Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK ile Hizbullah helalleşebilir mi?

Pazartesi günü Dicle Üniversitesi’nde PKK ve Hizbullah çizgisine yakın öğrenciler arasında çıkan olaylar dün de sürdü. 1990‘ların başındaki PKK-Hizbullah çatışmasının yeniden başlaması ihtimalini gündeme getiren bu kavgaya büyük medyanın ilgisizliği manidar. Hâl böyle olunca devreye büyük ölçüde sosyal medya giriyor ve bu tür mecralarda, büyük ölçüde kim oldukları ve gerçek niyetleri tam olarak saptanamayan bazı kişi ve odaklar tarafından üretilen ve çatışmayı tırmandırmaya yönelik haber ve yorumlar ön plana çıkabiliyor.

Çünkü salı günkü yazımızda (http://www.rusencakir.com/Yine-PKK-Hizbullah-catismasi-mi/1988) da ifade ettiğimiz gibi, bölgenin iki önemli toplumsal-siyasi gücü olan PKK ile Hizbullah söz konusu olduğunda başka faktör ve aktörleri de hesaba katmak zorundayız. Daha açık söyleyecek olursak, PKK ile Hizbullah kendi aralarındaki ilişkileri (veya ilişkisizlikleri) kendi başlarına belirleme şansına geçmişte pek sahip olmadılar ve bu durum pekâlâ bugün de geçerli olabilir.

Nitekim son gerginlikte de, her iki tarafın birbirini karanlık hesap ve ilişkilere sahip olmakla; en azından, bilmeyerek de olsa birtakım karanlık odakların oyununa gelmekle suçladığını görüyoruz. Kuşkusuz bu karşılıklı ithamların ne derece doğru ya da yanlış olduğunu saptamamız, en azından şu aşamada mümkün değil. Kaldı ki böyle bir zorunluluk da yok. Eğer her iki taraf da çatışmanın yanlış olduğunu görüyor ve söylüyorsa (ki resmi açıklamalar bu yönde) kim oldukları belirsiz kişi ve odakları suçlamak yerine daha sorumlu davranıp çatışma ihtimallerinden uzak durabilir ve sözünü ettikleri çevrelerin oyunlarını boşa çıkarabilirler.

Kapanmayan defterler

Ancak bu hiç de kolay olacağa benzemiyor çünkü her iki taraf da, bir kan davası gütme iddiasını dillendirmemekle birlikte, geçmişte aralarında yaşanan son derece acımasız ve kanlı çatışma döneminin izlerinden ve etkisinden tam olarak sıyrılabilmiş değil. Dolayısıyla bugünü de büyük ölçüde geçmişin refleks ve kalıplarıyla tahlil etme yoluna gidiyorlar.

Şunu biliyoruz: Her iki taraftan da büyük kayıplara neden olan PKK-Hizbullah çatışması 1990’ların ortasında adı konmamış bir tür ateşkesle birdenbire sona erdi. O günden bu yana ülkenin dört bir tarafında iki hareket arasında irili ufaklı sürtüşmeler oldu ancak genel bir çatışma hâline asla dönülmedi. Bununla birlikte taraflar bir araya gelip geçmişin defterlerini kapatma yoluna da gitmediler. Yani Abdullah Öcalan‘ın son Newroz mektubunda Türklere yönelik dile getirdiği “helalleşme ve kucaklaşma“ Kürtlerin iki önemli hareketi arasında yaşanmadı.

Sürecin geleceği

Diyarbakır’daki son olayların tam da yeni İmralı sürecinin ivme kazandığı bir anda patlak vermesi bir dizi komplo teorisini de beraberinde getirdi. Hükümetin ilgisizliği ve polisin olayları önleme konusunda bariz bir şekilde yetersiz kalması gibi olgular da bu tür spekülasyonları güçlendirdi. Bu türden iddiaları göz ardı etsek bile bu kavganın çözüm sürecine olumsuz etki edeceği muhakkaktır. Her iki tarafın da süreç hakkında pozitif bir tutuma sahip oldukları düşünüldüğünde olup biteni anlamanın iyice zorlaştığı da açık.

Durumu daha da netleştirmek adına şu soruları sormak kaçınılmaz: Bölgenin önde gelen iki partisi BDP ile Hüda-Par, bir bakıma bindikleri dalı kesmek anlamına gelecek olan bu kavgayı neden engelleyemiyorlar? Engellemek mi istemiyorlar? Yoksa onların çabaları bile kavganın yatışması için yeterli olmuyor mu?

İşte bu hayati soruların cevabını bizzat yerinde aramak için bugün foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile Diyarbakır’da olacağız. Yarın olayın taraflarının ve tarafsız gözlemcilerin görüşlerini Vatan’da okuyabilirsiniz.

Yazının devamı...

