Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Erbakan hiçbir zaman sistem karşıtı olmadı’

“Erbakan, sistemi kendisinin, Müslümanların daha iyi çalıştıracağını, ıslah edeceğini savundu, ama sert ve etkili bir muhalif söylemi vardı. Onu sistem karşıtı gösteren ve iktidara taşıyan bu söylemdir”

Başta ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’ adlı üç ciltlik antoloji olmak üzere İslamcılık üzerine birçok araştırma ve kitaba imza atan Prof. İsmail Kara ile söyleşimizi sürdürüyoruz.

Türkiye’de 1960 sonrasındaki İslamcılığın büyük ölçüde dışarıdaki birtakım isimleri öne çıkartmasının temel nedenleri neler?

Kara: Aslında 1960 sonrası tercümelerle gelen İslamcılıkla 2. Meşrutiyet dönemi İslamcılığını muhteva olarak karşılaştırdığınızda benzerliklerin farklılıklardan çok olduğunu görürsünüz. Ne var ki 60 sonrası İslamcılığı, cumhuriyet öncesi İslamcılığı “yenilmiş” ve “sesi gür çıkmayan, sisteme entegre olmuş” bir İslamcılık olarak görüyor. Yoksa Müslüman Kardeşler’in İslam yorumuyla meşrutiyet İslamcılığının İslam yorumu arasında zıtlıklardan çok paralellik var. O noktada başka unsurlar devreye giriyor.

Bütün bunları ümmetçilik kavramıyla açıklayamaz mıyız?

Kara: Ümmetçilik İslam dini ve kültürünün içerisinde olan bir şey. Bir Müslümanın diğer Müslümanlarla kardeş olması, onları gözetmesi anlamında her Müslüman ümmetçidir. Problem şurada: Ümmetçilik 60 sonrası İslam dünyasındaki İslamcı hareketlerde milliyetçi ve yerli unsurları baskılayarak siyasi ve fikri birliği sağlamak için kullanılan kuvvetli bir araç haline dönüşüyor. Bunun daha önceki dönemde de bazı unsurları var. Üstüne, Markist-sosyalist söylemlerden etkilenerek enternasyonalizme açılan bir kapı oluyor. Bu iki unsur da Türkiye’de 60 sonrası İslamcılık açısından fevkalade önemli. Dolayısıyla ümmetçiliğe doğru bir ses, bir his yükseliyor. Bunun kültürel zemini de hazır. Bu farkı ve problemi anlamak lazım. Yani burada şaşırtıcı bir şey yok. Önemli olan nokta ümmetçiliğin ortaya çıkardığı anlama problemlerine, yan meselelere, zayıflayan alanlara hiç eğilmemiş olunması.

‘İktidara sürüklendiler’

Bugün Mısır, Tunus, Libya’da İslamcılar iktidara geliyor, Suriye’de de eli kulağında gibi. Türkiye’de de AKP 10 yıldır iktidarda. Bunlara toplu olarak baktığımızda “İslamcılık kazanıyor” diyebiliyor muyuz?

Kara: İslamcılık hareketi içerisinde uyumu öne çıkartan bir fikir her zaman kuvvetli bir unsur olarak vardır. Dolayısıyla uyum çizgisi üzerinden değerlendireceksek buna başarı olarak bakılabilir. Fikre ve muhtevaya, ilkelere bakan için başarı ölçüsü sadece uyum ve iktidara gelmek olamaz. Çünkü bunlar aynı zamanda çürütücü ve zayıflatıcı unsurlar.

İktidarı istiyorlardı ve elde ettiler.

Kara: Evet Mısır’da ve Tunus’ta iktidara mı geldiler. Yoksa oraya sürüklendiler mi? Benim fikrim iktidara sürüklendikleri istikametindedir. Türkiye’ye intikal etmeden şunu da söyleyelim: İslam dünyasında bugün olup bitenleri Soğuk Savaş sonrasının şartlarına İslam dünyasının uyarlanması olarak görüyorum. Ve bugünden geriye bakarak diyorum ki bu uyarlanma aslında Türkiye’de 12 Eylül ile, Mısır’da 1981’de Mübarek’in gelişiyle, 1979 İran devrimiyle, 1978 Pakistan darbesiyle başladı. Birinci etap budur. 70’lerin sonu 80’lerin başı. Bir de Afganistan Cihadı var. Bunların hepsi aslında Soğuk Savaş sonrası düzenlemelere doğru giden çizgiler. İslam dünyasının büyük coğrafyalarında yaklaşık aynı tarihlerde olan fakat ilk bakışta farklı tarafları önde gibi gözüken gelişmeler bu zaviyeden bakılınca birbirine yaklaşıyor. Türkiye’yi Mısır, İran, Pakistan üzerinden yeteri kadar açıklayamayız. Benzer tarafları var ama yeteri kadar açıklanması mümkün değil.

Uyum çizgisi ve adil düzen

Ne gibi farklılıkları var?

Kara: 1970 sonları ve 80 başlarında İslam dünyasının büyük coğrafyalarında İslamcılık hareketleri daha fazla radikalleşirken Türkiye’deki İslamcılık hareketleri uyum hattına doğru intikal ediyor. Mısır, İran, Pakistan bölgelerinde 1990’lardan sonra ve hatta 2000’lerde başlayacak olan yönelişler bizde 12 Eylül darbesinden sonra başlıyor. Uyum hattı kuvvetleniyor. Ben Türkiye’deki Milli Görüş hareketini fikriyat açısından önemseyen bir insan değilim biliyorsunuz. Fakat siyaset açısından, muhalefet söylemi açısından İslamcılığa dolaylı katkısı, etkisi itibariyle önemli bir harekettir. Bakınız MSP çizgisinin Refah Hareketi’yle birlikte sert muhalefet damarından vazgeçmesi, uyum çizgisine doğru seyretmesi 1980li yılların sonlarına doğru başlıyor. Adil düzen böyle okunabilir.

Yani Erbakan sistem karşıtı değildi...

