Şampiy10
Magazin
Gündem

Öcalan ‘Şivan’ı rahat bırakın’ diye açıklama yapsın

Sürgündeki Kürt sanatçı Şivan Perwer Kürt çevrelerinden kendisine yöneltilen ithamlardan rahatsız. Perwer, “Öcalan Kandil’e mektup gönderiyor, Newroz’a mesaj yolluyorsa, bir mesaj daha çıkarsın ve desin ki Şivan’ı rahat bırakın!” diyor.

Bugün Kandil’de yapılması söz konusu olan PKK’nın geri çekilmeyle ilgili basın toplantısını beklerken Erbil’de, yıllardır Türkiye’ye dön(e)meyen Kürt sanatçı Şivan Perwer ile buluşup söyleştik. Hükümetin ülkeye dönme çağrısı yaptığı Perwer son derece açık ve samimi konuştu, mesajlarını lafı hiç dolandırmadan verdi:

- Anladığım kadarıyla sizin dönmenizi istemeyen yok...

Perwer: Yıllardır beni dinleyen, şarkılarımı seven halk elbette ister. Elbette ben de isterim. Fakat ortada herkesi ilgilendiren, düşündüren, herkese sıkıntı veren bir sorun var. Bu ister istemez bize de bulaşıyor. Ülkenin dışında olsak bile her zaman etkilenmişiz. Bir ülkenin sahip olduğu farklılıkları iyi bir sistemle yerine oturtması, farklılıklara saygı ve sevgiyle bakılması, bunun bir kültür haline getirilmesi gerekiyor. Çok uğraşmak gerekiyor çünkü çok bunaltı ve bulantı var Ortadoğu’da. Öyle ki hepimiz bocalıyoruz, hangi yolu seçeceğimizi bilemiyoruz.

- “Türkün ve Kürdün sanatçıları bu potansiyelden uzak kaldı”
diyorsunuz...


Perwer: Uzak bıraktırıldı. Hâlâ her iki tarafta da sanatçı engelleniyor ve cezalandırılıyor. Sanatçılar daha çok kendilerine güvenip karar verici adımlar atabilselerdi bu süreçte etkili olabilirlerdi.

- Tam da bu noktada Sezen Aksu ile ortak bir konser vermeniz önerisi ortaya atılıyor...

Perwer: Kim yapacak peki bunu? Diyelim ki Sezen Hanım da, biz de evet dedik. Sezen yıllarını sanata vermiş, bunu halkına mal etmiş iyi bir sanatçıdır. Ben de halkımla bütünleşmiş durumdayım. Kürtlerin sevgisiyle her yerde karşılaşıyorum. Fakat hâlâ siyasiler karar sahibi.

- Sivil birileri yapamaz mı?

Perwer: Keşke yapabilseler, ben her şeye hazırım. Maalesef bu tür sivil organizasyon oluşmadı daha.

- Arınç’la çok samimi bir buluşmanız oldu. Hükümetten hakkınızda hep olumlu mesajlar var. Ama siz dönme konusunda çok tereddütlüsünüz. Bir şeylerin yanlış anlaşılmasından mı çekiniyorsunuz?

Perwer: Bunların hepsi iyi güzel ama ortada bir sorun var, Kürt meselesi var ve ben de ondan ayrı değilim. Türkiye’nin yıllardır acı çekmesine yol açan bu sorun sadece Şivan Perwer ile, ya da Şivan’ı sevmekle çözülmez ki! Orada bir halk var. İnsanların onun yüzünden hapse girdiği, dışlandığı, gurbette kaldığı, öldüğü bir sorun var. Şivan Perwer sadece kendi türkülerinden dolayı kaçmadı ki! Şivan Perwer “Kürdistan” dedi, “özgürlük” dedi, “doğruluk” dedi. “Biz halkız, herkes gibi haklarımız var. Niye gururumuz bu kadar inciniyor? Niye bu kadar inkar edilmek isteniyoruz? Niye dağlarımızda hâlâ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazıyor?” diye sordu. Devlet beni kucaklamıyorsa, beni ve sahip olduğum değerleri koruyamıyorsa ben o devleti nasıl severim ki?

- Devlet tarafından kullanılmaktan mı endişe ediyorsunuz?

Perwer: Beni seviyorlarsa teşekkür ediyorum. Sevgi güzel, hoş bir şey. Hükümet de dönmemi istiyor. İyi ama benim Kürdüm ne olacak? Devlet önce Kürtlerle otursun, benimle değil. Hükümetin zorluklarını anlıyorum. Erdoğan’ın, Gül’ün, Arınç’ın kaygılarını çok iyi anlıyorum. Çünkü onlar da sürekli saldırıya uğruyorlar. Mesela Bahçeli’yi her dinlediğimde “Allah Erdoğan ve arkadaşlarına güç ve sabır versin” diyorum. Bu sorunu çözmek için büyük sabır ve enerjiye ihtiyaç var. Türklere hep yanlış şeyler öğretildi. Halbuki bu topraklarda herkesin yaşama hakkı vardır. Ne olur Türklük adına Kürtlere zulmetmeyin! Sayın Arınç ile çok güzel bir sohbetimiz oldu. Beni eleştiren hiçbir şey söylemedi. “Sana hiçbir şey diyemeyiz, sonuna kadar konuşmaya hakkın var” dedi. Uzun, her iki tarafın da memnun olduğu bir sohbet oldu. Hatta Gül ve Erdoğan ile de görüşmek istedik. Ama sonra sanki ben Kürtlere ihanet etmişim gibi bir imaj yaratmaya çalıştılar. Herkesle konuşulur, siyasetçilerle, devleti yönetenlerle de konuşulur. Birlikte yaşadığımız bu halkla bir araya gelmeliyiz. İstanbul da, Diyarbakır da hem Türkün, hem Kürdündür. Türkün Van’da, Kürdün İstanbul’da yaşamaya hakkı vardır. Eğer demokratik, vicdanlı, toleranslı, merhametli düşünen bir sistem ve böyle düşünen bir toplum istiyorsak birbirimizle görüşmeliyiz.

- Süreçle birlikte diller de değişiyor. Mesela Öcalan’ın son mesajı ortada. Bu hellalleşme Kürtler arasında da yaşanacak mı?

Perwer: Size çok önemli bir şey söyleyeceğim. Kimseye söylemedim şu ana kadar ama bunu muhakkak manşete çıkarın: Nasıl ki Öcalan Kandil’e mektup gönderiyor, Newroz’a mesaj yolluyorsa, bir mesaj daha çıkarsın ve desin ki “Şivan’ı rahat bırakın!” Bunu beklerim Öcalan’dan. Öcalan bunu dedi mi her şey güzelleşecek, düzelecek, geri dönüşüm de çok kolay olacak. Gerçekten, budur yani.

Perwer “Dinleyicileriniz de sizi hain olarak görüyor mu?” sorusu üzerine “Tabii ki hayır. “Yıllardır seni dinledik. Şarkıların ortada. Neren hain?” diye soruyorlar. İçlerinde, bana yönelik bu ithamlar nedeniyle ağlayanlar bile oldu” diyor.



‘Sanatçılar da bu sürece dahil olmalı’

- Bu süreçte zihniyetlerin de değişmesi söz konusu. Ne diyorsunuz Türkiye bu sorunu çözebilir mi?