Cevap değil soru peşinde

Reha Erdem’in, dağdaki bir PKK’lı genç kadını anlattığı son filmi “Jîn” sinema salonlarında çok fazla seyirciyle buluşmadı ancak hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Bu arada birbirinden farklı gazete, dergi, intenet sitesi, radyo ve televizyon kanalı yönetmenle söyleşiler yaptı. Bu söyleşilerin bazılarından birkaç alıntı yapmak istiyorum:

“Jîn’in de soruları var, cevapları yok. Hayal kuran, soru soran insanlar bana cazip geliyor; çünkü aramak cesaret gerektiriyor. Jîn, kaçan bir figür değil, giden, arayan bir figür. Doğru mu yapıyor bilmiyoruz ama dediğiniz gibi, yolunu yapmaya çalışıyor.” (Cumhuriyet)

“Örgütlü bir insanın filmi yapılamaz çünkü onun bütün cevapları cebinde. Bu bocalayan bir insan ve beni çeken bocalayan insanlar. Ben kendim de bocalıyorum. Her şeye cevabı olmayan insanlar bocalar. Her cevapla yetinmeyen insanlar da bocalar diye düşünüyorum.” (BBC Türkçe)

“Cevap da yok. Cevap peşinde de olmamalıyız diye düşünüyorum. Daha çok soru daha iyi yerlere getirir” (!F İstanbul sırasındaki özel gösterimin ardından izleyicilerle sohbetten.)

Hakkında özel dosya hazırlayan bir internet sitesi de başlığını “Reha Erdem: Cevabı Olmayan Adam” (http://www.bakiniz.com/reha-erdem-cevabi-olmayan-adam/) olarak atmış ki çok isabetli.

Hüsran ve arayış

Halbuki bir zamanlar tam tersiydi. Reha ile 41 yıl önce Galatasaray Lisesi’nin Ortaköy’deki binasında (şimdi üniversite) tanıştık ve o zamandan beri yollarımız hiç ayrılmadı. Daha ortaokuldayken birlikte devrimci olduk. O günlerde az soru soruyor ama sorulan bütün soruların cevabını biliyorduk. Aslında tek bir cevabımız vardı: Tek yol devrim!

Sonrası malum. Büyük bir hüsran ve hayal kırıklığı. Ardından yeni arayışlar. Artık cevaplardan çok sorularımız vardı ve liseden felsefe hocamız, sonradan dostumuz Olivier Abel bunun hiç de kötü bir şey olmadığına bizi ikna etti. İşte Reha, “A Ay”dan itibaren cevaplardan ziyade soruları öne çıkardığı filmlerle kendisine özgün bir yer açmış oldu.

Sorulardan korkmak

Dün “Yine PKK-Hizbullah çatışması mı?” başlıklı bir yazı yazdım. Çünkü Dicle Üniversitesi’nde önceki gün çıkan ve dün de devam eden olayların ardından en çok bu soru merak ediliyordu. Ne var ki bazı okurlar “ne yani, çatışma çıksın mı istiyorsunuz?” diye çıkıştı. Bu tepkinin bir benzerini ve daha sertini yeni İmralı sürecinin başlamasından sonra yazdığım ikinci yazıda yaşamıştım. Çünkü başlık “Devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?” (http://rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) idi. Yazının içinde böyle bir şeyi mümkün görmediğimi belirtmeme rağmen hükümet ve PKK’ya yakın bazı okurlar ayrı ayrı beni süreci sabote etmeye çalışmakla suçlamışlardı.

Olsun, sormaya devam.

Yazının devamı...

Yine PKK-Hizbullah çatışması mı?

Dün Dicle Üniversitesi’nde Hizbullah ile PKK’ya yakın öğrenciler arasında yaşanan olaylar ister istemez başlığa çıkardığımız soruyu da beraberinde getiriyor: Yine PKK-Hizbullah çatışması mı?

Dünkü olayları ve başlıktaki soruyu ele almadan önce geçmişe hızlı bir yolculuk yapmak isterim. 1992 yılıydı, Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordum. Zaten hep gergin olan Güneydoğu’dan alışılmışın dışında haberler geliyordu. Güvendiğim bazı kaynaklarımdan edindiğim bilgilerle PKK ile o güne kadar pek bilinmeyen Hizbullah arasında kıyasıya bir çatışmanın başladığını öğrendim ve bu haber gazetede “PKK-Hizbullah çatışması” başlığıyla manşet oldu. Haber kaynaklarımın tavsiyesine (bana Hizbullah’ın PKK’dan bile tehlikeli olduğu uyarısında bulunmuşlardı) uyarak habere imza atmamıştım.

21 yıl sonra, her ne kadar sonunda soru işareti olsa da, aynı başlıkta bir yazı yazmak garip bir duygu. Çünkü bu 21 yıl boyunca her iki hareketin de o kanlı dönemden fazlasıyla ders çıkarmış olduklarını gördüm ve tekrar benzer şeyler yaşamak istemediklerini kendilerinden dinledim. Ancak bölgenin iki önemli toplumsal-siyasi gücü olan PKK ile Hizbullah söz konusu olduğunda başka faktör ve aktörleri de hesaba katmak zorundasınız. Daha açık söyleyecek olursak, PKK ile Hizbullah kendi aralarındaki ilişkileri (veya ilişkisizlikleri) kendi başlarına belirleme şansına geçmişte pek sahip olmadılar ve bu durum pekâlâ bugün de geçerli olabilir.

Elzem sorular

Olayların neden çıktığı, nasıl geliştiği hakkında ayrıntıya girmeye gerek yok. Hele kimin haklı, kimin haksız olduğunu tartışmanın hiç anlamı yok. (Olayların video görüntülerini izleyip polisin hangi gruba nasıl davrandığını gördüğünüzde kafanızda bir şeyler şekilleniyor zaten.)