Kara: Erbakan hiçbir zaman sistem karşıtı olmadı, biyografisi ortada, sistemi kendisinin, Müslümanların daha iyi çalıştıracağını, ıslah edeceğini savundu, ama sert ve etkili bir muhalif söylemi vardı. Onu sistem karşıtı gösteren ve iktidara taşıyan bu söylemdir. Bu söylem aynı zamanda İslamcılık hareketini de etkiledi, besledi, dönüştürdü.


‘Erbakan’dan önce mürteci siyasi figür Demirel’di’

Milli Görüş hareketinin ana hedefinin dindarların merkeze taşınması olduğu görüşüne katılıyor musun?

Kara: Tabii ama bunu başlatan Milli Görüş değil, DP ile başlıyor. Unutmayın, Erbakan’dan önce mürteci siyasi figür Demirel’di. Tesbihli, takkeli karikatürleri var. Bütün cemaat ve tarikatlar onu destekliyor. O da onları. Takunyalılar sözü onun bürokratları için kullanıldı ilk defa. İşte Özal kardeşler, Recai Kutan, Nevzat Yalçıntaş... Aynı zamanda bu Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin siyasi kültür açısından da analiz edilmesini gerektiren bir husustur. Türkiye’de din-devlet çatışması üzerine kurulu bir siyasi söylemin toplumsal karşılığı yoktur. Bunu da hesaba katmak lazım. Sadece Müslümanları sisteme taşımak ve hatta sert muhalefeti eritmek değil, burada Türkiye’deki din-devlet ilişkilerinin ana mantığı üzerinden bir siyasi söylem arama arayışı da var. Erbakan bu çizgiyi kuvvetlendiren bir isimdir şüphesiz.

Yeni Şafak’ta Akif Emre AKP’yi İslamcı değil de Müslümancı diye tanımlıyor. Böyle bir tabire nasıl yaklaşıyorsun?

Kara: Yine belki muhalefet ve uyum ayrımına intikal etmemiz lazım. AK Parti Türkiye’deki İslamcı çizgi içerisinde mütalaa edilecek. Biz beğenelim, beğenmeyelim tarihi olarak bu böyle. Fakat uyumu mutlaklaştırmış bir çizgi olarak. Müslümancı ifadesi belki psikolojik, bürokratik ve iktisadi manada doğru olur. Çünkü kültürel olarak, mesela din eğitiminin kalite kazanması, dini yayıncılığın, gazete ve televizyonların fikir ve muhteva itibariyle güçlenmesi manasında AK Parti’nin Türkiye’ye bir katkısını görmedik. Genel eğitim ve kültür alanından da bahsedebiliriz. Binalardan, bütçelerden, sayılardan bahsetmeyeceksek eğer AK Parti’nin tamamen ihmal ettiği alan milli eğitim ve kültürdür diyebiliriz. Milli eğitim ve kültür politikaları itibariyle Türkiye’nin iyi bir dönemden geçtiğini sanırım kimse iddia etmeyecektir. Ders kitapları felaket. İngilizcenin bu kadar tahakküm ettiği bir dönemde Türkçe, edebiyat, tarih eğitimi yerlerde sürünüyor. Üniversite diye bir şey kaldı mı çok şüpheli. Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları AK Parti döneminde yayıncılıktan vazgeçti. Kimsenin umurunda değil.



Yarın:

- AKP ile Gülen hareketi arasındaki farklar ve benzerlikler El Kaide Türkiye’de neden tutmadı

- İslamcılık öldü mü?


Yazının devamı...

‘Uluslararası çevreler şeriatçı bir oluşumu da destekleyebilir’

“Modern dünyada İslamcılık hareketlerinin harekete geçirici güçlerinden biri uluslararası çevrelerdir. Uluslararası merkezler için bir hareketin şeriatçı olması, milliyetçi olması, sosyalist olması önemli değil”

İslamcılık uzmanı Prof. İsmail Kara: Zeytinburnu Belediyesi, 17-18-19 Mayıs 2013 tarihlerinde, Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’ başlıklı bir sempozyum düzenledi. Birbirinden farklı araştırmacı, öğretim üyesi ve gazetecinin tebliğ sunduğu, ilginç tartışmaların yaşandığı ve geniş ilgi gören sempozyumun koordinatörü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. İsmail Kara’ydı. Bu son derece isabetli bir seçimdi, zira ilki 1986’da çıkan üç ciltlik “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” başlıklı antolojiyi hazırlayan Prof. Kara ülkemizde İslamcılık denince akla ilk gelen isimdir.

Sempozyumdan dört gün sonra İstanbul Kuzguncuk’ta İsmail’le buluştuk ve tam bir saat boyunca sohbet edip tartıştık. Semih Sakallı tarafından yayına hazırlanan bu söyleşinin İslamcılık tartışmalarına katkıda bulunmasını umuyorum. İlgililer kendisiyle Mart 1994’de Pazar Postası için yaptığım söyleşiyi http://www.rusencakir.com/Demokratiklesme-Islami-one-cikarir—-Soylesi-Ismail-Kara-14-Mayis-1994/2018 ve Haziran 2008’de yine Vatan Gazetesi için yaptığım söyleşiyiyse http://rusencakir.com/Ismail-Kara-Cemaat-ve-tarikatlar-sivil-toplum-hareketi-degildir/979 bağlantılarından okuyabilir.

İslamcılık sempozyumunun koordinatörü olarak ne umdun ve ne buldun?

Türkiye merkezli olarak İslamcılığı tartışmak istedik. Çünkü İslamcılık bizde Türkiye merkezli hiç tartışılmadı. Tabii ki İslamcılık sadece Türkiye üzerinden bütünüyle konuşulamaz. Bu düşünce ve hareketin Türkiye’den dışarıya dönük, dışarıdan Türkiye’ye dönük ve hatta uluslararası çevrelerden Türkiye’ye dönük tarafları var. Bunları hem tarihi, hem tematik, hem de aktüel yönleriyle olabildiğince konuşmak, tartışmak istedik. Hedefimiz bu sempozyumu vesile edinerek bir kitap hazırlamak.