Perwer: Tabii ki çözer. Ama soruna biraz tarihten bakacak olursak, Kürtlerde köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplumlardan hepsinden parçalar olduğunu, karmaşık bir yapının bulunduğunu görüyoruz. Mesela Kürtlerde sanat çok güçlü, fakat sanatın gücünün hayata geçirilmesinin önünü açmamış, tam tersi kapatmışlar. Ağalar çıkmış, “Benim dengbejim var, gerisine gerek yok” demiş. Siyasi partiler çıkmış “Sanatçı benim partime tabi olmazsa bir şey yapamaz, aç kalır” demişler. Yani Kürtlerde sanatçının açık, berrak, derin bir bilgiye sahip olmasını engellemişler. Bu yüzden sanatçı ya kendini bir yerlere yamamaya çalışmış ya da çıkılmaz bir engele takılmış. Türklerde belli oranlarda burjuvazi çıkmış ama Türk sanatçılar yönünü Batı’ya dönüp orayla bütünleşmeye çalışmış. Kendi gerçeklerine yönelemedikleri için de bağnaz bir tutum içinde kalmışlar. Şu anda böyle bir meselenin daha güçlenmesi, daha kabul edilebilir hale gelmesi ve resmi bir hal alması için sanatçıların dahil olması gerekiyordu. Sanatçılar halkın dili, beyni, hisleri, düşünceleri, her şeyidir. Mesela Güney Afrika konusunda Bob Geldof ve arkadaşlarının yaptıkları konserler, meselenin çözümünde etkili oldu.

Yazının devamı...

‘AKP ile anlaşmış değiliz, sadece yöntem değiştiriyoruz’

PKK yöneticilerinden Kalkan iktidar karşısındaki üsluplarının değişmesinin siyasetin gereği olduğunu söylüyor ama ardından da ekliyor: “Mücadeleden vazgeçmiş de değiliz”

Pazar günü, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Duhok şehrinin Amedi bölgesindeki bir PKK üssünde, KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan ve PKK’nın en üst düzey kadın yöneticilerinden, YJA Star adı silahlı kadın birliklerinin başındaki Delal Amed ile yaptığımız görüşmede Hizbullah ile ilişkiler, İran’ın sürece bakışı gibi konuları da konuştuk:

- Suriye’den katılan güçlerin, oradaki savaşa katılmak için kendi ülkelerine döndükleri doğru mu?

Delal Amed : Çok Suriyeli arkadaşımız var ama öyle bir şey yok.

Kalkan : Bazıları gitti tabii. Öyle örgüt ayırıp göndermiş değil. Olaylar başlamadan önce orda çalışıyorlardı. Hareketten etkilenen, önderlik çizgisiyle hareket eden bir oluşum orda vardı zaten ama silahlı güç yoktu. Fakat çatışma patlak verince bazıları kendileri gittiler, bazıları da güvenlik açısından gönderildiler. HPG’yi, PKK’yi oraya gönderme şeklinde değil de orada halkı örgütleme, onlara öncülük etme amacıyla, oradan gelmiş, saflarımızda mücadele vermiş belirli bir kadro çalışıyor. Hatta bazıları bizden kaçıp gittiler.

- İlerideki gelişmelere göre Suriye’ye takviye yapmanız söz konusu olabilir mi?

Kalkan : Sanmıyorum, zaten onların gücü şu anda çok fazladır. Biraz pratik de yaptılar, kendi işlerini yürütebilecekleri de kanıtlandı, bu nedenle fazla ihtiyaç olmaz. Zaten PYD’deki arkadaşların diğer muhalefetle bir ilişkisi var ancak ortak bir sitem oluşturamamışlar. Bize göre demokratik Suriye isteyen, Kürtlere haklarını veren herkesle Rojawa’daki Kürt hareketinin stratejik işbirliği yapması doğru olur.

- İran’ın sürece soğuk baktığı ve bu nedenle PKK üzerine baskı uyguladığı doğru mu?

Kalkan : İran’ın bizim üzerimizden olmasa da süreci sabote etme imkanları var, bunu herkes bilmeli ve ciddiye almalı. İran bölgesel bir güçtür, bölgesel örgütleri, aktörleri var. İsterse, tümden sabote edebilir demiyorum ama süreci provoke edebilir. Şimdi böyle yapıyor mu, bilmiyorum ama bazı şüphe verici işaretler var. İran’ın önünde iki seçenek var. Birincisi sürece stratejik olarak karşı çıkıp sabote etmek ki bu durumda tedbirli olmalıyız. Böyle bir durum bize olumlu yansımaz, çatışmalı yansır. Fakat illa böyle olacak diye bir kayıt yok. Madem ki Türkiye Kürt sorununda farklı bir yaklaşım gösteriyor, İran da belki örnek alıp benzer bir yaklaşım sergileyebilir. Fakat birincinin işaretleri çoktur.

- İran PKK içinden bazı unsurları manipüle edebilir mi?

Kalkan : Bize onu yapamaz. Güney Kürdistan’ı zorlayabilirler mi? Suriye olayları ilk başladığında onları biraz zorladılar ama o da bir yere kadardır. Bizim güçlerimizi etkileyebilmesi mümkün değil. Ancak çatışmalı durumu her tarafta dayatabilir ve mevcut gündemi saptırabilir. Böyle bir risk var.



Hizbullah’la şu an gerginlik yok

- Dicle Üniversitesi’ndeki olaylar ve Hizbullah ile yeniden çatışma ortamına girilmesi ihtimali hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kalkan: Eğer olaylar planlı değil de kendiliğinden olmuşsa çatışma da gelişmez. Eğer sorun bizim gençlerimizden kaynaklanmışsa bu giderilir. Çünkü bizim siyasi olarak geniş bir çerçevemiz var. Gençlerimiz onların faaliyetlerini engelleme değil tam tersine ittifak halinde olabilirlerdi.

- Yani Hizbullah’a hayat alanı tanımama gibi bir politikanız yok.

Kalkan: Kesinlikle yok. Başkaları bize hayat hakkı tanımamaya çalışıyor ve biz buna karşı duruyoruz. Başkasına aynı şekilde davranırsak kendimizi inkar etmiş oluruz.

- Ama geçmişten kaynaklanan bir durum var, kapanmamış defter var...

Kalkan: Var tabii, gerginlik var. Çeşitli görüşmeler de oldu, bazen gerginlikler oldu. Fakat şu an öyle bir pozisyon yok. Eğer engelleyici bir durum olmuşsa onların da yaklaşımındandır. Bize böyle yansıdı.

Hizbullah gelebilir ama ayrılanlar gelemez

- Düzenlenmesi söz konusu olan 4 konferanstan Diyarbakır’da olanına Hizbullah da çağrılacakmış.

Kalkan: Doğru, o konferanslar için katılmak isteyen herkese çağrı var.

- Sizden ayrılanlar da dahil mi bu çağrıya? Onlar da gelebilir mi?

Kalkan: Onlar yok. Gelmeleri zordur.





Henüz bir çözüm planları yok

Kalkan’a göre iktidar net bir çözüm politikası olmadığı için CHP ve MHP karşısında zorlanıyor. Kalkan “Demokratik siyasetin önü açılsın, demokrasi güçleri harekete geçsin istiyoruz” diyor

- 3-4 yıl önceye kıyasla AKP ve Erdoğan’a yönelik üslubunuzun çok değiştiğini görüyorum. Bu konjonktürel bir durum mu?

Kalkan : Süreç gereği üslubumuzu düzenliyoruz. Bu normaldir, siyasetin bir gereği. Fakat eleştirilerimizi sürdürüyoruz. Bazı değişikliklerin olma ihtimali var. Eğer olursa biz de görüşlerimizi değiştiririz, buna açığız. Olmazsa eleştirilerimizi sürdürürüz. Bazıları “PKK ile AKP anlaşmış” diyor. Öyle bir durum söz konusu değil tabii. Eleştirilerimizi karşılıklı koruyoruz, mücadeleden vazgeçmiş de değiliz. Bunu AKP’liler de söylüyor ki doğru olan budur. Demokratik kamuoyu bunu çok iyi kavramalı. Biz mücadelenin yöntemlerini değiştiriyoruz. Yöntem değiştikten sonra toplumun tüm demokratik kesimlerine mücadeleye katılma imkanı ve görevi ortaya çıkıyor. Onların hepsi de katılsın istiyoruz. Bu süreç bunu gerektiriyor. Karşılıklı demokratik mücadele sonucunda kimin yanlışı varsa değişsin.

- Birileri “çözse çözse Erdoğan çözer” derken sizler mesafeli bakıyordunuz. Şimdi durum değişti mi? Erdoğan’ın gözünüzdeki kredisi arttı mı?

