Şampiy10
Magazin
Gündem

Çözüm süreci sürüyor mu?

Gezi direnişinin patlak vermesiyle birlikte ülke gündemindeki birçok konu ister istemez unutuldu. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Kürt ve PKK sorunlarını sonlandırmayı hedefleyen “yeni İmralı süreci” veya “çözüm süreci”dir. Gezi direnişinin bir ölçü sakinleştiği bir ortamda çözüm sürecinde hangi noktada olduğumuzu kontrol etmek yararlı olabilir.

Süreç PKK’nın ülke içindeki silahlı güçlerini Irak Kürdistanı’na çekmeye başlamasıyla iyi bir ivme yakalamıştı. Kısa süre içinde tamamlanması beklenen bu geri çekilmede kayda değer yol kazaları da yaşanmaması da son derece olumluydu. Öte yandan akil insanlar ülke çapındaki faaliyetlerini tamamlayıp raporlarını hazırladılar. Ve gözler doğal olarak hükümete çevrildi.

Şikâyet ve eleştiriler

Tam hükümetin “ikinci aşama” olarak tanımlanan demokratikleşme konusunda neler yapacağı beklenirken Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinden peş peşe şikâyet ve eleştiriler gelmeye başladı. Öncelikle Abdullah Öcalan, ardından Murat Karayılan ve doğal olarak BDP ve DTK’nın önde gelen isimleri bir yandan hükümeti, ikinci aşama konusunda tutuk davranmakla suçlarken diğer yandan bazı gelişmelerden dolayı kaygılarını dile getirdiler. Bunların bazılarını sıralayacak olursak:

1) Uludere/Roboski olayının aydınlatılmaması ve sorumlularının cezalandırılmaması;

2) PKK’lıların boşalttıkları yerlerde yeni karakolların inşa edilmesi;

3) TSK jetlerinin PKK üslerine yönelik keşif

uçuşları;

4) Koruculuk sisteminin lağvedilmemesi;

5) KCK davalarının

seyri;

6) Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmemesi;

7) Başbakan’ın Öcalan’dan yine “bölücübaşı” diye söz etmesi...

Karayılan’ın verdiği son mülakatta “aslında devlet, bu uygulamalarla deyim yerindeyse süreci sabote etmek için elinden ne geliyorsa yapıyor. Savaşa hazırlanıyor” demiş olduğunun da altını çizmek lazım.

Yine güven sorunu

Bütün bu şikâyet ve eleştirilere bakıp sürecin durduğunu veya tıkandığını söylemek abartılı olur. Ancak yolunda gitmeyen birçok husus olduğu da ortada. Görüldüğü kadarıyla tarafların birbirlerine yönelik güvensizlikleri giderilememiş, hatta bazı durumlarda daha da artmış. Başbakan’ın, Gezi Parkı direnişindeki rolü nedeniyle Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gitmesini veto etmesi, Öcalan’ın da bundan çok rahatsız olması bu konudaki çarpıcı bir örnek.

Gerek Erdoğan’ın, gerekse Cumhurbaşkanı Gül’ün yeni anayasa konusunda alenen ümitsiz olduklarını beyan etmeleri Kürt hareketinin hararetle beklediği ikinci aşamayı baştan felce uğratmış durumda. Bununla birlikte hükümetin geniş bir demokratikleşme paketi hazırladığı ve yeni anayasa olmadan da tatminkâr adımlar atmaya hazırlandığı söyleniyor. Fakat bu paketin, TBMM’nin tatili de göz önüne alınırsa epey zaman alacağı muhakkak.

Gezi direnişinin etkisi

Son olarak, Gezi direnişi-çözüm süreci ilişkisini ele alalım. Bu konuda başlı başına bir yazı kaleme almayı düşünüyorum, fakat şimdilik şu notu düşmek istiyorum: Kürt siyasi hareketi yıllardır Türk kamuoyuna ulaşmak istiyor ama aracı olarak ciddi bir toplumsal tabanı bulunmayan bazı radikal sol örgütlere mahkûm oluyordu. Gezi direnişi, iki farklı (Türk ve Kürt) kamuoyu arasındaki mesafenin sanıldığı kadar büyük olmadığını ve pekâlâ kapanabileceğini gösterdi. Öcalan ve Karayılan’ın Gezi üzerine söylediklerinden bu yeni olguyu büyük ölçüde kavramış olduklarını anlıyoruz, fakat aynı şeyi yasal alandaki Kürt siyasetçilerin bir bölümü için söylemek mümkün değil.

Öcalan ve PKK’nın, Gezi direnişinden çıkardıkları derslerle yeni stratejiler geliştirmeleri kuvvetle muhtemel. Bu da çözüm sürecinde birtakım değişiklikleri gündeme getirebilir.

Yazının devamı...