- Sonuçta sempozyum nasıl bir katkı sağladı?

Tekrar tartışmanın önünü açtı, belki bir usul de gösterdi. Benim İslamcılık sempozyumuna müdâhil olmam hem bir avantaj hem bir dezavantaj. Esasında bunun problemlerini bildiğim için orada organizatör olarak resmen gözükmedim. Sonuçta, muhteva olarak başarı oranı çok çok yüksek değil bana göre. Türkiye şartlarında iyi sayılır. Organizasyon ve hizmetler çok iyiydi yalnız, nerede ise hiçbir aksama olmadı denebilir. Kitap aşamasının daha iyi olacağını düşünüyorum. Zaten birçok konuşmacı da tebliğini bütünüyle sunamadı.



Muhalefetten uyuma

- Dünyadaki İslamî hareketlerde, birbirinden habersiz kimselerde benzer yönelişler görüyoruz. Bir dönem Müslüman Kardeşler çizgisi hâkimdi, ardından İran Devrimi yaşandı. Bu arada çok fazla politik olmak istemeyen, çoğu tasavvufa yakın cemaatler varlıklarını sürdürdü. Yakın dönemde El Kaide ortaya çıktı ve şimdi de İslamcılar teker teker iktidara geliyor. Bu durumları küreselleşmeyle mi açıklayacağız?


Burada çok farklı değişkenlere göre değerlendirilmesi gereken bir hadise var. Hadiseye fikrî olarak bakarsanız tarikatlar ve cemaatler hariç, bu aktivist hareketlerin fikrî muhtevasının benzerliklerini öne çıkarabiliriz. Yeni-Selefi hareketiyle Müslüman Kardeşler arasında çok rahatlıkla fikrî irtibat kurulabilir. Hatta Türkiye’deki cumhuriyet öncesi İslamcılıkla irtibat kurulabilir. O bakımdan bunların benzer taraflarını öne alarak analiz yapmak hiç de zor olan bir şey değil. İkinci bir değerlendirme unsuru şu: Muhalefeti mi yoksa uyumu mu öne çıkartıyorlar? Bu açıdan baktığınızda bu hareketler kendi tarihleri içerisinde bile farklı şekilde duruyor. Bunun en tipik örneği Mısır’daki Müslüman Kardeşler. Türkiye’deki AK Parti. Çok kısa zaman önceki tarihlerine baktığımız vakit muhalif bir hareket olarak karşımıza çıkıyorlar. Bugün baktığımızdaysa uyum politikaları takip ediyorlar. Bu durum yorumcuları da çok ciddi ölçüde yanıltıyor. “İslamcılık öldü” tartışmalarının en önemli problemi de belki burası.

‘İslamcılık 1924-44 arası hiç yoktu’

- Yani “İslamcılık hem uyumu hem muhalefeti barındırır. Dönemsel olarak uyum veya muhalefet öne çıkabilir ama yapı hep aynıdır” mı diyorsun?

İslamcılık Türkiye’de de, dünyada da İslam’ın bir alt başlığıdır. Modern dünyada zaman zaman bu yeni yorum İslam’ın önüne çıkıyor veya çıkartılıyor. Ayrıca görünürlüğü de var. Yani öne çıkmasında sakınca yok. Fakat ilim ve fikir adamlarının ihmal etmemesi gereken şey, İslamcılığın İslam’ın alt başlığı olduğudur. Dolayısıyla İslam çok taraflı büyük bir problem olarak hem modern dünyanın, hem İslam ülkelerinin karşısında durduğu müddetçe bunun bir alt başlığı olan İslamcılık varlığını kesin olarak sürdürecektir. Bu mantıki bir çıkarımdır. Bunun inişi çıkışı, muhalefet tarafının zayıflaması uyum tarafının yükselişi gibi hususlar hep olacaktır. Bugün Türkiye’de olup bitenden yola çıkarak İslamcılığın ölümünü ilan edersek 1924-1944 arasına ne diyeceğiz? O tarih diliminde İslamcılık hiç yoktu. Sessizliğe gömülmüş bir hâldeydi. Nasıl oluyor da bu kadar uzun zaman sessizliğe bürünmüş bir hareket tekrar canlanabiliyor? Bu arada üçüncü bir noktayı atlamayalım: Modern dünyada İslamcılık hareketlerinin harekete geçirici güçlerinden biri uluslararası çevrelerdir. Bunu unutuyoruz. Bu yükseliş ve düşüşlerde sadece İslam ve İslam dünyasının yerel dinamiklerini değil aynı zamanda uluslararası çevrelerin bu hareketlerle münasebetlerini, yönlendirme ve biçimsizleştirme taleplerini, bir yere doğru itme politikalarını ihmal edemeyiz.

Modern dünya ve İslam

- Neden?

Çünkü felsefi olarak modern düşüncenin karşısında duran tek şey İslam. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi modern dünyanın kurucu unsuru değil. İslam hâlâ modern dünyanın karşısında felsefi olarak duran tek din, kültür ve blok. Bu bloğun binlerce rengi, farklı seviyesi var. Dolayısıyla modern dünyanın İslam’la ilgilenmesi normal. İslam’ın modern dünyanın karşısında fiili olarak bir tehdit olmadığını biliyoruz. Fakat potansiyel olarak neredeyse tek tehdit unsuru. Fiili olarak tehditmiş gibi gösterilmesi uluslararası çevrelerin başarısıdır.

- Neden fiili olarak tehdit değil?
Bunun için maddi güç lazım.

‘Hilafet karşıtı fikirlere yanıtı sözlükçü Redhouse verdi’

- Potansiyel tehdidi algılayan Müslüman olmayan güçler bu hareketleri denetim altına almak için çaba mı sarfediyor?

