son şansı kullanabilecek mi?

Bu son şans heba edilmek istenmiyorsa, öncelikle başrol oyuncuları arasındaki iletişim sorunlarının giderilmesi, buna paralel olarak dinamik ve işlevsel bir medya ve halkla ilişkiler stratejisi geliştirilmesi gerekiyor

Yazı dizimizin dünkü bölümünde “BDP bu şansı kullanabilecek mi?” başlığını (http://www.rusencakir.com/BDP-bu-sansi-kullanabilecek-mi/1964) gören bazı BDP yanlısı okurlardan “Asıl ‘devlet bu şansı kullanabilecek mi?’ demeliydiniz!” şeklinde uyarılar aldım. Görüldüğü gibi bugün aynı soruyu bu kez devlet için soruyoruz, hatta “şans”ın başında çok önemli bir “son” sıfatı da var.

Kandırmaca değil

Ne var ki bu başlık BDP yanlısı okurların tepkilerinin ürünü değil. Çünkü uzun bir süredir, Türkiye’nin PKK ve Kürt sorunlarının çözümünü daha fazla ertelemesi halinde kendisinin çözüleceği yolunda yazılar kaleme alıyorum. Bu bağlamda yeni İsürecin, Başbakan Erdoğan’ın başkanlık sistemini getirmek için başvurduğu bir kandırmaca olduğuna hiç inanmıyorum. Bu süreci ülkenin bölünme ihtimalinin önünü almak için başlattığını, daha doğrusu başlatmak zorunda kaldığını düşünüyorum.

Herkes mecbur

Biraz açacak olursak: Başta Erdoğan olmak üzere devletin önde gelen isimleri ve onların takipçileri bu sorunları çözmek için Öcalan’ı merkeze alan, Kandil ve Avrupa’daki PKK/KCK yöneticilerini işin içine katan ve BDP’ye de belli bir misyon yükleyen böylesi bir süreci tercih etmek istemiyorlardı. Ancak akla gelebilecek nerdeyse tüm yöntemler denenmiş olmasına rağmen kalıcı bir çözüm bulmanın mümkün olamadığını da görüyorlardı. PKK ve Kürt sorunlarını “idare edilebilir” seviyelerde tutup dondurmak da bölgedeki dengelerin alt üst olmasıyla birlikte artık iyice imkansız hale geliyordu. Sonuçta yeni İmralı sürecini devlet için “mecburi son çıkış” olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.

Benzer bir mecburiyet başta Öcalan ve PKK kurmayları olmak üzere Kürt siyasi hareketi için de geçerliydi. Onlar da kaybetmedikleri ama aynı zamanda kazanamadıkları, kazanmalarının da imkanı olmayan bir savaşı bir an önce sonlandırmak istiyorlardı. Aksi takdirde sadece Türkiye’yi değil tüm bölgeyi saran ve Kürtlerdeki birçok dengeyi, iktidarı ve iktidar ilişkisini değiştirmeye aday olan yükselen Kürt milliyetçiliği bir şekilde kendilerini de tasfiye edebilirdi.

Karşılıklı gönülsüzlük

Galiba sürecin önündeki engellerin çoğunun arka planında her iki tarafta da gözlenen bu “mecburiyet” var. Yıllarca birbirlerini alt etmek için uğraşmış, dolayısıyla birbirlerinden hoşlanmayan, birbirlerine güvenmeyen iki tarafın çok da gönüllü olmadan başlattıkları ve yürütmeye çalıştıkları bir süreçle karşı karşıyayız. Bu gönülsüzlüğü en bariz olarak hükümet kanadında, bilhassa Başbakan Erdoğan’da gözleyebiliyoruz. Çözüm için baldıran zehri içmeye hazır olduğunu söylemiş olması da bunun kanıtı.

PKK ve Kürt sorunlarının çözülmesini istemeyen iç ve dış odaklar hiç kuşku yok ki taraflardaki bu gönülsüzlükten ziyadesiyle memnun ve bunu daha da derinleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Aslında bu odakların çok da fazla uğraşmalarına gerek olmayabilir çünkü sürecin esas tarafları sürekli olarak irili ufaklı hatalar yapıyor, en önemlisi birbirlerinden pek de hazetmediklerini her vesileyle belli ediyor, hatta dile getiriyorlar. Bu durum da, sürecin başarısı için kaçınılmaz olan kamuoyu desteğini ciddi olarak sabote ediyor.