Ama şu soruları sormak elzem: Tam da yeni İmralı sürecinin ortasında, normal olarak çözümden yana olması gereken iki siyasi hareket neden çatışır ve gözlerin kendilerine çevrilmesine neden olur? Daha açacak olursak: Bu çatışma bir “kaza” sonucu mu çıktı yoksa taraflardan biri tarafından mı planlandı? Diğer bir deyişle iki siyasi hareketin merkezleri duruma müdahale edip gerilimi indirmeye mi yoksa tırmandırmaya mı yönelecekler? Çatışma tırmanırsa bundan kim ne kazanır, kim ne kaybeder?

Açıkçası Dicle Üniversitesi’ndeki kavganın bir “kaza” olduğunu düşünüyorum. Eğer Hizbullahçılar bu kavgayı önceden planlamışlarsa ve gerilimi tırmandırmak istiyorlarsa ki sanmıyorum- karşı tarafa da zarar verirler ancak en çok kendileri kaybeder.

Zorunlu yakınlaşma

Geçmişteki çatışma döneminden bu yana çok ama çok şey değişti. Hizbullah Kürt sorununa, PKK da İslam dinine karşı mesafeli tavırlarından uzun bir süre önce vazgeçti. Benzer bir şekilde Hizbullah Gaffar Okkan suikastından beri silahlı eylemlere yönelmedi, PKK ise silahlı mücadele devrinin kapandığını ilan edip silahsızlanma konusunda devletle görüşmeye başladı.

Sonuçta her iki hareketin ister istemez birbirlerine daha fazla yakınlaştıkları ortadadır. PKK’nın dini söylemlere başvurması, Hizbullah’ın Kürt sorununa sahip çıkmasıyla aralarındaki rekabetin farklı boyutlarda geliştiği de muhakkak. Ancak gelinen noktada, dün yaşanan olaylara rağmen, iki hareket arasında çatışma yerine diyalog ve işbirliğinin öne çıkmasını bekliyorum. Çünkü Hizbullah Kürt sorununun çözüm sürecinde devre dışı kalmak istemiyor. Devletin Öcalan’ı merkez alan, ama BDP ve PKK’yı da kapsayan bir süreci başlattığı bir ortamda Hizbullah’ın, enerjisini PKK ile çatışarak tüketme yerine masada bir şekilde kendisine yer edinme için harcamayı tercih etmesi anlaşılır bir şeydir.

Tabii burada çok ciddi bir soru/sorun var: Hizbullah eğer masada kendisine yer bulursa devletin mi yoksa PKK’nın mı yanında oturacak?

Yazının devamı...

Yeni komşumuzu tanıyalım

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Baltık ülkeleri gezisinin dönüş yolunda, heyette bulunan bir iş kadını okumakta olduğum kitaba bakmak için izin istedi ve daha eline alır almaz “adı rahatsız edici” dedi ama kitabı bırakmayıp merakla karıştırmaya başladı.

Bunda şaşıracak bir şey yok. Çünkü Timaş Yayınları’ndan bu yılın başında çıkan, Simla Yerlikaya imzalı bu kitabın adı “Yeni Komşumuz Kürdistan”.

“Kürdistan” adının Türkiye’de hâlâ belirgin bir rahatsızlık yarattığını ama Irak’ta bölgesel Kürt yönetiminin aynı ölçüde bir merak uyandırdığını biliyoruz. Bu merakın özellikle iş çevrelerinde daha yoğun olduğundan da haberdarız. (Bu birbiriyle çelişik olguları foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör’le hazırladığımız “Türklerin kuzeyi, Kürtlerin güneyi” adlı yazı dizimizde, özellikle dizinin ilk bölümünde (http://www.rusencakir.com/Ilk-izlenimler-Irak-Kurdistanindaki-Turkiye-realitesi/1928 ) ele almıştık.)

2011 yılının ekim ayından beri TRT Türk’ün Erbil temsilciliğini yapan Simla Yerlikaya da kitabını bu iki ana izlek, yani Irak Kürdistanı’ndan duyulan, büyük ölçüde önyargılardan kaynaklanan rahatsızlık ve yanıbaşımızda şekillenen yepyeni bir devlete yönelik merak üzerine inşa etmiş. Yazar bir yandan, kısa zamanda büyük dönüşümlere sahne olan bu bölgedeki (henüz ülke olarak tanımlayamıyoruz ama yakın gelecekte pekâlâ mümkün) çelişki ve sorunları, iktidar kavgalarını olabildiğince objektif bir şekilde anlatır ve merakımızı büyük ölçüde giderirken, diğer yandan Kürdistan’a yönelik rahatsızlıklara karşı yer yer sübjektif bir dile başvuruyor. Ki bunda bir sorun görmüyorum çünkü onun evrensel insan hakları üzerine inşa ettiği bu pozisyonun son derece isabetli olduğunu düşünüyorum.

Zengin ama yoksul: Kerkük

Kitapta en çok, yazarın hemcinslerinin dertleriyle dertlendiği Kürdistan’da kadın sorunu üzerine olan bölümden ve yazarın Kerkük ve Musul üzerine gözlemlerinden etkilendim. Malum Kerkük uzun süredir Irak’ın en kırılgan, bu yüzden de en gergin ve kanlı illerinin başında geliyor. Hem Kürtler, hem Araplar, hem de Türkmenler Kerkük’ün gerçek sahibinin kendileri olduğu iddiasındalar. Petrol kaynakları açısından belki de dünyanın en zengin şehri olan Kerkük’ün yaşam standartları açısından yine dünyanın en yoksul şehirlerinden birisi olmasının doğurduğu çelişkiden kaynaklanan öfkeyle Yerlikaya Kerkük’ü anlatmaya şöyle başlıyor: “Ezilenler, hakkı yenenler bir millettir bu dünyada. Bizi başka milletlere, boylara, sınırlara bölenlerin esas amacı bu gerçeğin üstünü örtmektir. Onlar, ezilenleri böler ve böylece zalim idarelerini daha rahat sürdürürler. Zalimlerin masa başında aldığı kararlar nasıl oluyor da ‘kader’ diye insanlara satılıyor? Daha da önemlisi bizler bunu nasıl ‘kader‘ olarak kabul edebiliyoruz?”