Kara: Hem de nasıl. Bunun çok uzun bir tarihi var. Meseleyi görmek için tarihi bir örnek veriyorum. Osmanlı hilafetinin gayri meşruluğunu ilk defa Hindistan’daki İngiliz misyonu elemanları dile getiriyor. Londra’da çıkıyor bu yayınlar. İngiliz politikacılarının bu Osmanlı hilafeti karşıtı fikirlerini cevaplayan kişiyse o sırada İstanbul’da üst düzey bir bürokrat olarak çalışan meşhur sözlükçü Redhouse. Bu hilafet karşıtı söylemlere cevap veriyor ve Osmanlı hilafetini savunuyor. Daha önemli olan, bu metnin de Londra’da basılmış olmasıdır. Yani Londra hem hilafeti savunan çizgiyi hem hilafet karşıtı çizgiyi kontrol edebiliyor.

- Peki bunu günümüze uyarlarsak?

Uluslararası merkezler için bir hareketin şeriatçı olması, milliyetçi olması, sosyalist olması önemli değil. Önemli olan kullanılmaya elverişli olup olmadığıdır. Peşi sıra da tabii kontrol edilip edilemediğidir. Onun için uluslararası çevreler ‘şeriatçı’ bir oluşumu destekleyebilir. Bunda şaşırtıcı bir şey yok. Yakın ve uzak tarihte örnekleri de var.

Yarın: Türkiye İslamcılığının özgünlüğü Ümmetçilik gerçeği Erbakan sistem karşıtı mıydı?

Yazının devamı...

Yanlış politikaların uygulayıcısı

Hayri Kozakçıoğlu, Türkiye’nin ilk Olağanüstü Hal Bölge valisiydi. Ancak Kozakçıoğlu’nun OHAL valiliği performansı aslında tam bir fiyaskoydu. Sorun onun şahsından çok devletin ret, inkar ve asimilasyona dayanan Kürt politikasından ve baskıyı temel alan OHAL yaklaşımından kaynaklanıyordu. Öyle ki yerine atanan Necati Çetinkaya bu itibarlı görevi kabul etmek istememiş, bir yıl içinde de yerini Ünal Erkan’a bırakmıştı. Erkan’ın çocuklara şeker dağıtıp sokakta onlarla top oynaması da durumu kurtarmaya yetmedi. Ardından üç kişi daha bu makama getirildi ve 2002’de hiçbir şeyi çözmemiş, aksine sorunları daha da derinleştirmiş bir kurum olan OHAL Valiliği lağvedildi.

Kozakçıoğlu ile bundan yaklaşık 10 yıl önce, Vatan Gazetesi için hazırladığım Türkiye’nin Kürt Sorunu dizisi (daha sonra Metis Yayınları’ndan aynı isimle kitaplaştırıldı) kapsamında görüşmüştüm. Söyleşiye de yansıdığı gibi, hem kendi kişisel başarısızlığının, hem de devletin yanlış politikalarının farkında, yani hataları gören ama köklü bir özeleştiriye yönelmeyen, belki de yönelemeyen bir Kozakçıoğlu imajı kalmış hafızamda.

Bu girişin ardından Kozakçıoğlu ile yaptığım söyleşinin bazı bölümlerini hatırlatmak istiyorum.

- Kuzey Irak’taki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kuzey Irak bizim irademizin dışında, Batı ülkelerinin ve ABD’nin beyninde oluştu. Böyle olacağı 1991’de Birinci Irak Savaşı sırasında Amerikan yetkilileri tarafından söyleniyordu. Tepedekiler söylemiyordu ama orta pozisyonda bulunan kişiler bugünkü tabloyu o gün çiziyorlardı. Türkiye gibi büyük ve güçlü bir devleti bu bölgede pek fazla istemedikleri için aleyhindeki oluşumlara daima kucak açıyorlar... Şimdi AB de aynı hikaye. Görecekseniz ileride başka kriterler koyacaklar; şimdi Kıbrıs diyorlar, bir süre sonra Güneydoğu’yla, Kuzey Irak’la, hudutlarla ilgili pek çok kriter dayatacaklar. Yıllarca Irak’ın toprak bütünlüğü dedik de ne oldu? Kendin sağlayamayacaksan, Irak’ın toprak bütünlüğünü sonuna kadar savunmanın bir anlamı yok; savunsan ne olur savunmasan ne olur? Irak’ınkinden bütünlüğünden ziyade senin toprak bütünlüğün önemli.

- Ne yapmalı peki?

Kendi sorununu en iyi şekilde, başkalarının müdahalesine, isteğine, tavsiyesine kalmadan çözümleyeceksin. Vaktiyle Suriye’ye kızıyorduk, teröristleri Bekaa Vadisi’ndeki kampta besliyor, eğitiyor diye. Bekaa Vadisi Suriye’nin hakimiyetindeydi. Bugün ABD’nin pozisyonu da aynıdır. ABD silahıyla barınmasına göz yumduğu müddetçe PKK’lı neden gelip teslim olsun? Terör olayı kendine has bir yaşam tarzı çıkarmış. Orada 40-45 yaşında insanlar var, yıllardır dağdalar. Adamın mesleği, toprağı yok, diyelim ki silahını bırakıp geldi, ne yapacaksın adama? Var mı kanunda böyle bir şey? Yok. Bu bölge için ekonomi, eğitim, kültür ve diğer toplumsal alanları kapsayan komple bir özel program geliştirilmeli.

- Yasal siyaset imkanı da açılmalı mı?

Yasal siyasetten Türkiye’nin korkmaması lazım. İleride izin verin, korkmayın bir şey çıkmaz. Kimse Türkiye’de etnik ya da dini bir grubun tüm mensuplarının aynı kişiye oy verdiğini sanmasın. Adam diyorsa ki “bu bayrak benim bayrağım, bu devlet benim devletim, bu vatan benim vatanım, bölünmez”, ne isterse ver, hiçbir problem çıkmaz. Ama “ben bu bayrağı sevmiyorum, bu devleti istemiyorum” diyorsa versen de problem çıkar...