Şeffaflık da şart

Eğer devleti yönetenler samimi olarak yeni İmralı sürecinin başarılı olmasını istiyorlarsa, diğer bir deyişle, bu son şans heba edilmek istenmiyorsa öncelikle başrol oyuncuları arasındaki iletişim sorunlarının giderilmesi, buna paralel olarak dinamik ve işlevsel bir medya ve halkla ilişkiler stratejisi geliştirilmesi gerekiyor. Bunlar yapılırken, mutlaka, bu sürecin bir AKP-BDP (veya Erdoğan-Öcalan) ortak yapımı olduğu yolundaki imajın kırılması, bunun için de CHP başta olmak üzere muhalefet partileri, sivil toplum ve farklı kesimlerden aydınların sürece dahil edilmesi için çaba gösterilmesi gerekiyor. Yeni İmralı sürecinin katılımcılarının çoğullaşması için olmazsa olmaz şartın da şeffaflık olduğu kesin.

- BİTTİ -

Yazının devamı...

BDP bu şansı kullanabilecek mi?

PKK eylemsizlik kararını açıklar ve militanlarını çekerse meydan büyük ölçüde yasal siyasete kalacak demektir.

Yeni İmralı sürecinin başlamış olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte gözler doğal olarak BDP’ye çevrildi ancak bu partinin sözcüleri, çok fazla haberdar olmadıkları anlaşılan süreç hakkında genellikle olumsuz bir tutum takındılar. Çok da fazla haksız sayılmazlardı çünkü çok kısa süre önce Başbakan Erdoğan cezaevlerindeki açlık grevlerine karşı kayıtsız, hatta küçümseyici bir tavır almış, Abdullah Öcalan’ı ima ederek idam cezasını yeniden getirmeyi gündeme taşımış ve nihayet Şemdinli’de PKK militanlarıyla kucaklaşan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için düğmeye basmıştı. Öte yandan Güneydoğu’da askeri operasyonlar ve çatışmalar da sürüyordu.

Endişeler İmralı’da giderildi

Ancak ilk İmralı ziyareti söz konusu olunca tüm toplum gibi BDP’liler de işin ciddiyetini kavradı. Bir süre kimin gideceği tartışması yaşandıktan sonra Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Abdullah Öcalan ile görüşmeleri, Öcalan-MİT müzakerelerinde epey yol alınmış ve birçok noktada anlaşılmış olduğunu öğrenmeleriyle işin rengi değişti. Ama esas değişim, arada yine kimin gideceği tartışması yaşanmış olsa da Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder’in gerçekleştirdiği ikinci İmralı ziyaretinden sonra yaşandı. Artık başta eşbaşkanlar Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak olmak üzere BDP’nin önde gelen isimleri, eskisi gibi “çatışma” döneminin değil, büyük ölçüde “uzlaşma” dilini kullanır oldular.


BDP’lilerin başlangıçta ürkek ve temkinli davranmalarının iki temel nedeni vardı: AKP ve Erdoğan’a güvensizlik ile Kandil’den (PKK) çekinme. Her ne kadar Öcalan Kürt siyasi hareketinin tartışmasız lideri olsa da Kandil’in en azından özerk bir konumu vardı ve devletin PKK kurmaylarını baypas ederek Öcalan ve kendileriyle yeni bir süreç tasarlamasından endişe ediyorlardı. Bu endişenin gereksiz olduğunu hem Öcalan görüşmelerinden, hem de Kandil ile kurdukları bazı temaslardan öğrenmiş olmalılar ki BDP’lilerin yeni süreçte birkaç gündür aktif bir şekilde yer aldıklarını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında BDP ve DTK eşbaşkanları ve bazı BDP milletvekillerinin Murat Karayılan ve Sabri Ok gibi PKK kurmaylarıyla buluşup saatlerce Öcalan’ın mektubunu tartışmış olmaları çok kritik bir aşamadır.