Kalkan : Kısmi bir kredi artışı var ama tam bir çözüm iradesi göremiyoruz. Muğlaklık var. Adına “çözüm süreci” diyorlar ama neyi çözecekler, tanımlayamıyorlar. AKP’nin henüz bir çözüm planı gözükmüyor. Bu biçimde yürütemez süreci. MHP-CHP karşısında zorlanmasının altında da bu yatıyor. Bu nedenle “AKP çözer”den ziyade demokratik siyasetin önü açılsın, demokrasi güçleri harekete geçsin ve süreç üzerinde daha fazla söz sahibi olsun istiyoruz. Yani bizim muhatabımız daha çok toplumdur, halktır. Devletle de bunu dengeli yürütmek gerekiyor ki toplumun önü açılabilsin. Şunu da söylememe izin verin: Biz aslında rejimin sorunlarını hafifletiyoruz. O kadar sorun, zorluk, öfke bize geliyor ki, bunları biz yatıştırıyor, dindiriyoruz. Bazen şöyle de düşündüğümüz oluyor: Şu PKK’yi bir kenara çeksek, belki anında isyan çıkar.

‘Sadece silahla uğraşmıyoruz’

- Devletin projesi yok diyorsunuz ama sizin yıllardır var. Yani siz çok hazırsınız, diğer tarafın hazır olmadığını söylüyorsunuz. Bu bir sorun değil mi?

Kalkan: Zorluk ordan kaynaklanıyor zaten. Eğer öyle olmasa süreç çok hızlı ilerler, en ufak bir sorunda sendeleme olmazdı.

- Çözüm olursa siz ne yapmayı düşünüyorsunuz? Siyaset mi?

Kalkan: Siyaset yapıyorum zaten. Hele bir çözüm olsun ben yapacak iş bulurum. Mesela yazarlık yapmak beni daha çok heyecanlandırıyor.

- Deniyor ki çözüm sonrasında PKK kadroları yasal alandaki insanları devre dışı bırakacaklar...

Kalkan: Yanlış, kesinlikle öyle olmayacak. PKK’nin yüzde 90’ında “şuraları yönetelim” diye bir beklenti yok. Kimse görevden kaçmaz ama illa şunu yapacağız diye bir şey yok. Eğer Kürtler özgür ve güven içinde olacaksa biz dağda da kalabiliriz, hiçbir şeye engel olmayız. Ben bunun güvencesini de verebilirim.

- PKK’nın son derece profesyonelleştiği ve bazı militanların asla silah bırakmayı kabul etmeyeceği söyleniyor.

Kalkan: Profesyonel askerler bile günü geldiğinde emekli oluyor. Kürtlerin bir güvenlik sorunu olduğu için PKK garantör olarak ortaya çıktı. Başkaları bu güvenliği sağlarsa gerillaya da gerek kalmaz. Zaten biz sadece silahla uğraşmıyoruz ki, başka işleri daha çok yapıyoruz aslında.

Başka Kürt hareketleri de çıksa keşke

- Hüda-Par Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz, PKK ile Hizbullah yıllardır süren ateşkesi resmileştirmeli dedi. Bu mümkün mü?

Kalkan: Aslında böyle olsun istedik biz de, geçmişte bazı çabalar da oldu. Fakat tam gerçekleşmedi. Bu Hizbullah’tan kaynaklandı biraz. Geçmişi daha açık değerlendirebilirdi, özeleştiri vermesi gerekirdi. Tersine bize dönük eleştirileri çok oldu. Biz özeleştiri vermekten çekinen bir hareket değiliz. Fakat 1990-94 çatışma sürecinde hata yapan biz değiliz. Hatalarımız varsa bireyseldir, alansaldır. Onlarsa merkezi politika gereği bu şeyleri yaptılar ve yanlış yaptılar. Açıkça bazı politikaların gereğini yerine getirdiler ve hâlâ o süreç çözümlenemiyor. Aydınlatılmaya muhtaç olan karanlık bir süreç. Bu engel oluşturdu. Olabilse, çözümlense, biz ondan yanayız, iyi olur. Yok etme, hayat hakkı tanımama diye bir şey kesinlikle yok. Keşke başka Kürt hareketleri de çıksa. Ama ulusal demokratik değerlere, ilkelere sahip çıkma temelinde çıksa. Örneğin PKK bu kadar mücadele yürüttü, buna değer vererek çıksa, reddetmeyiz.

‘Her şey çözüldü diye bakmıyoruz’

- Süreçten umutlu musunuz?

Amed: Tabii bazı kaygılar var ama kendimize ve önderliğimize güveniyoruz. Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü bizim için ilkesel bir yaklaşım, temel bir tercihdir. Bu anlamda heyecan yaratıyor. Ama her şey çözüldü diye de bakmıyoruz. Özellikle önderliğin durumu bizim için temel bir konu.

- Bunun için çok erken değil mi?

Amed: Ama süreç çok hızlı gelişiyor. BDP heyetleri İmralı’ya, Kandil’e gidip geliyor, bu konu da aynı şekilde gelişebilir.

Kalkan: Siyaset engellemezse bir sorun olmaz bence. Siyaset geçmiş hatalarının özeleştirisini yapabilse çok farklı olur her şey.

Yazının devamı...

‘Sorunlar önemli ölçüde bitti, artık çekiliyoruz’

Kuzey Irak’ta KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan ve PKK’nın en üst düzey kadın yöneticilerinden Delal Amed’le görüştük. Kalkan ve Amed, çekilmenin kısa bir süre içinde başlayacağını, ancak tamamlanmasının zaman alacağını söyledi...

Önceki gün Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Türkiye sınırına yakın bir yerde, Duhok şehrinin Amedi bölgesindeki bir PKK üssünde örgüt adına bizimle görüşecek isimleri beklerken foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile bazı tahminler yaptık ama çadıra giren kişiyi göründe epey şaşırdık. Karşımızda, Türk medyasına hiç konuşmamış olmasıyla bilinen KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan vardı. Kalkan’ın yanında PKK’nın en üst düzey kadın yöneticilerinden, YJA Star adı silahlı kadın birliklerinin başındaki Delal Amed de vardı. PKK’nın ilk kurucularından biri olan Kalkan aslen Türk. Örgütün teorisyeni olarak bilinen ve “şahin” kanadının önde gelen isimlerinden görülen Kalkan’ın bize söylediklerinden, yarın Kandil’de, muhtemelen Murat Karayılan’ın yapacağı basın toplantısında PKK’nın Türkiye’den çekilmesinin startının verileceği anlaşılıyor:

‘Hiç tereddüdümüz kalmadı’

- Geri çekilme noktasında herhangi bir sorun yok değil mi?

Kalkan: Yoktur, bizden yana ciddi sorun olacak bir durum yok. Fakat tabii ki koşulların oluşması, pratikleşmesi gerekiyor. Çekilme bir saatlik, bir günlük iş değil.

- Daha önce “yasal güvence” gibi talepler vardı. Bu tür sorunlar bitti mi?

Kalkan: Önemli ölçüde bittiği kanaatindeyim. Bu konudaki açıklamayı birkaç gün içinde yönetim yapacak. Sanmıyorum ki sorun olsun. Fakat yönetimimizin bazı görüşleri, önerileri, talepleri olabilir.

- Siz Öcalan’ın son mektubunu görmüş olmalısınız. Sizi tatmin etti mi?

Kalkan: Gördüm, evet tatmin etti.

- Son dönemde sizin de dahil olduğu üst düzey yöneticilerin yaptıkları açıklamalarda hep bazı tereddütler vardı, anlaşılan bunlar kalmamış.

Kalkan: Evet, kalmadı. Aslında bizim o açıklamalarımız gerillanın ikna edilmesine dönüktü. Yıllardır oluşmuş bir sistem, bir çalışma ve mücadele var. İnsanlar oralara kolay gitmemişler, boşa gitmemişler, bir amaç uğruna gitmişler. Bunu tersine çevirmek bir anda, öyle kolay olacak bir iş değil. Bir de salt kuru bir emirle de olmuyor. Askerdirler tabii ama bir amaç uğruna mücadele ediyorlar, yani mecburi askerlik yapmıyorlar. Onları ancak Önder Öcalan ikna edebilirdi. Bu nedenle biz “İmralı’dan daha çok çağrı, mesaj gelmeli” dedik; bunlar yerine geliyor.