(Söyleşinin tamamını http://www.rusencakir.com/Turkiyenin-Kurt-Sorunu—-6/8 bağlantısından okuyabilirsiniz)

Yazının devamı...

“Süslüman” taşlamak

“Süslüman” tabiri ilk gözüme çarptığında, bir yazım hatası olduğunu sanmıştım. Sonra, tam tersine bir kelime oyununun söz konusu olduğunu fark ettim. Biraz araştırınca, lüks tüketim tutkunu muhafazakâr kadınları tanımlamak için “süs” ve “Müslüman” kelimeleri birleştirilerek türetilmiş bu yeni tabirin yaklaşık 4 yıl önce sosyal medyada dolaşıma girmiş olduğunu öğrendim. Başta pek ilgi uyandırmayan bu nitelemenin son günlerde hayli popüler olduğunu görüyoruz.

Anlaşıldığı kadarıyla “süslüman”ı iki farklı kesim, eleştirmek, hatta dalga geçmek için kullanıyor: 1) İslamcılık karşıtları; 2) İslami hareket içinde anti-kapitalist eleştiri geliştirmek isteyenler. İkinci grup neyse de ilk grupta yer alanların, başkaları yaptığında pek de dert edinmedikleri lüks tüketim, “marka bağımlılığı” gibi hususları dindar kadınlara yakıştırmamaları tam bir çifte standart örneği. Hele lüks tüketimin İslam’da caiz olmadığını kanıtlamaya çalışmaları bir tür komedi.

Aleni ayrımcılık

Ama “süslüman” tabiri daha vahim bir zaaftan besleniyor: Kadınlara yönelik ayrımcılık. Şöyle ki, Türkiye’de dindarların tüketim toplumuna eklemlenmesinin esas taşıyıcısı erkeklerdir. Zira tüketim için gerekli olan parayı büyük ölçüde onlar kazanıyor ve bunun önemli bir bölümünü de yine onlar tüketiyor. Ancak olağanüstü dikkat çekici kıyafetlere bürünmemişlerse bir erkeğin muhafazakâr olup olmadığını anlamak çok kolay olmayabiliyor. Bu nedenle örneğin, son model lüks bir arabayı kullanan diyelim ki 10 muhafazakâr erkeği fark etmeyiz ama direksiyonda baş örtülü bir kadını gördüğümüzde hemen hüküm belirten cümleler kurabiliriz.

Öte yandan dindar bir kadının lüks tüketime eşinin, babasının ve/veya erkek kardeşlerinin onayı ve tabii ki finansmanı olmadan yönelmesi pek mümkün değildir. Dolayısıyla işin içindeki erkek boyutunu göz ardı edip sadece kadınları görmek, onları eleştirmek, hatta suçlamak tek kelimeyle haksızlıktır.

Eski bir trend

Şunu da vurgulamamız şart: Dindarların tüketim toplumuna eklemlenmesi yeni, örneğin AKP iktidarıyla başlayan bir olgu değil. Örneğin 1990’da yayınlanan “Ayet ve Slogan“ adlı kitabımda “İslami pazarlama”yı, kitabın son bölümünde, “yakın çağın dinamikleri” başlığı altında, ilk maddelerden biri olarak yazmıştım. O zamanlarda da yine en fazla dikkati kadınların tüketimi, örneğin tesettür giyimin parlak bir sektöre dönüşmesi çekiyordu, ama olay bundan ibaret değildi. Kuşkusuz Refah Partisi’nin belediye başkanlıklarını kazanması, ardından kısa süreli Refahyol hükümeti ve nihayet AKP iktidarıyla bu trend alıp başını gitti.

Gelinen noktada dindarların tüketim toplumuyla pek bir dertlerinin olmaması olgusunu basit bir eleştiri malzemesi yapmaktan önce bunun nedenleri üzerine düşünmek daha isabetli olacaktır. Örneğin bu olgudan hareketle Türkiye’de dindarların aslında kapitalizmle, globalizmle ciddi bir dertlerinin olmadığını, dolayısıyla İslami hareketten “sistem karşıtı“ bir duruş beklemenin yanlış olacağını söyleyebiliriz.

Bunun yerine sadece bazı dindar kadınları karikatürize edip buradan bir İslamcılık (ve AKP) eleştirisi üretmeye çalışmak nafiledir.

Yazının devamı...

Milli Görüş’ün günümüzdeki devamı kim?

Zeytinburnu Belediyesi, 17-18-19 Mayıs 2013 tarihlerinde, Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Sempozyumu” düzenledi. Ülkemizde İslamcılık düşüncesini en iyi bilen isim olan Prof. İsmail Kara’nın danışmanlığında hazırlanan sempozyumu izleyenlerin büyük ölçüde memnun kaldıklarını gördüm ve işittim. Sempozyumun ilk gününde, ben de “Aktüel İslamcılık Tartışmaları” başlıklı oturumda “Milli Görüş: Dün, Bugün, Yarın” başlığıyla bir konuşma yaptım. İlgililer konuşma metnini şu bağlantıdan okuyabilir: http://rusencakir.com/Milli-Gorus-hareketi-Dun-bugun-yarin/2020

Sistem karşıtı değil sistem dışı

Yusuf Kaplan’ın yönettiği, benden başka Prof. Ali Yaşar Sarıbay, Prof. Mümtaz’er Türköne ve Nuh Yılmaz’ın katıldığı bu oturuma tabii ki Mümtaz’er’in bir süredir dile getirdiği, hatta kitabını da yazdığı “İslamcılık öldü” tezi damgasını vurdu. İslamcılığı esas olarak “muhalif” bir ideoloji olarak görüp iktidarla tanışınca ister istemez öleceğini düşünmenin yanlış olduğu kanısındayım. Ama bu tahrik edici ve verimli tartışmayı ileriki yazılara erteleyip Milli Görüş’ün bugünü ve geleceği üzerine söylediğim bazı hususları tekrarlayıp biraz da açmak istiyorum.