Zor bir soru. Cevabını bildiğimiz ama kolay kolay dillendiremedğimiz bir soru.

Yazının devamı...

Gül’ün imparatorluk mesajı dışarıya değil içeriye

Bilindiği gibi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Baltık gezisinin ilk ayağı olan Letonya’nın başkenti Riga’da beraberindeki gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında çok önemli mesajlar vermişti. Şahsen bunların arasında en çok “İmparatorluk refleksi ve özgüveniyle hareket etmeliyiz” sözlerini önemsedim ve yazımın başlığına da bunu çıkardım. Nitekim Gül’ün bu sözleri kamuoyunda belli bir ilgi uyandırdı ve tartışmalara yol açtı.

Reel politikacı

Dün gezinin ikinci ayağı olan Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenen basın toplantısında kendisine, sözlerinin daha önce başlamış olan “yeni Osmanlılık” tartışmalarıyla birlikte değerlendirilmesi hakkında ne düşündüğünü sorduğumda Cumhurbaşkanı çok açık ve altı çizili mesajlar verdi. Öncelikle “Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir, kesinlikle kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Bunun dışında, başka ülkelere politika empoze edemeyiz. Şunu çok iyi bilir ve dikkat ederim: Her ülkenin bir gururu vardır. Hele eskiden birlikte yaşadığımız komşu ülkeler hakkında konuşurken daha fazla dikkat göstermeliyiz. Çünkü alınganlık gösterebilirler.”

“Ben reel politikayı bilen, gören ve buna dikkat gösteren biriyim” diyen Cumhurbaşkanı Gül, “imparatorluk refleksi ve özgüveni” gösterilmesi çağrısının kesinlikle dış politikayla ilgisinin olmadığını, amacının özellikle Kürt meselesi bağlamında içeriye hitap etmek olduğunu vurguladı ve şöyle konuştu: “Üniter yapımız içinde özgüvenimiz olması lazım. Farklılıkları bir tehdit olarak görüp karşımıza almak yerine bir zenginlik olarak kabul edip sahiplenmemiz lazım. Bu açıdan bakıldığında yerel yönetimlere daha fazla yetki vermemiz gerekiyor.”

İki tarz-ı siyaset

Gül’ün imparatorluk göndermesini dış değil iç politika açısından öne çıkarmasının hayli dikkat çekici ve önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü açıkça kabul etmiyor olabilirler ama ülkeyi yönetenlerin bir bölümü “yeni Osmanlı” olarak tanımlanabilecek bir projenin gerçekleşebileceğine inanıyor ve buna bağlı olarak reelpolitiğin sınırlarını, kimi zaman Türkiye’nin çıkarlarını tehlikeye atacak şekilde zorluyorlar. Bu kişilerin Türkiye’nin Kürt sorununa da iç barışı ve kardeşliği tesis etmekten ziyade ülkenin bölgesel güç olma iddiasını güçlendirme bağlamında yaklaştıklarını da biliyor, görüyoruz. Halbuki Kürt sorununun çözümü, hiçbir “ulvi” amaç için araçsallaştırılamayacak ölçüde, kendi başına çok ciddi ve ulvi bir amaçtır veya böyle olmak durumundadır.

Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini, Türkiye içindeki farklılıkların bir arada, kardeşçe yaşaması perspektifiyle referans göstermesini, bu türden dış politikadaki maceracı yaklaşımları dengeleme arayışı olarak da görmek mümkün. Buradan devlet içinde çok temel konularda en azından iki farklı siyaset tarzı bulunduğu sonucuna da kolaylıkla varabiliriz.

Yazının devamı...

Gül: İmparatorluk refleksi ile hareket etmeliyiz

Cumhurbaşkanı Gül, vatandaşlık tanımı için Osmanlı ve Selçuklu imparatorluklarını hatırlattı “Ama bu imparatorluklar, ‘vatandaşların hepsi Türktür’ diye bir şey dayatmamış” dedi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Baltık ziyaretinin ilk ayağı olan Letonya’nın başkenti Riga’da beraberindeki gazetecilere konuştu ve yeni anayasadan çözüm sürecine birçok temel konuda önemli mesajlar verdi.

Cumhurbaşkanı “Anayasa için yıl sonu beklentisi vardı. Uzatma süresi de bitti? Anayasa ne olacak?” sorusu üzerine Biraz tıkanma gördüğünü söyledi ve Gül, “Sonuç olarak önemli bir fırsat söz konusu, kaçmaması lazım” dedi.

Gül şöyle devam etti: “Türkiye başka önemli meselelerle de uğraşıyor. Bu esnada gelişmiş Batı ülkelerinin standartlarına uygun bir anayasayı kendi iradesiyle kendi partilerinin inisiyatifiyle yaparsa bu çok iyi olur. Tutarlı bir şekilde başından bu yana bunu savunmuşumdur.