BDP’nin misyonu

Kimileri bu sürecin esas olarak Öcalan ile, ardından Kandil ve kısmen Avrupa’daki PKK/KCK örgütlenmeleriyle yürütüleceğini, BDP’lilereyse mesaj taşımak başta olmak üzere tali işler düşeceğini ileri sürüyor. İlk bakışta doğru gibi görünüyor ancak bu sürecin ana hedefi PKK’nın silahsızlandırılmasıysa, diğer bir deyişle silahların susmasıysa, eline silah almamış olan siyasetçilerin rollerinin doğal olarak artacağını görmek için kâhin olmak gerekmez. Eğer beklendiği gibi Newroz ile birlikte PKK eylemsizlik kararını açıklar ve ülke içindeki militanlarının Irak Kürdistanı’na çekilmesinin hazırlıkları başlarsa meydan büyük ölçüde yasal siyasete ve siyasetçilere kalacak demektir.

Peki BDP böylesine zor bir görevi üstlenebilir mi? Açıkçası BDP’nin kredisinin çok yüksek olduğu söylenemez ve son “tutanak sızması” olayıyla bu partinin imajının iyice zedelendiği aşikâr. Öte yandan yasal Kürt siyasetinde tam bir çokbaşlılık söz konusu. BDP’ye ek olarak Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK) de faaliyetlerini sürdürüyor. Üstelik hükümetin vetoları nedeniyle bu BDP ve DTK’nın eşbaşkanları Öcalan ile doğrudan görüşemiyor.

Eğer BDP kendi içinde örgütsel sorunlarını aşar, hükümetle belli bir diyalog kurmayı gerçekleştirebilir ve bazı radikal sol grupların ötesinde ülkenin Kürt olmayan kesimlerine (tabii ki Karadeniz’deki kötü deneyimden gerekli dersleri çıkardıktan sonra) barış mesajlarını iletebilirse yeni İmralı sürecinin önemli bir aktörü olabilir.

YARIN: AKP’nin ve Erdoğan’ın önündeki riskler ve fırsatlar

Yazının devamı...

Abdullah Öcalan’ın Kürt milliyetçiliğiyle imtihanı

Öcalan bir şekilde PKK kurmaylarını yol haritası konusunda ikna etse bile ‘yükselen Kürt milliyetçiliği’ sorununu aşmak zorunda.

PKK’nın Kandil’deki en önemli ismi Murat Karayılan dün Fırat Haber Ajansı’na (ANF), her satırının ve hatta satır aralarının dikkatli okunması gereken uzun bir söyleşi vererek sürece bakışlarını “temkinli iyimserlik” olarak tanımladı. ANF söyleşinin başlığına onun “Karar almamız kolay değil” cümlesini çıkarmış ki doğru bir seçim gibi gözüküyor. Karayılan özetle, Abdullah Öcalan’ın kendilerine de yolladığı mektuptaki perspektiflere büyük ölçüde katıldıklarını ama bazı yerlerini tam olarak kavrayamadıklarını, bu sorunun aşılması için liderleriyle doğrudan temas kurmaları gerektiğini vurguluyor.

Geçmişte MİT’in İmralı ile Kandil arasında mesaj taşımış olduğunu, sızan Oslo görüşmeleri sayesinde öğrenmiştik. Yeni İmralı sürecinde de benzer mekanizmalar işletilmiş olabilir ama daha önemlisi bu kez İmralı ile Kandil arasında mesaj taşıyıcılığını BDP ve DTK eşbaşkanları ve bazı milletvekilleri yaptı. (Devletin bilgi, onay ve galiba teşvikiyle gerçekleşen Irak Kürdistanı’ndaki bu buluşmanın tarihi bir önemi haiz olduğunu ama hak ettiği kadar büyütülmemesinin de bu seferki sürecin bambaşka olduğunu kanıtlamakta.)