1) Türkiye’de sistem karşıtı İslamcılık hiçbir zaman etkili olmadı. Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş, cumhuriyeti kuran kadroların sistemin dışına itmiş olduğu dindarların tekrar sistemin merkezine taşınması hareketiydi. Ancak merkezdeki iktidar sahipleri, bu hareketin o misyonu gerçekleştirmesine izin vermediler.

2) Dindarların merkeze taşınması AKP eliyle oldu. Dolayısıyla, sırf bu nedenle olsa bile AKP’yi Milli Görüş’ün devamı olarak görebiliriz.

3) Saadet Partisi, Milli Görüş’ün geçmişine sahip çıkma iddiası nedeniyle bugüne ve ileriye bakmada zorlanıyor.

4) Milli Görüş’ün geleceği AKP’nin geleceğiyle büyük ölçüde iç içe geçmiş durumdadır.

5) Dindarları sistemin merkezine taşıyarak Türkiye’yi önemli ölçüde normalleştiren AKP, tam anlamıyla normalleşmeyi gerçekleştirmek için sistem dışına itilmiş olan ikinci önemli grubu, yani Kürtleri de merkeze taşımak zorunda.

SP’lilerin bu tespitlerime itirazları olduğunu biliyorum. Ancak zamana ayak uydurmakta zorlandığı için iyice güçten düşen, kalan enerjisini de iç iktidar kavgalarına harcaması muhtemel olan bu partinin Milli Görüş’ü temsil yetkisini, hatta tekelini iddia etmesinin fazla inandırıcı olduğu kanısında değilim. SP’lilerin, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının “Milli Görüş gömleğini çıkardık” sözlerini sürekli hatırlatmaları da ne zamandır işlevsel olmaktan çıkmış durumda. Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarından sonra, yakın dönemde SP’den AKP’ye yeni katılımlar olmasını öngörebiliriz.

Anlaşılan bu konuyu daha çok tartışacağız...


Berfo Ana’nın ocağı tütsün diye...

12 Eylül askeri rejiminde gözaltında kaybolan ilk kişi Cemil Kırbayır oldu. Annesi Berfo Kırbayır yıllarca oğlunun geri dönmesi için evinin kapısını açık bıraktı. Zamanla yakınları kaybolanların simge ismi hâline gelen Berfo Ana’yı şubat ayında, 105 yaşındayken kaybettik.

Ardahan’ın Göle İlçesi’ndeki Berfo Ana’nın evi Cemil Kırbayır’ın düşüncelerini yaşatmak için Cemil Kırbayır Kültürevi‘ne dönüştürülüyor. 22 Mayıs 2013 Çarşamba (yarın) saat 20.00‘de İstanbul Beşiktaş Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde bu amaçla bir dayanışma konseri yapılacak. Konser gelirleri Kültürevi’nin yapımına harcanacak.

Bandista, İsmail Hakkı Demircioğlu, Niyazi Koyuncu, Suavi ve Yavuz Bingöl’ün katılacağı konsere 0532 652 22 77 numaralı telefon aracılığıyla davetiye alabilirsiniz.

Yazının devamı...

Reyhanlı’da tezgâhlanan oyunu bozmak mümkün

Reyhanlı’ya girdiğimizde ilk dikkat çeken şey, sanki milli bir bayram varmış gibi ev ve iş yerlerinin Türk bayraklarıyla donatılmış olmasıydı. Bunun iç içe geçmiş iki nedeni olduğunu düşünüyorum: İlki, bazı Suriyeli göçmenlerin Türk bayrağını yırttığı iddiaları ki bu kanıtlanmış değil. İkincisiyse Reyhanlı halkının, Türkiye’ye ve devlete bağlılıklarını göstermek istemeleri.

Örneğin bir taziye çadırında sohbet ettiğimiz, yeğeni Ahmet Hamdi Bozkaya’yı terör saldırısında kaybetmiş olan Hüseyin Şahbaz şöyle konuşuyor: “Bizim Türkiye’ye pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz sananlar var. Halbuki biz halatla bağlıyız. Kimse bizi koparamaz.”

Şahbaz öfkesini, bir televizyon programında adını vermediği bir tartışmacının Reyhanlı olaylarından hareketle Hatay’da yaşayan Arapların çoğunun gönlünün Suriye’de olduğu yolundaki sözlerine dayandırıyor ve şöyle devam ediyor: “Kimse sağdan soldan duyduklarıyla konuşmasın. Bugün Türkiye’de devletine-bayrağına en fazla sahip çıkan ilçeler arasına girer Reyhanlı.”

Kulaktan dolma bilgiler

Şahbaz hiç de haksız değil. Biz de dünkü yazımızı “Eğer bizler (Reyhanlı’da tezgâhlanmak istenen) bu oyunu bozmak istiyorsak bu türden son derece kırılgan konuları ele alırken daha dikkatli ve sorumlu davranmak zorundayız” diye bitirmiştik. Ama medyada bilgisizlik ve sorumsuzluğun karman çorman olduğu o kadar çok haber ve yorumla karşılaşıyoruz ki oyunu bozmak çok zor olacağa benzer. Bunların en yaygını, Mihraç Ural denilen, yıllar önce Türkiye soluyla bağını kopartmış ve kendisini Suriye rejiminin hizmetine sunmuş kişi üzerinden Hatay bölgesi Alevilerinin bir şekilde hedef gösterilmesi. Üstelik bu yapılırken “aman mezhep gerginliği olmasın” türünden uyarıların da illa eklenmesi.