Türkiye’yi durduran adam

Gezi Parkı direnişinde pazartesinin kritik bir gün olacağı belliydi. Öğleden sonra DİSK Şişli’den, KESK ise Tünel’den Taksim Meydanı’na girmek istedi ancak polis tarafından engellenen kalabalıklar basın açıklamalarını yapıp olay çıkmadan dağıldılar. Ardından bazı gruplarla polis arasında küçük çaplı çatışmalar yaşandı. Güvenlik güçleri sebepsiz yere bazı basın mensuplarını tartakladılar. Derken, saat 18.00 sularında Taksim Meydanı’na gelen ve yüzünü Atatürk Kültür Merkezi’ne dönen beyaz gömlekli bir adam sessiz ve genellikle elleri ceplerinde bir şekilde durmaya başladı. Bunun bir protesto eylemi olduğu birkaç saat sonra anlaşıldı. Ve “duran adam” hızla önce bir sosyal medya fenomeni, ardından Gezi direnişinin simgesi hâline geldi.

Bundan önceki birçok yazımızda Gezi direnişinin, Türkiye ve dünyadaki benzer birçok olaydan izler taşımakla birlikte benzersiz bir deneyim olduğunu; kimsenin öngörmediği bu direnişin en çarpıcı yönlerinin kendiliğindenliği ve belirsizliği olduğunu; bunu tam olarak anlamanın kolay olmadığını; hükümetin de bütün bu nedenlerden dolayı direnişi iç ve dış ayakları olan kapsamlı bir komplo olarak görmek ve göstermek istediğini yazmıştık.

Komik komplo teorileri

“Duran adam” bütün bu önermeleri yeniden düşünmemize imkân sağladı. Şöyle ki, sahiden hiç beklenmedik kişisel bir sivil itaatsizlik eylemiydi söz konusu olan. Bu kendiliğinden eylem hızla duyuldu ve direnişi destekleyenler tarafından aynı hızla benimsendi. Hatta nasıl ilerleyeceği belli olmayan direnişe yepyeni bir ufuk ve yol açtı. Yani direnişin bir tür eşiği oldu. Nitekim önce, adının Erdem Gündüz olduğunu öğrendiğimiz “duran adam”ın çevresine yeni “duran adam ve kadınlar” eklendi. Ardından İstanbul’un farklı semtlerinde, sonra ülkenin farklı illerinde insanlar “durmaya” başladılar. Dün sabahtan itibaren de ülke çapında durma eylemleri devam etti.

Ve tabii ki Gezi direnişi karşıtları, daha önce de olduğu gibi yine ciddi olarak bocaladılar. Örneğin güvenlik güçleri ne yapacaklarını şaşırdılar. Bazı duran adam ve kadınları “durarak polise mukavemet”ten gözaltına aldılar ama fazla tutamadılar. Direniş karşıtı siviller arasından ilkin “keşke hep bu tür eylemler olsaydı” diyenler dikkati çekti. Bunlar, “duran adam”ın, günlerce süren bir direnişin doğal bir uzantısı olduğunu görmeyen ve görmek istemeyenlerdi. Ama kısa süre sonra sahnede tabii ki komplo teoricileri yer aldı. Ve olayı bir şekilde CIA’e filan bağlayarak kendilerini bir kez daha komik duruma düşürdüler. (Bu komikliklerin değişik versiyonlarını bugün çıkacak bazı gazetelerde görmeyiz diye umuyorum.)

Boşa giden stratejiler

Hızla hatırlayalım: Başbakan Erdoğan pazar günü Kazlıçeşme mitinginde yine direnişçileri anlamak yerine suçlamayı tercih etti; bazı kişi ve kurumları ima yoluyla da olsa hedef gösterdi ve “hesap soracağız” dedi. Dün de Meclis’te övgülere boğduğu polise daha geniş yetkiler vereceklerini ilan etti. Zaten sabahın erken saatlerinde de İstanbul ve Ankara’da çok sayıda yere yapılan baskınlarla bazı radikal sol gruplarla ilişkili oldukları gerekçesiyle çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı.

Ne var ki “duran adam” sadece olduğu yerde durarak, hükümetin direnişi kırmak için geliştirdiği strateji ve taktikleri tek başına felce uğrattı. Çünkü onun bu duruşu, Gezi direnişinin özünün şiddetsizlik olduğunu bir kez daha gösterdi.

Alabildiğine geniş olan yetkileri ne kadar artırılırsa artırılsın, güvenlik güçlerinin (dolayısıyla siyasi iktidarın) öylesine duran insanlara yapabilecek bir şeyleri yok.

Yazının devamı...