Esas sorun siyasal

PKK yöneticilerinin Öcalan ile doğrudan görüşerek, esas olarak silah bırakmanın neden ve nasıllarını tartışmak istediğini tahmin edebiliriz. Peki sorun sadece bundan mı ibaret? Diğer bir deyişle Öcalan bir şekilde PKK kurmaylarını yol haritası konusunda ikna ederse Kürt siyasi hareketinin sürece tamamıyla angaje olması sağlanabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü örgütsel sorunların ötesinde Öcalan’ın (ve onunla birlikte hareket edecekleri anlaşılan BDP’lilerin ve PKK kurmaylarının) esas olarak aşması gereken çok ciddi bir ideolojik/siyasal engel söz konusu. Bunu tek bir kavramla özetleyebiliriz: Yükselen Kürt milliyetçiliği.

Bundan ne kastettiğimi daha önceki birçok yazıda ele alıp tartışmıştım. Bu bağlamda özellikle “Türkiye’de Kürt milliyetçiliğinin yükselişi” başlıklı yazımı (http://www.rusencakir.com/Turkiyede-Kurt-milliyetciliginin-yukselisi/1904) hatırlatmak isterim. Gerek İmralı tutanaklarda söyledikleri, gerekse yolladığı mektup hakkında sızan bilgiler, Öcalan’ın Kürt siyasi hareketini milliyetçi pozisyonların çok uzağında tutmaya çalıştığını gösteriyor. Özellikle yakalandıktan sonra savunduğu çizginin de milliyetçilikten uzak olduğunu bildiğimizde bunda şaşıracak pek bir şey yok.

Öcalan’ın bu pozisyonunun hükümeti büyük ölçüde rahatlattığı da ortada. Ancak hükümetin epey geç kaldığını da söylemekte hiç sakınca yok: Çünkü AKP’nin önde gelenleri, Türkiye’de Kürt milliyetçliğinin muhtemel yükselişini, büyük ölçüde din faktörüne fazla bel bağlayarak öngöremediler ve Öcalan’ın yıllardır kendilerine yaptığı çağrıları kulak arkası ettiler. Evet geç kalındı, ancak tabii ki zararın neresinden dönülse kârdır.

Süreç başladıktan ve Öcalan’ın “demokratik özerklik”, “anyasaya Kürt tanımının girmesi” gibi ısrarlarının olmayacağının anlaşılmasından sonra Kürt siyasi hareketi ve bunun tabanında belli bir şaşkınlık yaşanmıştı. Ama esas şaşırtıcı olan, Kürt sorununun varlığını bile kabul etmeyen bazı çevrelerin “peki karşılığında ne alacaksınız?” diye Kürt hareketini köşeye sıkıştırma çabalarıdır. Benzer uyarı/eleştirilerin iyiniyetli bazı kişi ve çevrelerden de geldiği bilindiğinde Öcalan ve onunla birlikte hareket edecek olanların işinin hiç de kolay olmayacağı anlaşılıyor.

YARIN: BDP’nin kendini kanıtlama fırsatı

Yazının devamı...

Öcalan-Fidan uyumu fırsat ve riskler

Öcalan’la görüşmeler devlet cenahı için hep mayınlı arazide yürümek anlamına gelecektir. Zaten hayli düşük derecede ve kırılgan olan güveni iyice tahrip edebilir

Yılbaşındaki yazı dizimizin ilk bölümünde (http://www.rusencakir.com/Uc-temel-aktor-Ocalan-Fidan-ve-Erdogan/1912 ) sürecin üç temel aktörünü, yani Başbakan Erdoğan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Abdullah Öcalan’ı ele almış ve PKK lideri için “Kürt siyasi hareketinin tartışmasız lideri olduğu için görüşmelerde son derece rahat hareket edebilir, inisiyatif alabilir. Devlet de onu yegane muhatap görüyor ve belli ölçülerde kendisine güveniyor” demiştik. Geçen süre zarfında Öcalan hakkında yanılmamış olduğumuz ortaya çıktı. Hatta eksik bile söylemişiz: Gerek yolladığı mektuplar üzerine yazılıp çizilenlere, gerekse son İmralı görüşmesinin Milliyet tarafından yayınlanan tutanaklarına baktığımızda Öcalan’ın tahmin ettiğimizin ötesinde bir özgüvene sahip olduğunu, çok geniş inisiyatifler aldığını gördük. Devletin de onu sürecin merkezine oturttuğu, Kürt hareketinin BDP, Avrupa, Kandil gibi ayaklarının sürece dahil edilmesi misyonunu da ona yüklediği anlaşılıyor. Bu açıdan bakıldığında Öcalan’ın aktif varlığı yeni sürecin en belirgin fırsatlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Mayınlı arazi gibi