Bir diğeri de, nerdeyse Alevi sayısının yok denecek kadar az olduğu Reyhanlı’da Suriyeli göçmenlerin maruz kaldıkları tacizlerden yine, bir şekilde Alevilerin sorumlu tutulmaya çalışılması. Halbuki önceki günkü yazımızda vurgulamıştık. Tekrarlayalım:

1) Reyhanlı halkıyla buraya göçmüş Suriyeliler arasında belirgin bir etnik ve mezhebi farklılık yok, hatta akrabalık ilişkileri hayli yaygın. Öyle ki dünkü yazımızda sözünü ettiğimiz, Gül’e “Reyhanlı’da Suriyelileri istemiyoruz” diye seslenen Suphi Güdük “içlerinde akrabalarımız olsa bile” diye de eklemişti;

2) Son seçimlerde AKP Reyhanlı’da oyların yüzde 68’ini almış. Ardından yüzde 14 ile CHP, yüzde 12 ile MHP gelmiş. Önceki gün ziyaret ettiğim 5 taziye çadırında da, yakınlarını kaybedenlerin oylarını AKP’ye vermiş olduklarını ve hükümete kızgın olmakla birlikte desteklerini sürdürdüklerini gözledim.

Reyhanlı’nın değişen dokusu

Reyhanlı’da patlama sonrası göçmenlerle yaşanan gerginliklerin ciddi ekonomik nedenleri de var. Örneğin buraya gelen varlıklı Suriyeliler, emlak fiyatlarının olağanüstü değişmesine neden olmuş. Öyle ki “Uygun fiyata ev bulamadıkları için gençler evlenemiyor” diyenlere bile tanık oldum. Öte yandan yoksul Suriyeliler de çok düşük fiyatlara çalıştıkları için kentin gençlerindeki işsizlik oranı yükselmiş. Görüldüğü gibi patlamalar, zaten ekonomik ve toplumsal dokusu büyük ölçüde değişen ve bunun sancılarını yaşayan Reyhanlı’da ne kadar birikmiş tepki varsa hepsinin dışavurumuna vesile olmuş.

Bundan sonra ne olacağı konusuna gelince: Halkın kendilerine kötü davranacağından endişelenen Suriyelilerin imkânları az olanlarından bazılarının kendi ülkelerine, çok olanlarından bazılarının da Türkiye’nin daha iç bölgelerine gittiği söyleniyor. Bununla birlikte binlerce Suriyeli’nin kentte kaldığı ancak eskisi kadar sosyal hayata dâhil olmadıkları biliniyor. Çok sayıda Reyhanlılı’dan “Korkudan evlerinden çıkamıyorlar, onlara ekmeklerini, yemeklerini biz götürüyoruz” sözlerini işittim.

Sanıyorum ilgili herkes soğukkanlılığını koruyabilirse bir süre sonra Reyhanlı’da hayat normale dönebilir. Ancak devletin yeni terör eylemlerine geçit vermemesi, özellikle farklı etnik ve mezhep gruplarının bir arada yaşadığı bölgelere yoğunlaşması şart.

Yani bu oyunu bozmak mümkün.

Yazının devamı...

Tevekkül ve intikam duyguları arasında bir kent

Reyhanlı’da bir taziye çadırındayız. 33 yaşındaki oğlu Muhammed Ali‘yi kaybetmiş ve diğer oğlu Abdullah‘ın hastaneden iyi haberlerinin gelmesini bekleyen ak sakallı İbrahim Karakuş, ayet ve hadislerden de alıntılar yaparak Müslümanlar arasında savaş çıkartmak isteyenlere karşı birlik olunmasını; Suriyeli göçmenlerin kendilerine Allah’ın emaneti olduğunu, onlara sahip çıkmaları gerektiğini söylüyor. Hemen solunda oturan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de onun her sözünü başıyla onaylıyor.

Ben tam karşılarında oturuyorum. Karakuş sözünü bitirir bitirmez solumdaki bir genç ayağa kalkıyor. Heyecandan sesi titriyor. Adı Suphi Güdük, 30 yaşındaki kardeşi Turgay saldırıda hayatını kaybetmiş. Kısa ama net konuşuyor: “Ben kardeşimi şehit verdim. Bizler artık Suriyelileri istemiyoruz. Bu acıyla onları bir daha görmek istemiyorum.“

Sağımda Hatay’ın bir zamanlar en popüler siyasetçisi olan Murat Sökmenoğlu var. Artık çiftçilikle uğraşan bu deneyimli isme soruyorum, “hangisi Reyhanlılıların gerçek duygusunu yansıtıyor?” diye. “Aslında her ikisi de. Çünkü ikisinde de kötü niyet yok. Ama genç olanın sözlerinin daha fazla rağbet göreceği kesin, çünkü maalesef insan canı ağır gelir.“

Tereddütler diyarı

Dün Reyhanlı’da, önce Cumhurbaşkanı’nın temaslarını izledim. Açıkçası halkın içine karışmasına rağmen hemen hemen hiçbir protestoyla karşılaşmamış olması, aksine yoğun ilgi görmesi, sık sık alkışlanması şaşırtıcıydı. Çünkü kentte devlete yönelik ciddi bir öfke olduğu söyleniyordu. Hatta Gül‘e bu nedenle Reyhanlı’ya gitmemesini telkin edenler de olmuştu. Sonuç olarak ya geçen süre zarfında devlete yönelik kızgınlık yatışmış ya da tepkiler devletin tümüne değil de sadece hükümete yönelikmiş. Kentte yaptığım görüşmeler ışığında şunu söyleyebilirim: Reyhanlı halkı Gül’ü ayrı bir yere koyuyor olabilir ama anladığım kadarıyla devlete kızgınlık, öfke ve bunlardan hareketle güvensizlik yer yer sürmekle birlikte büyük ölçüde bir yumuşama söz konusu. Nitekim Gül’ün kenti terk etmesinin ardından iki taziye çadırını daha ziyaret ettim ve buralarda acılı baba ve akrabaların devlete yönelik şikâyetleri olmakla birlikte esas olarak ona bağlılığı öne çıkarttıklarını gördüm.