Kendi irademiz ve kendi inisiyatifimiz.. Bu Kürt meselesi çerçevesi için de geçerli, başka konular için de. Nelerin yapılabileceğini hepimiz görürüz. Daha önce de demokrasimiz eksikti. Parlamenter sistem içerisinde bir sürü yanlışlar vardı. Bunları adım adım düzelttik, düzelttik ama sistematiği kalmadı darmadağınık bir anayasa oldu.



“Bunu yapmak lazım”

Bir tarafta çok detaylar var, bazı yerlerde genellemeler var. Artık Türkiye’nin gelişmişliğine, iş dünyası, üniversiteler ve basınıyla bu kadar açık bir toplum haline gelmiş olmasına denk bir anayasaya ihtiyacımız var. Yazılı metinlerimiz neden bunların gerisinde kalsın? Onlar geride kaldıkça onları çiğneyerek geçiyoruz. Bu nedenle Türkiye’nin stratejik tercihi belli: Gelişmiş Batı demokrasileri gibi olmak. Venedik Komisyonunun üyesiyiz. AB ile tam üyelik müzakereleri yapan bir ülkeyiz. Yani birilerinin bizi zorlaması, etmesi türünden şeyler insana hüzün veriyor açıkçası. Biz niye kendi inisiyatifimizle, kendi aklımızla büyük bir özgüven içinde anayasa yapmayalım ki? Temel meselelerde ayrılık pek yok aslında. Bunu yapmak lazım.”

‘İlk defa bu kadar aleni bir durum var’

- Komisyon süresi uzayabilir mi?

Gül: Süre uzatılabilir de, eğer tabii ki böyle bir irade herkeste gözükürse o zaman muhakkak ki süre önemli değil, bir ay sonra olmuş önce olmuş. Ama bu fırsatı kaçırmamak lazım. Bakın Türkiye çok büyük bir meselesi ile uğraşıyor. İlk defa bu kadar büyük bir meselesiyle bu kadar aleni uğraşıyor. Daha önce de hep uğraşıldı. Ta Cumhuriyet’in başından bu yana.. 1999 dan bu yana 7-8 kez ateşkesler vs. olmuş. O zamandan beri de çeşitli metotlarla görüşmeler yapılmış. İlk defa bir görüşme yapılmıyor. 1999’da da yapılmış sonra da yapılmış.

Bunlar hep olan şeyler. İlk defa bu kadar aleni, bu kadar açık seçik herkesin içine girdiği bir durum var. Olağanüstülüğü buradan geliyor. Tenkit edilir edilmez, mahsurları vs. Bunlar ayrı mevzu, ilk defa kiminle mücadele ediyorsan onu muhatap almışsın. Siyasi temsilciler işin içine girmiş. Mektuplar gelmiş gitmiş. Bu kadar aleni.

Parantez içinde söylemek isterim. 2010’da, Habur’da insanlar silahlarını bırakıp Türkiye’ye gelirken yer gök oynatıldı. Basını düşünün. Hükümetin cesareti de tabii kırıldı. Şimdi bakıyorsunuz “insanlar dışarı gitsin” deniyor ama kimse itiraz etmiyor. Tam da böyle bir hava varken bu işleri tamamlamak lazım. Aklıselimle, bilgiyle hareket etmek gerekir. Hiçbir pazarlığa girmeden, onun bunun, içeriden dışarıdan kimsenin bir şey demesine gerek kalmadan, Türkiye’nin siyasetçilerinin olgunluğuyla büyük bir özgüvenle bunu yapabiliriz.

Tamamen bitirilmeli

“Çözüm sürecinde bu işin tamamen bitirilmesi hedeflenmeli. Yoksa Türkiye’den dışarı çıkıp orada güç halinde durmaları değil. Suriye’ de, İran’da veya Irak’ta dururlar ama konjonktürler hep değişir. Böyle durduğu sürece de ya kendi içinden bölünür, kışkırtılır ya da Türkiye ile çıkar çatışması içinde olan ülkeler tarafından kullanılırlar. Her zaman kırılgan bir durum söz konusu olur.

Dolayısıyla onlar da bunu görmeli. Her şeyin bu kadar aleni, açık seçik yapıldığı ortamı olağanüstü takdir etmeleri lazım. Hükümetin cesareti takdir edilmeli. Öyle çeşitli şartlar sunmak filan... Bunlar küçük şeyler. Hiç kimse nihai niyeti çözüm olmadan bu işlere girmez.”

Kendimize dar elbiseler giydirmeyelim

- Tartışmaların vatandaşlık üzerinde yoğunlaştığı görülüyor...

Gül: Bunun aşılabileceği kanaatindeyim. Birçok çalışma yapılmış. Benimde elimde bir çalışma var. 49 tane gelişmiş ülkenin anayasaları karşılaştırılmış. Baktığınızda büyük bir kısmında vatandaşlık tarifi yok. Olmazsa olmaz şart değil. Bu 49 ülkenin bazıları kanuna bırakmışlar, bazılarında farklı şekilde tarif edilmiş. Nihayetinde tabii bir anayasa halkın çoğunluğu tarafından da kabul edileceği için bunları da dikkate almak gerekir. Halka da dayatamazsınız. Formül bir şekilde bulunabilir kanaatindeyim.

Osmanlı İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu tarihte Türk devletleri olarak bilinir. Ama bu imparatorluklar, “vatandaşların hepsi Türktür” diye bir dayatmamış. Ama bunların hepsi Türklerin önderlik ettiği büyük devletler olarak tarihe geçmiştir.