Ama Öcalan’ın bu süreç için fırsat olduğu kadar risk anlamına da geldiği son tutanak yayınıyla birlikte net olarak ortaya çıktı. Hükümet ve iktidar partisini destekleyenler, herhalde Öcalan’ın Kemal Burkay, Orhan Miroğlu gibi bazı Kürt aydınlarına benzemesini ummamışlardır. Fakat onun hükümete tabi olmasa bile kendini ve sözlerini ona göre ayarlamasını beklemeleri de anlaşılır bir şeydi. Aslına bakılırsa Öcalan’ın BDP, Avrupa ve Kandil’e yolladığı mektuplarda hükümetin kaygı ve beklentilerini gözettiği anlaşılıyor ancak milletvekilleriyle sohbetinde daldan dala atlarken söylediklerinin, daha önemlisi üslubunun ona kuşkuyla bakanların endişelerini artırdığı da muhakkak. Tabii bir de bu sürece karşı olanların, Öcalan’ın bu yönünü aşırı kriminalize ettiklerini de bir kenara not etmek lazım.

Dolayısıyla Öcalan’la görüşmeler hükümet cenahı için hep mayınlı arazide yürümek anlamına gelecektir. Muhtemel mayın patlamalarının önüne geçmek için alınacak veya alınmak istenecek önlemlerse, iki taraf arasındaki zaten hayli düşük derecede ve kırılgan olan güveni iyice tahrip edebilir.

MİT’e aşırı güven

Öcalan’ın İmralı’da, başta müsteşar Hakan Fidan olmak üzere MİT yöneticileriyle iyi bir uyum yakalamış olduğu anlaşılıyor. Bu da sürecin geleceği açısından çok olumlu bir durum. Fakat yine burada ciddi bir risk potansiyeli karşımıza çıkıyor: Fidan her ne kadar siyasi iktidarın çok güvendiği bir isim olsa da eninde sonunda bir bürokrat ve istihbaratçı. Yani aralarında bir uyum olsa da Öcalan ile Fidan’ın konumları uyumsuz. Bu kadar çetin bir sorunun çözümünde işte bu uyumsuzluk, beklenmedik ve istenmeyen sorunlara/krizlere neden olabilir. Bu tür durumlarda BDP’nin devreye girmesi beklenir ki şu haliyle BDP’nin iktidar partisiyle eşit bir ilişki kurabilmesi zor görünüyor. Öte yandan Öcalan’ın sürecin herhangi bir aşamasında ülkeyi yöneten siyasetçilerle doğrudan görüşeceğine dair bir işaret de yok.

Sunuş:

2013 yılının başlamasıyla birlikte “süreç” kavramı dillerimize iyice yerleşti. Hükümet “çözüm süreci” demeyi tercih ediyor; bazıları da buna “barış süreci” adını veriyor. Bense “yeni İmralı süreci” diyenlerdenim. Hatırlayanlar olacaktır, 2 Ocak gününden itibaren peş peşe 7 yazıyla yeni sürecin artıları ve eksilerini tartışmıştık. Aradan iki ayı aşkın bir süre geçti. Bu arada BDP’lilerin iki İmralı ziyareti, Paris suikasti ve cenazeler, İmralı tutanaklarının yayınlanması gibi kritik olaylar yaşandı. Önümüzdeki günlerde PKK’nın silahlı güçlerini ülke dışına çekmesini başlatacak bazı adımnlar atılması bekleniyor. İşte bu yazı dizimizde esas olarak sürecin önündeki muhtemel engeller ve fırsatları ele alacağız. İlk olarak Öcalan faktörüyle başlıyoruz.



Yarın: Kürt siyasi hareketi Öcalan ile başlayıp onunla mı bitiyor?

Yazının devamı...