Bunun önde gelen nedeniyse daha terör saldırısının yaralarını saramadan Reyhanlı halkının, en azından bir bölümünün Suriyeli göçmenlere karşı bazı hareketlere giriştikleri iddiası. Konuştuğum hiç kimse, özellikle saldırının hemen ardından bazı Suriyelilere, onların ev, iş yeri ve arabalarına yönelik saldırılar olduğunu kesin bir dille reddetmedi. Ancak gazeteci Hakan Albayrak‘ın dile getirdiği “üç göçmenin, başları büyük taşlarla ezilerek öldürüldüğü ve bunların örtbas edildiği“ iddiası kentte tam bir infial yaratmış durumda. Öyle ki gazeteci olduğumuzu söylediğimiz her Reyhanlılı bize önce son derece öfkeli bir dille Albayrak’tan söz etti.

Albayrak’ın yol açtığı infial

Hakan’ı 25 yılı aşkın bir süredir tanırım. Ondaki aktivist ruhu da iyi bilirim. Angaje olduğu her davada yaptığı gibi son dönemde Suriye muhalefetine de neredeyse şartsız destek verdiğini biliyoruz. Ancak dünkü yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bazı Reyhanlılıların göçmenlere yönelik utanç verici davranışlarını, çıtayı alabildiğine yükselterek gündeme getirmesinin kimsenin hayrına olmadığı anlaşılıyor.

Sonuç olarak, eğer cumartesi günkü terör eylemlerini gerçekleştirenlerin amaçlarından biri, kendilerini itirazsız sahiplenip kapılarını açan kesimlerle Suriyeli göçmenlerin arasını açmaksa Reyhanlı’da bu hedefe büyük ölçüde ulaşılmışa benziyor. Eğer bizler bu oyunu bozmak istiyorsak bu türden son derece kırılgan konuları ele alırken daha dikkatli ve sorumlu davranmak zorundayız.

Reyhanlı izlenimlerimize yarın devam etmek üzere.

Yazının devamı...

Suriye’ye bakışta ifrat ve tefrit

Yerel halkın bir bölümünün, Reyhanlı’daki bombalı saldırılardan doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, bu ilçedeki binlerce Suriyeli göçmeni sorumlu tutup onları mağdur etmelerini “yanlış, ayıp ve utanç verici” olarak nitelemiştik. Mazlumder’in Reyhanlı’da yaşananlar üzerine hazırlamış olduğu “ön inceleme raporu” (http://www.mazlumder.org/faaliyetler/detay/basin-aciklamalari/1/—mazlumder-hatay-reyhanli-on-inceleme-raporu/9964) bu mağduriyetler hakkında epey bilgi sunuyor bizlere. Yine aynı raporda Reyhanlı’daki yetkililerin, göçmenlere karşı provokatif hareketlere kalkışan kişileri bildikleri ama müdahale etmedikleri de ileri sürülüyor.

Mazlumder’in belli bir sorumluluk duygusuyla kaleme alınmış raporu ne derece övgüyü hak ediyorsa, Reyhanlı’da halkın bir bölümünün yanlışlarından hareketle “Nazi Almanyası” tasvirleri yapmak; bu arada doğrudan ya da dolaylı bir şekilde Hatay ve çevresindeki mezhep farklılıklarını işin içine katmaya çalışmak o derece eleştiriyi gerekli kılıyor.

Reyhanlı gerçekleri

Evet, değişik bahanelerle göçmenleri taciz eden, ayrımcılık yapan kişileri teşhir ve onlarla mücadele etmek elzem ama bazı noktaları akılda tutmak kaydıyla. Örneğin:

1) Reyhanlı halkıyla buraya göçmüş Suriyeliler arasında belirgin bir etnik ve mezhebi farklılık yok;

2) Son seçimlerde AKP Reyhanlı’da oyların yüzde 68’ini almış. Ardından yüzde 14 ile CHP, yüzde 12 ile MHP gelmiş.

Yani Reyhanlılıların, Suriye muhalefetine ve Türkiye’deki siyasi iktidara karşı belirgin bir önyargıları olduğu pek söylenemez. Daha doğrusu başlangıç itibariyle öyle olsa gerek. Aksi takdirde nerdeyse ilçe nüfusu kadar Suriyeli’nin buraya yerleşmesi sürecinde ciddi olaylar yaşanırdı.

Dolayısıyla Reyhanlılıların en azından hatırı sayılır bir bölümünün, Suriyeli göçmenlere ve AKP’nin Suriye politikasına bakışlarının belli bir süre içerisinde evrilmiş olduğunu, son katliamla birlikte büyük ölçüde değiştiğini düşünebiliriz.

Hükümeti eleştirmek

O zaman Reyhanlılıların bir bölümünün Suriyeli göçmenlere yönelik utanç verici davranışlarına karşı dururken aynı zamanda onlardaki kötüye doğru dönüşümün nedenlerini de sorgulamamız şart. Tabii ki işe hükümetin Suriye politikasıyla başlamak gerekiyor. Baas rejimine birkaç haftalık ömür biçip Suriye’nin bir ucundan diğerine kaç saatte ulaşılacağı hesapları yapılırken bugün gelinen nokta ortada. Bu fiyaskonun samimi bir şekilde değerlendirilmesi yapılmadan Reyhanlı olaylarıyla yüzleşmek ne derece mümkün olabilir?

Öte yandan Suriye politikasını, göçmen sayısını artırma temeli üzerine inşa etmiş olan Ankara’nın göçmenlerin yoğun bir şekilde yaşadığı bölgelerde gerekli/yeterli güvenlik önlemlerini neden almadığını da sorgulamalıyız.

Tabii bu arada, Mazlumder raporunda ayrıntıları verilen Suriyeli göçmenlere yönelik taciz ve saldırıların yerel merciler tarafından neden engellenemediğini, bunların sorumluları hakkında ne gibi işlemler yapıldığını da sormamız gerekiyor.

Bu sorgulamaların, ucu Ankara’ya dokunanlarını atlayıp, sorumluluğu sadece sivillere yükleyip, bir de üstüne “Bu hükümetin Suriye siyasetinin asaleti, şerefi, şanı bu ülkeye beş numara büyük!” diyerek Esad rejimine karşı en sağlam duruşu sergilemiş filan olmuyorsunuz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.