Biz bugün imparatorluk değiliz. Üniter bir devletiz. Ama biz imparatorluk refleksi ve özgüveni ile hareket edebiliriz, buna inanıyorum, başından bu yana da söylüyorum. Böyle hareket edersek birçok sorunu aşarız. Başka ülkenin toprağında gözüm yok. Ama biz imparatorluk bakiyesiyiz. Kendimizi dar elbiselere sokmayalım. Biz Türkiye sınırları içindeyiz. Ama imparatorlukmuş gibi esnek ve özgüven içinde hareket etmemiz halinde, inanın ki birçok sorunun çok suni olduğunu görürüz. Böyle bir Türkiye de çok güçlü olur. Onun için dar yazılımlardan ziyade daha büyük anlamlara bakmak gerekir.

- Cumhurbaşkanlığı seçim sistemi değişti. Seçim düzenine göre yeniden tanımlanma yapılmalı mı?

Gül: Tabii Türkiye kendi sistemini tespit etmeli. Parlamenter mi başkanlık mı? Parlamenter sistem ise bugünkü cumhurbaşkanlığı yetkileri fazladır, daha önce de söyledim. Başka sisteme geçilecekse o sistemin gerekleri yapılmalı. Onun da kendi içindeki tutarlığa bakmak lazım. Gereklerine bakmak gerekir.



Kıymetinin bilinmesi gerekir

Çözüm sürecine ilişkin çalışmaların ilk kez bu kadar açık seçik yapıldığının altını çizen Cumhurbaşkanı, bu sürecin kıymetinin bilinmesi gerektiğini söylüyor.

- Habur’dan bahsederken hayıflanıyordunuz. Hata mı vardı?

Gül: Bu işler, toplumun, herkesin, yapıcı yaklaşmasıyla olur. Başta da basın gelir. Yazarları kastetmiyorum sadece. Onlar konjonktürün ötesinde değerlendiriyorlar yazılarını. Ama bir de gazetelerin manşetleri, yazı işleri var. Buna birazcık açıkçası işaret etmek istedim. O tarihte silahlarını bırakıp dağdan geliyorlardı. Maksat oraları boşaltmaktı.

Dağdaki insanlar, silahını bırakıp da normal hayata geçmezlerse 3-5 sene sonra tekrar başlarlar ve çok daha kötü olur, açık söyleyeyim. Biz devlet olarak yılmayız. Ama o şey sürer. Ben buradaki riski şurada görüyorum: Çevremizde olup bitenler var. Bu tip örgütler bölünür vs. Hepsi Türkiye vatandaşı değil. İçlerinde başka ülkelerin kolları var. Dolayısıyla onlar açısından da çok acı olur tekrar. Onun için bu iş madem ilk defa bu kadar aleni ve bu kadar açık seçik bir muhataplık içinde oluyor, kıymeti bilinmesi lazım.

‘Neler neler çektik’

Nihai aşamayı birinci aşama gibi düşünüp, bu silahlardan tamamen vazgeçilecek ve böyle bir mücadele bitecek. Gelinecek Türkiye içinde herkes ne ise.. İşin teknik şeylerine girmek istemiyorum. Bunlar ayrı konular. Siyasi irade bu noktaya geldikten sonra öbürleri ayrı şeyler.

Bir memlekette yanlışlıkta ısrar ediliyorsa karşı tarafa güç veriyorsunuz demektir. Şöyle bir geçmişe bakalım: Yeri gelmiş yasak olmuş, yeri gelmiş OHAL olmuş. Sadece Diyarbakır hapishanelerinde olmadı, Kayseri hapishanesinde de oldu. Benim kardeşim kaç ay yattı. Çektiği işkenceleri biliyorum. Kayınpederi neler neler çekti. Türkiye’de yanlışlık her yerde olmuştur. “Ben Türk değil Kürt’üm, bu toprağım insanıyım” diyen insanlara zorla “Yok sen ille de Türksün” dedirtmişiz. Bunlar bizim yanlışlarımız. Bunu yaptığımız için güç verdik, enerji verdik. Bugün özgüven içinde bunları halletmemiz lazım. Bu anayasa çalışmaları bir fırsat.

Her dakika önemli

Böyle olağanüstü bir dönem. Ülkenin geleceği açısından çok önemli. Bugünkü anayasa bile, isterseniz hiçbir değişiklik yapmayın, Türkiye’de ki tüm kültürleri korumamızı emrediyor.

Yerel yönetimler konusunda da biraz daha ademi merkeziyetçiliğe önem veriyoruz. Düne kadar köy yolunu Ankara’ dan yaptırıyorduk. Onun için bir çok iş olmadı. Bütün bunları dağıttık, ettik. Burada da gayet açık AB yerel yönetimler şartı var. Biz ona bazı şerhler koymuşuz onları kaldırmak lazım. Aslında fiilen kaldırmışız. Belediyelerin hepsini kardeş şehri var. Belediyeler yüksek mahkemeye gidebilir diyor biz yapıyoruz işte. Şerhleri zaten delmişiz. Bütün bunlar üniter yapı içerisinde olan şeyler. Belediyelere daha çok yetki vermeniz lazım.

- Tekrar çözüm sürecine dönecek olursak...