Aranan Öcalan, bulunan Öcalan

Muhakkak birbirinden farklı kişi, çevre ve kurum hakkında söyledikleri ayrı ayrı rahatsızlığa sebep olmuştur ama İmralı tutanaklarının yayınlanmasının “deprem etkisi” yaratmasının esas nedeni Abdullah Öcalan’ın ruh hâli ve üslubu olsa gerek. “Ruh hâli”nden, Öcalan’ın hiç de yenik düşmüş, teslim olmuş, devletten aman dileyen bir hâlde olmadığını kastediyorum. Hatta tam tersine, seyrek de olsa tehdit etmeyi sürdürüyor. Üsluptan kastımın ne olduğu ortada: Öcalan bir peygamber edasıyla kendini merkeze yerleştiriyor; her şeye, kişiye ve olaya yukardan bakıyor, her şeyi en iyi ve en doğru bilme iddiasında; birçoklarının nerdeyse kutsal saydığı bazı kişi ve kurumlara yönelik altı doldurulmamış suçlamaları peş peşe sıralıyor...

“O hep buydu”

Aslında onun yazıp söylediklerini yıllardır takip edenler için İmralı tutanaklarında ortaya çıkan Öcalan imajı hiç de şaşırtıcı değil. Hatta internet üzerinden dolaşıma sokulan avukat görüşmeleri notlarındakinden daha mülayim; sadece konuşmayan, arada sırada karşısındakini de dinleyen; talimat dikte etmekten çok, bazı önemli kararları tartışmak isteyen bir Öcalan ile karşılaşmış olduğumuz bile söylenebilir.

“Peki rahatsız olanlar niye rahatsız oldu? Öcalan’ı onlar da bilmiyor muydu?” diye sorulacaktır. Tabii ki biliyorlardı. Örneğin dün çok sert bir yazı kaleme alan Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da “Apo’nun nutkuna şaşırmadım aslında. O hep buydu” diyor.

Öcalan metinlerini en iyi bilen isimlerden Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan bu durumu şöyle anlatıyor: “Öcalan’ın geçmişten bu yana sözlerini ve söylemlerini takip edenler bilirler ki, Öcalan vermek istediği mesajın önüne arkasına bir sürü şey ekler. Bunların birçoğu denge olsun diye söylenen veya karşı tarafı bir noktada tutmak için edilen laflardır. Öcalan, BDP’lilerle saatlerce bir sürü konuyu konuşmuş, bir sürü laf etmiş olabilir. Bunların ne kadarının doğru yansıtıldığı ayrı bir konu, ama önemli olan bunlar değil, Öcalan’ın hazırlayarak verdiği ‘taslak metin’dir.”

Sorumlu Öcalan mı?

Evet, şikâyet edenler de Öcalan’ı tanıyorlardı tanımasına ama yine de bir ölçüde değişmiş olmasını, değişmese bile gerçek hâliyle en geniş kamuoyunun karşısına çıkmamasını umuyorlardı. Galiba sorunun bam teli bu: Şöyle ki, Öcalan, BDP’li üç milletvekiliyle, medyada yayınlanacağını düşünmediği için rahat bir şekilde, hep sevdiği gibi daldan dala atlayarak konuşmuş olmalı. Zaten sohbette devletle sürdürdüğü görüşmelerle ilgili bölümlerin çoğunda fazlasıyla dikkatli, ılımlı bir dil tutturduğu görülüyor.

Sanıyorum BDP’lilerle bir sonraki görüşmesinde (tabii eğer olacaksa ki hükümetin tutanakların sızmasından BDP’yi sorumlu tutsa da, belki yine isimlerde oynayabileceğini ama görüşmelerin devamına onay vereceğini düşünüyorum) Öcalan da bu “özel sohbet”in medyaya sızmış olmasından rahatsız olduğunu dile getirecektir. Diğer bir deyişle onun da kamuoyunun karşısına çalışılıp hazırlanılmamış bir şekilde, en doğal hâliyle çıkmak istemediğini ileri sürebiliriz.

1993’te Lübnan’da ateşkes ilan ettiği basın toplantısına takım elbise ve kravatla çıkmış olması bu açıdan bir örnektir.