‘Elimizde silah olmayacak’

- Sonuçta gerillayı ikna konusunu aşmışa benziyorsunuz...

Kalkan: Başlangıç açısından öyle. Tümü ne olur, o sürece bağlı.

- Sürecin başından bu yana dağdakiler ne tür beklenti ve kaygı dile getirdi?

Delal Amed: Bu yıl yeni bir hamle süreci başlayacaktı. Tüm hazırlıklar, motivasyon buna dönüktü. Çok kararlıydılar, ama yeni süreçle birlikte en çok Önderlik’in (Öcalan) durumunu dile getirdiler. Somut adımlar bekliyorlar. Ayrıca hükümetten somut adımlar görmek istiyorlar. Bir de, geçmişte atmış olduğumuz çok sayıda adıma hükümetlerden karşılık gelmemiş olmasının yarattığı kaygı var.

- Bir ara “Hükümet geri çekilmeyle zaman mı kazanmak istiyor” diye özetlenebilecek kaygılar dile getiriyordunuz. Öcalan’ın son mektubuyla bu da bitti mi?

Kalkan: Yönetim olarak bu konuyu enine boyuna tartıştık. Böyle bir anlaşma olmadığını, durumun siyasi süreç değerlendirmesinden kaynaklandığını, bir görüş ve strateji belirleyerek mücadele edip birtakım şeyleri değiştirmemiz gerektiğini anladık. İmralı’dan bize gelen mesaj, verilen bilgiler bu temeldedir. Artık şunu biliyoruz: Birileri bize hazır bir şeyler vermeyecek, bizler yöntemi değiştirerek mücadele edeceğiz ve kazanacağımıza da inanıyoruz.

- Anladığım kadarıyla “Hükümetin çok net bir çözüm projesi olmasa bile, biz bu süreçte, yeni yöntemlerle bir çözüm çıkartabiliriz” diyorsunuz.

Kalkan: Doğrudur. Açık söyleyeyim: Net bir proje göremiyoruz. Hiç yok da değil, bazı söylemler var, fakat çok kopuk birbirinden ve muğlak. Biz buna rağmen, kendi kararımızla yapıyoruz. Çünkü her şeyin önü açılsın istiyoruz. Sanki her şeyin önünü PKK tıkıyormuş gibi bir hava yaratılmak istendi. Zaten değildik ama onlara göre de engel olmaktan çıkıyoruz ama tabii ki bir kenara çekilmiyoruz. Bu süreç de yeni başlayan bir mücadele süreci.

- Ama bu süreçte elinizde silah olmayacak...

Kalkan: Olmayacak tabii ki. Risklidir, bir mücadeleye başladığınızda sonuç garanti değildir ama koşulların bizden yana olduğu kanaatindeyim.



Akillerin en az yarısı kadın olmalıydı

- Akil insanların faaliyetlerine ne diyorsunuz?

Kalkan: Öncelikle en az yarısı kadınlardan oluşmalıydı. İçeriği yetersiz, oluşumu zayıf, bileşimi bize göre tek yanlı kaldı, planlaması az, ama bütün bunlara rağmen 67 insan İstanbul’dan Şemdinli’ye kadar gitmişler, halkla tartışıyorlar. Belki de ilk defa basın ve siyasi partiler dışında toplumda bu sorunlar tartışılıyor. Bunu çok önemsiyorum. Bu sürse, engel konulmasa, daha da geliştirilse eksiklikler giderilebilir. Toplum doğruyu bulur.

‘Demir kapı geri çekilmeli’

- Esas sürecin geri çekilmeden sonra başlayacağını çok dile getirdiniz. Burada sizi beklerken sohbet ederken birisi “Demir kapı geri çekilmedir” dedi.

Kalkan: Devletin bölgede çok daha fazla gücü var. Bizim çekilmemiz, bu bölgenin tümüyle savaş gücünden arınmasını ifade etmeli. O zaman siyaset öne çıkabilir, toplumun değişik kesimleri görüşlerini daha rahat, özgürce ifade edebilir. Bu anlamda geri çekilme önemli ama esas olan siyasi çözüm, siyasi iradenin atacağı adımdır.

PKK’daki ‘Şahin Kanat’ HPG’dir

- Size ve Cemil Bayık’a PKK içinde “şahinlik” atfediliyor. Bu doğru mu?

Kalkan: (Delal Amed’e dönerek) Şahinler HPG’dir (PKK’nın silahlı gücü). PKK’yi ister silahla, ister ideolojik/politik yollarla tasfiye etmek isteyenler hem zaman, hem güçlerini boşuna harcar. Ama PKK’yi anlayarak, onunla uzlaşarak çok şey kazanabilirler. Biz buna açığız, esnek bir partiyiz. Biz bir partiyiz fakat bu parti insanlardan oluşuyor. Mesela Önder Apo’nun düşünce ve kavrayış gücüyle benimkisi bir değil. Kendisini 40 yıldır tanırım. O büyük düşünce gücü olmasaydı bu kadar şey gelişmezdi. Aramızda farklılıklar var tabii ki. Herkes bilinçli şekilde bir amaç için katılmış. Ama bizde sistem oluştu, oturup tartışıyoruz. Resmi toplantılarda tartışma özgürlüğü tamdır. Sonunda bir karar çıktığında onu kabul edip uygulamak önemli. Görüşlerimiz birbirine yakın ama her şeyde yüzde 100 aynı değiliz.

‘İyi polis kötü polis’

- Bana göre özellikle kritik dönemlerde mesela Murat Karayılan Türk basınına ılımlı mesajlar veriyor, yani “iyi polis” oluyor; mesela siz veya Cemil Bayık da Kürt basınına “devrimci halk savaşı” gibi konuları öne çıkartıp sert mesajlar veriyorsunuz, yani “kötü polis” oluyorsunuz.

Kalkan: Görev gereği de olabilir. Bizlerin hangi görevleri yürüttüğünü bilmek lazım. Birçok örgüt ve partide bu tür görev paylaşımları vardır, bizde neden olmasın?

- Hep birlikte verdiğiniz o fotoğraf birlik içinde olduğunuzu göstermek için miydi?

Kalkan: Öyle çok fotoğraf var ama basına vermiyorduk. Bu süreç gelişince ve heyet olunca basına verildi. Bundan bir ay önce bütün arkadaşların olduğu toplantılar yaptık.

‘Öcalan’dan duymak istiyorlar’

- Şu anda süreç hakkında üst yönetimde hiçbir sorun yok diyebiliyor musunuz?

Kalkan: Üst yönetimimizde yoktur. Bazı tartışmalar oluyor ama şimdiye kadar karar almada hiçbir sorun yaşamadık. Önder Apo’ya da aktardık. Fakat sadece yönetim çekilmiyor. Orta kademe komuta, savaşçı güç süreci anlamakta biraz zorlanıyor. Bilinç düzeyleri ve tecrübeleri bir yana heyecanlılar da. Duygu ve tepkiyle hareket edebiliyorlar. “Örgüt ne derse yaparız ama niye böyle oldu?” diye soruyor, anlamak istiyorlar. Bir de “Gerçekten Önder Apo böyle söylüyor mu? O zaman biz görmek istiyoruz” diyenler de vardı.

- Buradan bir arıza çıkabilir mi?

Kalkan: Çekilme başladıktan sonra Önder Apo’nun önü açılır, daha etkili hitap etme imkanları artarsa çıkmaz. Çıksa da ciddi bir sorun olmaz. Eğer Önder Apo’nun gerillaya hitap etme imkanı olmazsa biz bu gücü yönetim olarak çekemeyiz. Çekilme başlayacak ama herkes bir şeyleri görmek isteyecek. Apo’nun örgüte doğrudan hitap etme imkanları geliştirilirse, Meclis’in siyaseti demokratikleştirme çalışmaları gelişirse sorun kalmaz.