Gül: Her şey kritik bir döneme geldi rastladı. Her dakika önemli, her söz özlü olmalı. Siyasi partiler işin içine sokulursa, ne kadar çok sorulursa o kadar da kolay olur. İnsanlar “katkım yoksa karşı dururum” der, siyasetin doğası bu.

‘Empozeye direnecek kardeşim’

- Tam da böyle bir dönemde Hasan Cemal’in yazamamasına ne diyorsunuz?

Gül: Bu konularda kendi düşüncelerini rahatlıkla yazan insanları her zaman takdir etmişimdir. Ona karşı yapılan çok büyük ayıptır. Fikirlerini tutarsınız, tutmazsınız ayrı. Gazetesinin tutumunu kastediyorum. Varsa bir empoze, gazetesi direnecek kardeşim.

Başbakan da “Bizden bir şey yok” dedi. Bir yazarın her şeyini tasvip edeceksiniz diye bir şey yok. Aşırı bulduğum fikirleri de var. Ama samimiyetle düşüncelerini yazan, bu konuda en çok emek harcayan insanlardan birisi.

‘Gösteriş için davet etmem’

- Anayasa bağlamında liderler zirvesi düşünüyor musunuz?

Gül: Doğrusu düşünmüyorum. Anayasal görevim devlet organları arasındaki uyumu sağlamak. Ama siyasi liderle ilgili ortam olursa hep yapmışımdır. Bugün öyle bir şey görmediğim için açıkçası gösteriş içinde davet edecek halim yok. Ama tek tek görüştüğümde bu görüşlerimi güçlü şekilde söylüyorum.

Yazının devamı...

Kürtlerin sistemin merkezine yolculuğu

Dünden devam edelim. “Barış mı demokrasiden, demokrasi mi barıştan...” başlıklı yazımızın son bölümünde ülkeyi 11 yıldır tek başına yöneten, her iki seçmenden birinin oyuna ulaşan AKP’nin (ve onun lideri Erdoğan’ın) karşısındaki en (belki de tek) etkili muhalefet olan Kürt siyasi hareketiyle işbirliğine gitmesi durumunda Türkiye’deki siyasi dengelerin tepeden tırnağa değişeceğini ileri sürmüştük.

“Çünkü”sünü açmak bugüne kaldı. Evet, AKP ile Kürt siyasi hareketinin rekabeti bırakıp ittifak oluşturması ülkemizde birçok şeyin kökten değişmesine yol açacaktır çünkü her iki hareket esas güçlerini, sistemin yıllarca dışladığı iki önemli toplumsal kesimden, Sünni dindarlar ve Kürtlerden alıyor.

Daha önce MSP, RP ve kısmen ANAP üzerinden yaşanan dindarların sistemin merkezine taşınması AKP eliyle büyük ölçüde tamamlanmış oldu. Ancak Kürtlerin büyük ölçüde sistemin dışında kalma hâlleri devam ediyor. Başbakan Erdoğan’ın “İslam kardeşliği“ ve “hizmet“ üzerinden Kürtlerin talep ve beklentilerini yumuşatıp geçiştirme stratejisiyse tıkandı, hatta iflas etti. Yeni İmralı süreci tam da bu noktada, yani Kürtlerin taleplerinin gerçekleşmesinin daha fazla ertelenemeyeceğinin, aksi takdirde Türkiye’yi bir yıkımın beklediğinin ve yıkıntının altında AKP ve onun temsil ettiği kesimlerin de kalacağının anlaşılmasıyla başlatıldı.

Öcalan’ın vizyonu

Dolayısıyla Abdullah Öcalan‘ın Newroz’da okunan mektubunda çizdiği, Türkler ve Kürtlerin yeni bir Türkiye, hatta Orta Doğu inşa etme perspektifinin ayaklarının büyük ölçüde yere bastığını söyleyebiliriz. Lakin hükümetin (ve Erdoğan’ın) süreç boyunca bugüne kadar sergilediği performansla Öcalan’ın vizyonunun herhangi bir şekilde örtüştüğü söylenemez. Erdoğan, PKK’nın silahlı güçleri ülke dışına çıkana, hatta PKK tümüyle silah bırakana kadar sürecin politik yönünü tartışmaya pek yanaşmıyor. Bu aşamalar yaşandıktan sonra nelerin konuşulacağı konusunda da pek renk vermiyor.

Erdoğan’ın “çözüm“den esas olarak Kürt sorununu değil de PKK sorununu kastediyor olmasının (veya öyle bir izlenim bırakmayı tercih etmesinin) bu sürecin en ciddi handikaplarından biri olduğu açıktır. Nitekim sürece karşı olanların dillerinde en çok “PKK ne alıyor ki silah bırakacak?” sorusu var. Bir de tabii, açık veya örtülü bir şekilde Öcalan’ın devlet tarafından kandırıldığı ya da kendi kişisel çıkarları için siyasi taleplerden vazgeçtiği yolundaki rivayetler.

Kullanıp atmak mümkün mü?

Sürecin başladığının anlaşılmasından hemen sonra yazdığım “Devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?”(http://www.rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) başlıklı analizde, Öcalan’ın süreçle ilgili ilk açıklamasının ardından devlet tarafından kullanılmasının mümkün olmadığının anlaşılacağını ileri sürmüştüm. Nitekim İmralı tutanakları onun ne kadar kendinden emin ve özgüvenli olduğunu gösterdi; keza Newroz’da okunan mektubu da.