Toparlarsak: İmralı tutanakları, gösterilmek istenen değil de sahici Öcalan’ın, üstelik arzu edilmeyecek ölçüde erken bir zamanda ve denetimsiz bir şekilde yayınlandığı için bir tür infiale neden olmuşa benziyor.

Ancak Öcalan’ı bu çözüm sürecinin “başrol” oyuncularından biri değil de olmasa da olur bir “karakter oyuncusu” (eski tabirle “figüran”) gibi gösterme stratejisinin fazla yürümeyeceği de açıktı.

Yazının devamı...

İmralı tutanakları bize ne söylüyor?

Yeni İmralı süreciyle birlikte Öcalan’ın siyasi hayatımıza aktif bir aktör olarak girdiği yayımlanan tutanaklarla tescillenmiş oldu

Dünkü Milliyet’te Namık Durukan‘ın Abdullah Öcalan ile 3 BDP’li milletvekilinin İmralı’daki görüşmelerinin tutanaklarını yayınlaması tartışmasız bir şekilde gazetecilik başarısıdır. Tutanakların şu ya da bu bölümünden veya bütününden rahatsız olan bazı kişilerin bu yayından hareketle “İkinci Oslo” vb. benzetmeler yapmaları, işin içinde artniyet aramaları da abestir.

Bununla birlikte ortada bir sorun olduğu da muhakkak. Çünkü önceki günkü yazımızda http://www.rusencakir.com/Surec-iyi-gidiyor-ama-hep-iyi-gideceginin-garantisi-yok/1956 uyardığımız riskle bir kez daha karşı karşıya kaldık. Yani BDP ve Öcalan yine fazla öne çıktı. Bu da sürecin Kürt siyasi hareketinin öncülüğü ve hâkimiyetinde ilerlediği, hükümetin ikinci planda kaldığı gibi bir algıyı ortaya çıkardı. Bunun sorumlusu genel anlamıyla hükümet, özel olarak da görüşmeleri sürdüren MİT’tir. Devlet kamuoyunu süreçle ilgili bilgilendirmek için sistemli bir strateji geliştirmiş, buna uygun mekanizmalar oluşturmuş olsa bu türden yol kazalarıyla daha az karşılaşırdık. Örneğin gerek Ahmet Türk-Ayla Akat Ata, gerekse Pervin Buldan-Sırrı Süreyya Önder-Altan Tan’ın İmralı ziyaretlerinin ardından resmi ama kapsamlı ve doyurucu açıklamalar yapılmış olsa, belki bu tür sızdırmalara gerek kalmaz, olsa bile şimdiki gibi etki yaratmazdı. Dolayısıyla devlet eğer geri adım atmayacaksa bir an önce “olabildiğince şeffaf bir süreç” inşa etmek zorunda.

Bu uzun girişten sonra tutanakları tahlil etmeye çalışalım:

Öcalan büyük ölçüde bildiğimiz gibi

Tutanaklarda en dikkat çekici noktaların başında Abdullah Öcalan’ın kendisini her şeyin merkezine oturtması geliyor. Ama bunda şaşıracak bir şey yok. Geçmişteki yazı ve konuşmalarından biraz haberdar olanlar, onun bir dönem internet üzerinden yayınlanan “avukat görüşme notları”ndan birkaçını okumuş olanlar, bildikleri bir Öcalan’la karşılaştılar. Hatta zamanla ve sürecin doğasına da uygun olarak yer yer mütevazı davrandığı bile görülüyor. Ancak hep olduğu gibi tüm artıları kendisinin, tüm eksileri de PKK, BDP gibi diğer aktörlerin hanesine yazma huyundan vazgeçeceğe benzemiyor.