‘Sürecin sonunda neler olacak?’

- Süreç sorunsuz ilerlerse sonunda ne olacak?

Kalkan: Karşılıklı adımlar atılırsa hızla sonuç alınabilir. Sonuçta şu olacak: Türkiye’nin mevcut durumunda köklü siyasi değişiklikler olacak. Yeni anayasa Kürtleri ve diğer azınlıkları inkar eden, tekçi bir anayasa olarak mı kalacak yoksa çoğulcu mu olacak? Ardından buna uygun yasal düzenlemeler tabii ki. Kürt sorunu hem çok zor, hem çok kolay bir sorun. Yeter ki çoğulcu bir zihniyet olsun.



Karlar eriyince her yer dere olur, onları geçmek zor

- Soru: Murat Karayılan çekilmenin sonbaharı bulabileceğini söylemişti. O kadar zaman alır mı?

Delal Amed: Alır tabii, fazlasıyla alır. Belli hazırlıklar lazım. Sonuçta biz nasıl girdiysek öyle çıkacağız. Güvenlik tedbirlerinin alınması gerekir ki bunu kendimiz sağlayacağız, kimseden öyle bir beklentimiz yok. Bir de güçlerimiz sayıca çok, yani zaman alır.

- Soru: Ama startın verilmesi zaman almaz herhalde. Yakınlardaki güçlerin çekilmesi de başlar...

Amed: Evet başlar. Başlatmada sorun yok ama hepsinin çekilmesi zaman alır.

Kalkan: Dağlar hep kardır. Karlar eriyince her dere bir çay olacak. Onları geçmek bu mevsimde çok zordur. Haziran ortasına kadar birçok suyu geçmek imkansız. Ayrıca Karadeniz’den bir birim yola çıksa Dersim’e 3 ayda gelir. Dersim’den buraya da yürüse 3 ay.

- Soru: Madem devletle anlaşmalı bir çekilme yaşanacak, herkesin girdikleri gibi çıkması gerekmeyebilir. Belli noktalarda toplanıp, kamuoyunun bilgisi olmadan karayoluyla gidebilirler.

Kalkan: Böyle bir şey bizim için gerekli değil. Doğru da bulmayız. Öyle bir anlaşma yok. Önder Apo’nun BDP, Avrupa ve bizimle yürüttüğü tartışmalardan sonra aldığı karar temelinde çekiliyoruz. Tabii bunun devlet yetkilileriyle İmralı’da yapılan görüşmelerle bağı var. En önemlisi Başbakan’ın da defalarca söylediği gibi “silahlar sussun, fikirler, siyaset konuşsun!” Birisi bunu söylerse biz PKK olarak, çizgimiz gereği buna evet deriz. Karşıdaki güç siyasi mücadelenin önünü açarsa PKK bunu reddedemez. Reddederse kendisine ters düşer ve kaybeder. Örneğin 14 Nisan 2009’da başlayan KCK operasyonları olmasaydı süreç böyle gelişmezdi. Deniyor ki “siyaset yapsınlar.” Siyasetçi hapistedir, bu ortamda kim siyaset yapabilir?

YARIN:

- Hizbullah’a mesaj

- PKK Suriye’ye adam yolluyor mu?

- İran uyarısı...

Yazının devamı...

İran ve Şiilik düşmanlarının nafile gayretleri

Bir gazetecinin başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden biri, yaptığı bir haber veya söyleşinin, kaleme aldığı bir analizin, iyiniyetli olmayan kişiler tarafından ve genellikle çarpıtılarak kullanılmasıdır. Ancak “bu yazdıklarımı kimler nasıl suiistimal eder?” diye düşündüğünüz zaman haber/söyleşi yapamaz, yorum yazamaz hale gelirsiniz.

Birçok meslektaşımı gibi ben de bu türden talihsizlikler yaşadım, ama çoğunlukla “kader” deyip sineye çektim. Ama bu sefer öyle yapmak niyetinde değilim. Türkiye’deki İslamcıların İran algısının değişimi üzerine kaleme aldığım iki yazının, özellikle Cuma günü çıkan ikinci yazımın (http://rusencakir.com/Yine-Iran-ve-kaybolan-Irancilik-uzerine/1996 ) İran ve Şiilik düşmanı bazı çevreler tarafından tahrif edilerek internette dolaşıma sokulmasına yönelik itirazımı kayıtlara geçirmek istiyorum.

İran düşmanlığının kökenleri

Türkiye’de muhafazakâr kesimlerin İran’a ve Şiiliğe karşı mesafeli duruşlarının tarihsel nedenleri vardır ve bu nedenle de olağandır. Kaldı ki bu mesafede aşırılığa pek gidilmemiş, İran’a ve Şiiliğe karşı düşmanlık cumhuriyet döneminde ülkemizde pek görülmemiştir. Hatta devrim tarafından büyülenen bazı dindar gençlerin etkisiyle mesafenin yer yer kapandığını da gözledik. Öte yandan İran’ın “devrim ihracı” politikalarından kaygı duyan laik çevreler de asla İran ve Şii karşıtlığı yapmamış, esas olarak rejimi eleştirmişlerdir.

Türkiye’de bunlar olurken Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir blok, teolojik argümanları da öne çıkarmakla birlikte esas olarak stratejik nedenlerle İran ve Şii karşıtlığını pompaladı, ancak çok da başarılı olamadı. Ne var ki işin içine El Kaide’nin girmesiyle birlikte, İran ve Şii düşmanlığı Sünni Müslümanlar arasında hızla yaygınlaşıp toplumsallaştı. İlginçtir, El Kaide de Şiiliği teolojik nedenlerle eleştiriyor görünmekle birlikte, esas olarak İran devletiyle stratejik konularda derin anlaşmazlıklara düştüğü için olayı düşmanlığa kadar taşıdı. Bu düşmanlığın tohumları ilk olarak Afganistan’da atıldı, Irak’ta yeşerdi, şimdi Suriye’de aldı başını gidiyor.

Suudi Arabistan ve El Kaide

Gariptir, bizde son dönemde sistemli bir şekilde İran ve Şii karşıtlığı propagandası yapan çevrelerin ne Suudi Arabistan’ın başını çektiği blokla, ne de El Kaide ile sistemli bir ilişkileri bulunmuyor; hatta Suudilere olmasa da El Kaide’ye mutlak bir şekilde karşı olduklarını da görüyoruz.

Peki neden İran’ı ve Şiiliği kötülemek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar? Bu sorunun açık ve net bir cevabı olduğunu sanmıyorum, varsa da ben bilmiyorum. Ancak şu husus son derece anlamlı ve düşündürücü: Bugün İran ve Şii aleyhtarlığının bayraktarlığını yapanları, dün, örneğin Nedim Şener-Ahmet Şık olayı sırasındaki yalanlarıyla da tanıyoruz. Bu arada şunu da not düşmüş olalım: Günümüzün İran ve Şii düşmanları, yakın zamana kadar Kürt sorununun barışçı çözümünü isteyen (benim de dahil olduğum) kişilere karşı dezenformasyon faaliyetleri yürütenlerle büyük ölçüde benzeşiyor.

“Düşmanımın düşmanı...”

Anlaşılan o klasik “düşmanımın düşmanı...” mantığıyla hareket ediyorlar ama çok kötü yanılıyorlar. Çünkü ne İran’ın, ne de Şiiliğin düşmanıyım. Hatta tam tersine bir İran hayranı olduğumu da söyleyebilirim. Tabii ki İran’ı ve İranlıları seviyor olmak İran devletini eleştirmeye engel oluşturmaz. Kaldı ki son iki yazımda İran devletinden çok, şu ya da bu nedenle onun cazibesine kapılmış olup sonradan tutum değiştiren bazı İslamcıların tutarsızlıklarını eleştirdim.