Sonuç olarak, eğer hükümet yeni İmralı sürecini, Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmek yerine PKK sorununu şu ya da bu şekilde bir süre daha ötelemek için başlatmışsa çok büyük bir hüsranla karşılaşması mukadderdir. Çünkü 1999’da örneğini gördüğümüz gibi, bugün silahlı güçlerini sınır dışına çekecek olan PKK yarın onları tekrar geri yollayabilir; PKK şu ya da bu şekilde ortadan kalksa bile bir süre sonra yerini başka bir örgüt alabilir; silah tamamen devreden çıksa bile Kürtler sivil itaatsizlik başta olmak üzere yasal yollarla siyasi iktidarları rahatsız etmeyi sürdürür.

Özetle: Kürtlerin azla yetinme devri kapanalı çok oldu. Çözüm ancak onların da sistemin merkezine taşınmasıyla mümkün.

Yazının devamı...

Barış mı demokrasiden demokrasi mi barıştan...

Yeni İmralı sürecinin başlaması ve PKK ile Kürt sorunlarının çözüm ihtimalinin ciddi bir şekilde belirmesiyle birlikte yeni bir tartışma gündemimize girdi: Barış mı demokrasiden yoksa demokrasi mi barıştan türer? Bu sorunun “demokrasi olmadan gelecek olan barışın anlamı olur mu?” ve “barış getiriyoruz diye demokrasiyi tamamen rafa kaldırıp otoriter bir rejim mi kuracaklar?” gibi değişik versiyonları da mevcut.

Kaygı gerekçeleri

Barış-demokrasi ilişkisine kaygıyla yaklaşanların bir dizi gerekçesi var. Bunlardan bazılarını, kaygı sahiplerinin ağzından şöyle sıralayabiliriz:

1) “Zaten ülke yönetiminde neredeyse “tek adam” olan Başbakan Erdoğan başkanlık sistemi getirerek otoritesini pekiştirmek istiyor, bunun için de Kürt siyasi hareketiyle işbirliği arıyor;”

2) “Milliyet Gazetesi’nin yayınladığı İmralı tutanaklarında da Abdullah Öcalan’ın Erdoğan ile başkanlık sistemi konusunda işbirliğine sıcak baktığı görülüyor;”

3) “Her ne kadar adına ‘barış süreci’ denilse de Erdoğan otoriter dilini aynen koruyor;”

4) “Süreç hiç şeffaf ilerlemiyor. Basının süreci özgür bir şekilde takip etmesine, son İmralı tutanakları yayını ve Hasan Cemal olayında görüldüğü gibi izin verilmiyor...”

Yarım yamalak demokrasi

Daha da uzatmak mümkün ama burada keselim. Yukarıda sıraladığımız ve bu yazıda yer veremediğimiz diğer kaygı gerekçelerinin tümünde belli haklılık payları bulunmakla birlikte, demokrasiyi savunmak adına yeni İmralı sürecine ihtiyatla yaklaşmanın, daha ileri gidip onunla araya mesafe koymanın, hele karşısında yer almanın doğru olmadığı kanısındayım.

Neden diye sorulacak olursa, öncelikle, daha önce de yazmış olduğum gibi (http://www.rusencakir.com/Devlet-bu-son-sansi-kullanabilecek-mi/1965) Erdoğan’ın bu süreci başkanlık hayallerini gerçekleştirmek için gönüllü olarak değil, ülkenin bölünmesi ihtimalinin önüne geçmek için mecburen başlattığına inanıyorum.

İkinci olarak, başlıktaki sorunun abes olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir ülkede ister “düşük”, ister “yüksek yoğunluklu” olsun, eğer bir tür savaş hâli yaşanıyorsa orada demokrasiyi tam olarak oturtmak mümkün olamıyor. Bunun en bariz örneği Türkiye’dir.

Yıllarca yaşadığımız, tanık olduğumuz, yüz binler, hatta milyonlarca kişinin değişik ölçülerde mağdur olduğu anti-demokratik uygulamaların özünde bir şekilde “terörle mücadele” iddiası vardır. Dolayısıyla, eğer Türkiye’ye barış gelmezse, PKK silahsızlanmazsa bizler yarım yamalak demokrasiyle idare etmek zorunda kalacağız demektir. Kuşkusuz, barış ortamının sağlanması otomatik olarak demokrasinin mükemmelliyet kazanacağı anlamına gelmez, lakin, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin en önde gelen bahanesinin ortadan kalkmasıyla demokrasinin önünün iyice açılacağı da muhakkaktır.

Muhalefet boşluğu

Öte yandan bazı çevrelerin sürece kuşkuyla bakmasının gerisinde pek dile getirilmeyen iç içe geçmiş iki gerekçenin daha bulunduğu kanısındayım. Bunlardan ilki, ülkeyi 11 yıldır tek başına yöneten, her iki seçmenden birinin oyuna ulaşan AKP’ye (ve onun lideri Erdoğan’a) karşı en (belki de tek) etkili muhalefet Kürt siyasi hareketinden geliyordu. Bu hareketin siyasi iktidarla rekabet ve çatışma yerine müzakere ve işbirliğine girmesi Türkiye’deki siyasi dengeleri tepeden tırnağa değiştirip muazzam bir muhalefet boşluğu yaratabilir.

İkinci olarak, Kürt hareketi tarafından rahatsız edilmeyen bir AKP ve Erdoğan, PKK ve Kürt sorunlarını çözme yolunda ciddi adımlar atılması hâlinde çok daha güçlenecektir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.