Erdoğan’a bakışı inişli çıkışlı

Öcalan uzun bir süre AKP hükümeti yerine TSK başta olmak üzere “devletin asli sahipleri” olduğunu düşündüğü güçleri önemsedi. Buna bağlı olarak AKP ve Başbakan Erdoğan’a hep mesafeli durdu ve kuşkuyla yaklaştı. 2007 seçimlerinden sonra Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalarla askeri vesayetin marjinalize edilmesiyle birlikte Öcalan da tutumunu kademeli olarak değiştirdi. Tutanaklar bize Öcalan’ın devlette tek muhatap olarak Erdoğan’ı aldığını (veya almak zorunda kaldığını) gösteriyor ama ona hâlâ tam olarak güvenmediğini de anlıyoruz. Erdoğan’a yönelik bu güvensizliğin Kürt siyasi hareketinin değişik kademelerinde de daha güçlü bir şekilde var olduğu düşünülürse sürecin hiç de kolay gelişemeyeceği sonucuna varabiliriz.

Başkanlık sistemine açık çek veriyor:

Öcalan’ın BDP milletvekillerine başkanlık sistemine alenen destek vermesi bir tür malumu ilan oldu. Çünkü daha önceki görüşmede de Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’ya, yeni anayasanın kritik bölümlerini AKP’ye yakın zamanda katılan Numan Kurtulmuş ve Osman Can’ın yazmasının uygun olacağını söyleyen Öcalan (http://www.rusencakir.com/Ocalan-Anayasanin-kritik-bolumlerini-Numan-Kurtulmus-ile-Osman-Can-kaleme-alsin/1924 ), iktidar partisiyle BDP’nin ortak bir anayasada anlaşmasına kapı aralamış ve bu durum CHP ve MHP’nin tepkisini çekmişti. Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın PKK ve Kürt sorunlarını çözmek yerine başkanlık sistemini tesis için bu süreci başlatmış olduğu yolundaki, Kürt hareketinin bir bölümü tarafından da paylaşılan kaygıların Öcalan’ı fazla ilgilendirmediğini de bu vesileyle görmüş olduk.

Tutanaklar hakkında söylenecek, yazacak daha çok şey var ama burada keselim. Sonuç olarak yeni İmralı süreciyle birlikte Öcalan’ın siyasi hayatımıza aktif bir aktör olarak girmiş olduğu bu tutanaklarla tescillenmiş oldu. Buradan geri dönüşün tek yolu süreci yarı yolda sonlandırmak olur ki bu aşamadan sonra hükümetin böyle bir tercih şansı olduğunu pek düşünmüyorum.

Gülen cemaatine karşı cephede yer alıyor

Tutanakların en can alıcı kısmı, Öcalan’ın “7 Şubat süreci” diye de bilinen MİT krizi ve Fethullah Gülen hareketi hakkında söyledikleri. Anlatımlarından, Öcalan’ın hükümet ile Gülen cemaati arasında yaşanan krizin dışında kalıp derinleşmesini izlemek (hatta derinleşmesine katkıda bulunmak) yerine Erdoğan ve Fidan’dan yana aktif tavır aldığını; bu bağlamda yeni İmralı sürecinin 7 Şubat olduğunu anlıyoruz. Öcalan’ın Gülen ve hareketini birtakım küresel güç odaklarıyla irtibatlandırmak istediği ama bu konuyu muğlak bıraktığı da görülüyor. Gerek hükümet, gerekse Gülen hareketinin ortada bir mücadele/kavga olmadığını ısrarla vurguladıkları bir dönemde Öcalan’ın açık bir kamplaşma tasvir etmesi ve kendisini net bir şekilde hükümetin yanına konuşlandırması ciddi tartışma ve sorunlara yol açabilir.

MİT’e aşırı güveniyor

Başbakan konusunda kafası karışık olan Öcalan’ın MİT ve Müsteşar Hakan Fidan noktasında herhangi bir tereddüdü yok. Öyle ki onun açmış olduğu aşırı kredinin MİT ve Fidan’ı zor durumda bırakabileceğini düşünenler de var. Diğer yandan Uğur Mumcu’nun ilk kez dile getirmiş olduğu “PKK’yı MİT kurdurdu” tezi bu vesileyle bir kez daha gündeme gelmiş durumda. Spekülasyonlar bir yana, Öcalan’ın bir önceki müsteşar Emre Taner’in döneminden itibaren MİT ile düzenli olarak görüştüğünü, yıllardır devlet katında aradığı muhatabı nihayet bulmuş olduğu düşüncesiyle onu sahiplendiğini söylemek daha doğru olacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.