Tahran rejiminin bölgede bir Şii nüfuz alanı oluşturma çabalarının, bu bağlamda nükleer çalışmalar yürütmesinin, Kürt sorununda çözümden çok çözümsüzlüğü öne çıkartmasının ve daha bir dizi politikasının

tartışılacak, eleştirilecek pekçok yönü var. Ancak bölgenin iki büyük gücü olan Türkiye ile İran arasındaki tarihsel rekabeti bir çatışma, hatta savaşa dönüştürebilecek tutum ve davranışlardan muhakkak uzak durmak gerekiyor.

Türkiye’de İran ve Şiilik düşmanlığı yaratmak isteyenlerin başarısızlığa uğrayacağına eminim.

Yazının devamı...

Yine İran ve kaybolan İrancılık üzerine

Önceki günkü “Nereye gitti şu İrancılar” başlıklı yazımızı (http://www.rusencakir.com/Nereye-gitti-su-Irancilar/1994) “Bu konuya devam edeceğe benzeriz” diye bitirmiştim, özellikle sosyal medyadaki tepkiler üzerine çok gecktirmeden ikinci bir yazı kaleme almak farz oldu. Öncelikle şunu vurgulayalım: Geçmişlerindeki İran hayranlığını bir tür nefrete dönüştüren bazı İslamcıların aleni bir özeleştiri yoluna gittikleri pek vaki değil. Anlaşılan onlar dün de haklıydılar, bugün de kendilerini haklı görüyorlar.

Bu noktada Rafet Ballı’nın 12 Eylül 1980 askeri darbesinin etkisinin hâlâ çok güçlü olduğu bir dönemde yapmış olduğu “Sosyalist Sol Konuşuyor” kitabını hatırladım. Ballı, 1970 başlarında Latin Amerika tarzı gerilla savaşı yanlısı olup birkaç yıl sonra Maoculuğa, 1970 sonlarındaysa Enver Hocacılığa evrilmiş olan sol bir grubun temsilcilerine “nasıl oluyor da her sefer doğru çizgiyi savunduğunuzu iddia edebiliyorsunuz?” anlamına gelebilecek bir soru yöneltmiş ve “görüşlerimiz değişmiş olabilir ama devrimci doğrultumuz hep aynı” gibi bir cevap almıştı. (Kitap elimin altında olmadığı için cümleleri mealen aktarıyorum, özür dilerim.)

İslami değil milli

1980 ve 90’larda yaygın olan İran sempatisinin son birkaç yıldır yerini bir antipatiye bırakmakta olmasını Türkiye İslamcılarının değil de İran’ın değişimiyle açıklamaya kalkmanın herhangi bir anlamı olabilir mi? Örneğin birçok İslamcının İran’a Suriye nedeniyle kızdığını biliyoruz. Fakat aynı İran’ın, Başar’ın babası Hafız Esad’ın 1982 şubat ayında İslamcı ayaklanmayı bastırmak için Hama kentini dümdüz ettiğinde de (muhtemelen bugünküyle benzer stratejik nedenlerle) sessiz kaldığını ve Türkiyeli İslamcıların nedense bu konuyu fazla kurcalamadıklarını da biliyoruz.

İran’a yönelik bir başka İslamcı eleştiri de, Tahran rejiminin dünyanın dört bir köşesindeki cihat hareketlerine en azından kayıtsız kalması, “Arap baharı” diye adlandırılan süreçlerle arasına mesafe koyması üzerinden yöneltiliyor. Ancak İran’ın arası, ABD, Suudi Arabistan, Pakistan destekli Afgan cihadıyla da pek iyi olmamış, Taliban rejimini de hep düşman görmüştü. Çünkü İran’daki rejim, dün de dünyadaki İslami hareketlerin hemen tümüyle ilişkisini kendi milli stratejik hesapları üzerine inşa ediyordu, bugün de aynı çizgiyi sürdürüyor.

Dolayısıyla Türkiyeli İslamcıların bir bölümünün İran’a bakışındaki dönüşümün kabaca iki nedeni olabilir: Ya Tahran’ın geçmişte “milli” değil de “İslami” kaygılarla hareket ettiğini düşünecek kadar saftılar ya da bugün kendi stratejik bakışları ciddi değişikliğe uğradı.

İkinci seçeneğin daha baskın ve bu olgunun sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir tarafındaki İslamcılar ve İslami hareketler için geçerli olduğu kanısındayım.

Bu konuya devam edeceğe benzeriz.

Yazının devamı...

Nereye gitti şu İrancılar?

Diyarbakır’da, bir grup İslamcıyla Dicle Üniversitesi’ndeki olayları ve buradan hareketle PKK-Hizbullah gerginliğini tartıştığımız sırada içlerinden biri Hizbullah ile İran devleti arasında hâlâ çok güçlü ilişkiler olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Tahran rejimi, çözüm sürecini sabote etmek için pekâlâ Hizbullah’ı kullanmak isteyebilir.”

Onun bu sözlerinde hiçbiri yabana atılmayacak ama tartışmaya muhtaç üç önerme mevcut: 1) Türkiye Hizbullahı ile İran rejimi arasındaki bağlar, belki eskisi kadar olmasa da sürüyor; 2) İran rejimi Türkiye’deki çözüm sürecinden rahatsız; 3) Bu süreci baltalamak için Hizbullah’ı kullanabilir.

Ne var ki ben bu tartışmaların hiçbirine girmeyip muhatabıma şu soruyu yönelttim: “Hayrola siz İrancı değil miydiniz, ne zaman bıraktınız?” O da bana, hiçbir zaman İrancı olmadığını söyledi ama kendisi ve birlikte hareket ettiği çevrenin Tahran’a yönelik eleştirilerinin son yıllarda yoğunlaşıp sertleştiğinin doğru olduğunu da kabul etti.

İran’ın artan nüfusu

Kasım ayı sonunda, Yahya Konuk imzalı “Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi” adlı kitap üzerine yazdığım yazıda (http://rusencakir.com/Kuresel-cihada-icerden-ve-samimi-bir-bakis/1877) kendi hâlinde genç bir Türk İslamcının, Bosna, Afganistan, Keşmir ve Irak gibi topraklarda yaşadığı cihat serüveni boyunca İran sempatizanlığından İran düşmanlığına evrilmiş olduğundan kısaca söz etmiştim. Onun bu muazzam dönüşümünün istisna olmadığı ve sadece Türkiye’yi ilgilendirmediği ortadaydı. Konuyla biraz ilgili olanlar, Tahran rejiminin İslam dünyasının değişik bölgelerinde nüfuzunu artırmasına paralel olarak İslamcı hareketlerin büyük kısmıyla arasının açılmış olduğunun farklı örneklerinden haberdarlar.

Bu ilginç orantısızlığın birçok nedeni var. Öncelikle 11 Eylül 2001 terör saldırılarıyla küresel bir güç olduğunu gösteren El Kaide’nin ideolojisinde Şii (dolayısıyla İran rejimi) karşıtlığının çok belirgin olmasının altını çizmeliyiz. İkinci olarak, “Şii uyanışı” veya “Şii hilali” diye de adlandırılan İran’ın nüfuzunu artırmasından en çok rahatsız olan kesimlerin, yani Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkelerinin başını çektiği “Sünni blok” oluşturma gayretlerine dikkat çekmeliyiz. El Kaide’nin bir dönem bu krallık ve emirliklere de doğrudan saldırdığını biliyoruz, fakat Irak ve Suriye, taraflar arasında adı konmamış bir ateşkese, hatta belki de bir işbirliğine yol açmışa benziyor.

Türkiye’nin özgünlüğü

“Türkiye İran’a karşı ‘Sünni blok’ta yer alıyor mu?”, “Günümüz Türkiyesinde İslamcılar İran’a nasıl bakıyor?” gibi sorular hayli önemli. Her ne kadar bir günlük gazetenin köşesi bu soruların cevaplarını aramak için çok yeterli olmasa da şimdilik beş not düşmek istiyorum:

- Ankara ile Tahran arasındaki mesafe her geçen gün artıyor. Örneğin birkaç yıl önce nükleer soruna Brezilya ile birlikte alternatif arayışına yönelmiş olan Türkiye bir süredir topraklarındaki füze kalkanıyla İran’ı kızdırıyor.

- İki ülke, Suriye’deki iç savaşta tamamen düşman kamplarda yer alıyor.

- İran’ın yeni İmralı sürecine sıcak bakmadığı, hatta sabote etmek içinden elinden geleni yapacağı algısı Türkiye’de çok güçlü.

- Ankara her şeye rağmen Tahran’ı alenen karşısına almak istemiyor ve bu bağlamda Körfez ülkelerinin inşa etmekte olduğu “Sünni Blok” içinde yer almamaya çalışıyor veya alsa bile bunu alenileştirmek istemiyor.

- Türkiye’deki radikal İslami çevrelerin İran’a bakışlarındaki olağanüstü değişim büyük bir hızla devam ediyor. 1980’li yıllarda herkes kendisinin daha fazla İrancı olduğunu kanıtlamaya çalışırdı, şimdi çoğunluğu oluşturanlar sayıları iyice azalmış olan İran yanlılarının “aslında casus” olduğunu kanıtlama gibi garip bir uğraş peşindeler.

Bu konuya devam edeceğe benzeriz.

Yazının devamı...

Komplo diyen çok ama adres gösteren pek yok

Dicle Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta yaşanan çatışma bölgedeki tüm siyasi aktörleri endişelendirdi. ‘Barış süreci’nin baltalanmasından söz ediliyor ama direkt adres gösterilmiyor.

BDP Diyarbakır İl Başkanı Zübeyde Zümrüt’e Dicle Üniversitesi’ndeki olayları sorduğumuzda ilk sözleri “Biz bu olayı kapattık. Daha büyümesini istemiyoruz. Büyümemesi için elimizden geleni yaptık ve bundan sonra da yapacağız” oldu. Kendisine Çarşamba sabahı yaşanan ve tutuklu Hizbullah liderlerinden Hacı Bayancuk’un oğlu Muhlis Bayancuk’un ağır yaralandığı bıçaklama olayını sorduğumuzdaysa “Keşke bu tür bıçaklama, yaralama olayları hiç yaşanmamış olsaydı” cevabını alıyoruz.

Zümrüt’ün yaklaşımının Diyarbakır’daki BDP çevrelerinin çoğu tarafından benimsendiğini gözledim. Onun “keşke polis herkese eşit yaklaşsaydı” şeklindeki eleştirilerininse aynı çevreler için yumuşak kaçtığı ortada. Çünkü BDP’liler, olaylarda polise nerdeyse birinci decede bir sorumluluk yüklüyorlar.

Görüştüğüm BDP’ye yakın isimlerin nerdeyse tümü iki öğrenci grubu arasında başlayan kavganın bazı “karanlık” odaklar tarafından kışkırtılarak derinleştirildiğine inanıyor ve bu provokasyon ortamının sıcak tutularak çözüm sürecinin sabote edilmesinden endişe ediyorlar. Örneğin Zübeyde Zümrüt şöyle konuşuyor: “Bu sürece çok dikkat etmek lazım. Çünkü barışı inşa etmek savaşmaktan daha zor. Barışı istemeyenler olabilir ve bunlar halkları karşı karşıya getirmek isteyebilir.”

“Kim bu odaklar?” diye sorduğunuzdaysa muğlak cevaplar alıyorsunuz. “Ergenekonvari yapılar” diyen de var İran’ı işaret edenler de. Ama hemen tümünün referansları 1990’lı yıllar ve o dönemde Hizbullah ile yaşanan çatışma ortamı. Aradan geçen zaman içinde Hizbullah’ın değiştiğini düşünen pek yok, değişim olduğunu kabul edenler de bunu samimi bulmuyor. Özetle BDP çevrelerinde Hizbullah’a karşı bakışın zamana direndiği görülüyor.


Ne var ki bir yandan devletle yıllardır süren bir çatışmayı sonlandırma arifesinde Kürtlerin kendi aralarında çatışıyor olması veya çatışma ihtimali işleri karıştırıyor.

Nitekim Diyarbakır’da konuştuğum pek çok BDP’liden “Eğer arkasında bir şekilde devlet olmazsa Hizbullah bir şey yapmaz, yapamaz” cümlesi işittim. Devlette bir çözüm süreci yürütüldüğü için bu krizin çok fazla büyümeyeceğine inanıyorlar, belki de inanmak istiyorlar.

İslamcı arabulucular

“Pazartesi günü üniversitede yaşananlar tipik bir öğrenci kavgasıydı. İradi, planlı değildir. Ama bizim bölgemizde bu tür olayların hiçbiri masum kalmıyor ve hasar büyük oluyor.” Bu sözlerin sahibi olan Adem Özcaner, 2012’de kuruluşu ilan edilen “Azadi İnisiyatifi”nin sözcüsü. Kendilerini “hem Kürdistani, hem İslami” olarak gören bu çevrenin BDP ve Hüda-Par ile iyi ilişkileri var. Nitekim ilk andan itibaren kolları sıvayıp olayın büyümesini engellemeye çalışmışlar. Kısmen başarılı da olmuşlar: Salı akşamı DTK ve Hüda-Par’dan üçer kişi buluşturmuş ve tarafları olayların son bulması noktasında ikna etmişler. Fakat ertesi sabah okullarına giden bazı İslamcı öğrenciler bıçaklanınca bu anlaşmanın pek de etkili olmadığı ortaya çıkmış.

Yine Azadi İnisiyatifi’nden Adnan Fırat “dışardan müdahaleler ve süreci benimseyenler tahrik edebilir, aksi takdirde kavga kesinlikle devam etmez. Çünkü her iki tarafa da ciddi zararlar verir” diyor. Ama dünkyazımızda da ele aldığımız gibi geçmişten gelen husumet sürdüğü müddetçe PKK-Hizbullah çatışması her an yeniden alevlenebilir. Tam da bu noktada Sabiha Ünlü’nün sözlerine kulak verelim. “Kavgayı durduracak bir irade bekliyoruz. Tescillensin bu, barış istiyoruz” diyen Ünlü, BDP’nin bu iradeye sahip olmadığının, İmralı ve Kandil’den mesaj beklediklerinin altını çiziyor.


PKK-Hizbullah karşılaştırması

İslami çevrelerin önde gelen insan hakları kuruluşu olan Mazlum-Der’in Genel Başkan Yardımcısı Selahattin Çoban’ın bürosunda derneğin Dyarbakır İl Başkanı Abdürrahim Ay ile bir diğer İslami kuruluş olan Özgür-Der’in Diyarbakır İl Başkanı Serdar Bülent Yılmaz’ın da katılımıyla PKK ile Hizbullah’ı karşılaştırıp aralarındaki ilişki, daha doğrusu ilişkisizliği tartışıyoruz. Yılmaz’ın şu sözleri çok önemli: “Hizbullah yeni stratejisiyle silah defterini kapattı, ama bunu tam olarak söylemiyor, ‘silahları gömdük’ diyorlar. Eğer PKK silah bırakırsa onlar da bunu deklare edecekler.”

Selahattin Çoban ise son olaylar hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu çatışmanın gelecek siyasi zemine yönelik olduğu kanısındayım. PKK çevreleri ‘Silah bırakıyoruz diye meydanı size bırakacak değiliz’ demek istediler. Hizbullahçı gençler de ‘biz de varız’ diyorlar.”

Çoban Hizbullah’ın siyasi olarak PKK’dan sonra ikinci güç olduğunu kabul etmekle birlikte tabanının çok da geniş olmadığını düşünüyor. Yılmaz ise PKK ile Hizbullah’ın denk güçler olmadığını düşümüyor ve “kıyas bile mümkün değil” diyor. Ancak “bununla birlikte örgütlülük açısında son derece kabiliyetli ve başarılılar” demeyi de unutmuyor. Örnek olarak da 2006 yılından itibaren düzenlenen Kutlu Doğum Haftası mitinglerini gösteriyor.

Tam da bu noktada Abdürrahim Ay, Hizbullah’ın PKK ile yeniden çatışması halinde meşruiyetlerinin tartışılırhale geleceği, örneğin kısa süre sonra düzenlenecek Kutlu Doğum etkinliğinde eski kalabalığa ulaşamayacakları uyarısında bulunuyor.

Peki bu iki hareketin helalleşip kucaklaşması mümkün mü? Serdar Bülent Yılmaz’a göre bu kesinlikle mümkün değil. “Çünkü” diyor “PKK geçmişteki olaylar nedeniyle Hizbullah’ı meşru bir hareket olarak görmüyor. Hizbullah da geçmişe yönelik suçlamaları reddediyor ve kendine göre bazı açıklamalar yapıyor. Kısacası bir araya gelmeleri mümkün değil. Kaldı ki PKK da ‘zaten biz devletle anlaşıyoruz’ diyerek Hizbullah’ı pek kaale almıyor.”

-Bitti-

Yazının devamı...

Gözler Öcalan’a çevrildi!

DÜ’deki olaylar “PKK ile Hizbullah yeniden savaşmaya mı başladı” sorusunu akla getirdi. Öcalan’ın devreye girmesi şaşırtıcı olmaz.

Dicle Üniversitesi’nde pazartesi günü iki öğrenci grubu arasında patlak veren olaylar geniş yankı uyandırdı. Salı ve çarşamba günleri de devam eden gerginlik üniversitenin tatil edilmesiyle yatışmışa benziyor ancak olaylarla birlikte ortaya atılan “PKK ile Hizbullah yıllar sonra yeniden savaşmaya mı başladı?” sorusu henüz net bir şekilde cevaplanabilmiş değil.

Bu sorunun cevabını aramak için foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte dün tüm bir gün boyunca olayın dolaylı olarak tarafı olarak kabul edebileceğimiz Hüda-Par ve BDP yetkilileriyle görüştük. Pazartesi gününden itibaren bu çatışmayı sonlandırmak için büyük gayret gösteren Mazlum-Der, Özgür-Der ve Azadi İnisiyatifi adlı İslami kurumların yetkilileriyle de tartıştık. Bugün ağırlığı Hüda-Par’a vereceğiz. Ama bundan önce, yaptığımız tüm görüşme ve tartışmalardan çıkardığımız bazı sonuçları aktarmak istiyorum:

1- Çıkan olayların planlı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ancak hem polisin beceriksizliği (ki iki taraf da polisin karşı tarafı kayırdığında ısrarlı), hem üniversite yönetiminin ürkekliği, hem de Hüda-Par, BDP gibi siyasi oluşumların zamanında ve doğru müdahalede bulunmamaları nedeniyle olaylar sürmüş ve planlıymış gibi bir görüntü ortaya çıkmış;

2- Olayların akla “PKK ile Hizbullah yıllar sonra yeniden savaşmaya mı başladı?” sorusunu getirmesi son derece normal zira iki hareket arasındaki kapanmamış defterlerin bu vesileyle yeniden açıldığını görüyoruz;

3- PKK’ya yakın kişiler, büyük ölçüde geçmişin silinmesi imkânsız hafızası nedeniyle, ne kadar değişirse değişsin Hizbullah’ı meşru bir toplumsal-siyasi güç olarak kabul etmemekte direniyorlar;

4- PKK’nın Hizbullah’ı önemsediği muhakkak ama onu kendine alternatif gördüğü asla söylenemez, dolayısıyla çözüm sürecinden sonra yerini Hizbullah’ın almasından endişelendiği yorumları fazlasıyla zorlama;

5- Hizbullah’ın, İmralı sürecinden rahatsız olan İran’ın etkisi altında olduğu ve süreci sabote etmek için elinden geleni yaptığı/yapacağı şeklinde iddialar da var ama bunlar aşırı derecede komplo teorisi kokuyor. Çünkü Hizbullah çevreleri başından itibaren sürece desteklerini deklare ettiler. Ancak sürecin, Kürt sorununun çözümü aşamasına gelmesi durumunda kendileri de içinde yer almak istiyorlar.

6- Üniversitedeki olaylar yatışmışa benziyor. Olağanüstü bir provokasyon olmazsa bir süre yeni olay da çıkmaz ancak sürecin selameti açısından Hizbullah ile PKK arasındaki defterlerin bir şekilde yeniden açılması ve sonra da kapanması gerekebilir. Bu bağlamda, son dönemde birçok olayda yaşandığı gibi Abdullah Öcalan’ın devreye girmesi ve kendi hareketine bir perspektif sunması şaşırtıcı olmaz.

Hüda-Par’ın bakışı

Diyarbakır’da Hüda-Par İl Merkezi’nde, Genel Başkan Hüseyin Yılmaz, parti yöneticileri, Dicle Üniversitesi’ndeki İslamcı öğrencilerin avukatlarıyla yaptığımız sohbetten şu sonucu çıkarmak çok kolay oldu: Kendilerini ‘mustazaflar’ olarak da tanımlayan bu hareketin mensupları, son olay dâhil, yaşanan gerginliklerden rakiplerini sorumlu tutuyor ama 1990’lı yıllardaki çatışmaların tekrar yaşanmasını hiç istemedikleri için sürekli kendi tabanlarına “sağduyu” çağrısı yapıyorlar.

‘Kapanmamış hesap’

Örneğin Yılmaz “yeter ki kaos olmasın diye bağrımıza taş basıyoruz. Ülke çapında derneklerimize çok sayıda saldırı yapıldı ama hep sineye çektik” diye konuşup sözlerini şöyle sürdürüyor: “Ortada bir husumet, geçmişin kapanmamış bir hesabı olduğu malum. Geçmişte PKK saldırıyı kesince onlara karşı misillemeler de durmuştu. Şimdiyse onlar saldırıyor, İslami kesim sağduyuyla hareket ediyor.”

Üniversitedeki olaylardan Kürt siyasi hareketini sorumlu tutan Yılmaz’ın bununla birlikte bu hareketi toptan suçlama yoluna gitmemesi çok ilginç. Ona göre kendi hareketlerine yönelik tutumlarında BDP/DTK/HDK gibi yapıların içinde yer alan bazı Türk ve Kürt solundan kişilerin (bazı isimler de saydı) katı laikçi yaklaşımları etkili oluyor. Hatta bir başka Hüda-Par’lı, Öcalan’ın son Newroz konuşmasında verdiği İslami mesajlardan rahatsız olan PKK hareketi içindeki sol/Alevi unsurların kendi hareketlerine saldırarak ön plana çıkmak istediklerini ileri sürebildi.


‘PKK ile Hizbullah barışı şart’

Hüda-Par Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz’a “Bu olaylar, bir şekilde PKK ile Hizbullah arasındaki sorunun çözülmesine kapı aralayabilir mi?” diye sordum ve şu cevabı aldım: “Pekâlâ olumlu bir süreç başlayabilir. Şu ana kadar ne PKK ne de Hizbullah bu olaylara dâhil oldu ki bu çok iyi. Eğer olay PKK-Hizbullah boyutuna gelirse ne benim partimin ne de BDP’nin etkisi olabilir. Diyelim bu olay yatıştı, yarın Kutlu Doğum Haftası için Newroz Parkı’nın tahsisi sorunu var, ardından seçimler geliyor. Artık bunun bir nihayet bulması lazım. BDP iradesiz olduğu için de PKK’dan en üst düzeyde açıklama yapılması lazım.” “Türklerle Kürtlerin barışından önce Kürtlerin kendi iç barışı şart. Böylesi bir gelişme devlete karşı Kürtlerin elini güçlendirir” diyen Yılmaz sözlerini şöyle noktalıyor: “PKK ve Hizbullah yetkililerinin bir an önce bir araya gelip kalıcı bir ateşkes imzalamaları lazım!”



YARIN: BDP, Mazlum-Der, Özgür-Der ve Azadi İnisiyatifi

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.