Gezi’nin gizemi

Fotoğrafta, İstikal Caddesi’nin girişinde, Fransa Başkonsolosluğu’nun duvarındaki bir yazıyı görüyorsunuz. Latin şair Ovidius’a ait olan, yıllar sonra Friedrich Nietzsche tarafından dolaşıma sokulan “nitimur in vetitum”un Türkçe karşılığı olarak, “bize yasaklanmış olanlar için çabalarız” veya “amacımız yasaklanmış olana erişmektir” öneriliyor.

Gezi Parkı direnişinin gizemini anlamak için bu söz hayli kullanışlı olabilir. Çünkü direnişi pekâlâ “yasak” ve “yasağa karşı koyma” olarak özetleyebiliriz. Hatırlayalım: Az sayıdaki genç parktaki ağaçların sökülmesine karşı çıkıp çadırlarda nöbet tuttular; devlet tarafından zorla parktan çıkarıldılar; Başbakan Erdoğan “biz kararımızı verdik, kimse değiştiremez” diye onlara bütün kapıları kapattı; sayıları hayli artan protestocuların parka yeniden girmek istemeleri biber gazı/tazyikli su ve gözaltılarla engellenmek istendi ve nihayet direniş tüm ülkeyi kapsadı.

Tekrar Ovidius’a dönecek olursak: Hatırlanacaktır, AKP ilk kurulduğunda, 68 kuşağının gözde sloganlarından “Yasaklamak yasaktır”dan hareketle “bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacaktır” gibi hayli iddialı bir iddiayı dillendirmişti. İktidara geldikten sonra da, AB’ye tam üyelik perspektifinden hareketle ciddi demokratikleşme adımları da atıldı. Fakat belli bir aşamadan sonra AKP hükümetinin demokratikleşmede frene bastığı, eski özgürlükçü söylemin yerini yasakçı bir dile terk etmeye başladığı eleştirileri dillendirilir oldu.


Kendiliğinden ve örgütsüz

Gezi protestosunun kısa sürede ülke çapında bir direnişe dönüşmesinin özünde, toplumun farklı kesimlerinin yasaklara karşı mücadele iradesinin bulunduğu kanısındayım. Ama her şeyi bununla açıklayamayız. Örneğin direnişin en önemli artılarına, tamamen kendiliğinden ve örgütsüz bir şekilde gelişmesini katmamız lazım. Direnişin öngörülmemiş olması ve geleceğinin kolay kolay kestirilememesi bundandır. Kendiliğinden ve örgütsüz olmanın kuşkusuz dezavantajları var ama avantajlarının daha çok olduğu muhakkak. Zaten bu yüzden siyasi iktidar ve onu destekleyen çevreler çoğu dış kaynaklı komplo teorilerini peş peşe sıralıyor ama somut delil olarak hiçbir şey gösteremiyorlar.

Ayrılar aynı yerde

İlkin Zaman Gazetesi’nde Ahmet Turan Alkan yazmıştı, ardından Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı tekrarladı: Bu direnişle AKP’ye farklı nedenlerle muhalif olan değişik kesimler, yine kendiliğinden bir şekilde bir araya geldi. Şunu hiç tereddütsüz iddia edebilirim: Eğer direniş, hükümetin inatla tekrarladığı gibi bazı radikal sol örgütlerin denetiminde olsaydı kesinlikle birkaç gün içinde dağılırdı. Evet, bu örgütler de direniş içinde yer aldı ama ilginç bir şekilde, geçmişte sık sık yaşandığı gibi ne kendi aralarında kavga ettiler ne de yıllarca uzak durdukları Türk bayrağı, İstiklal Marşı gibi simgelerden aleni olarak rahatsız oldular. Örneğin Türkiye solunun ilk en katı anti-Kemalistlerinden İbrahim Kaypakkaya ile Atatürk’ün posterleri neredeyse yan yana sallandı.

BDP bayraklı genç bir adamın, Atatürk’lü Türk bayrağı taşıyan genç bir kadını polis saldırısından kurtardığı ve kenarda bir başka adamın bozkurt işareti yaptığı fotoğraf da bu direnişte Türk-Kürt ayrışmasının pek yaşanmadığının açık bir kanıtıydı.

Bir başka “ayrı dünyaların buluşması” olayına, Gezi Parkı’nda Miraç gecesinde yaşananlar ve kılınan iki cuma namazıyla tanık olduk. Kendilerine “anti-kapitalist Müslümanlar” ve “devrimci Müslümanlar” adlarını veren gruplar, ülkemizdeki bir yığın algı ve önyargının altüst olmasına neden oldular.

Sanıyorum hükümet de bu birbirine zıt grupların varlığından haberdardı ve burada bir çatlamanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Açıkçası direniş içindeki birçok kişi ve grup da pekâlâ böyle düşünmüş olabilir.

Ama olmadı. Bütün yalanlara, dezenformasyonlara, manipülasyonlara, propagandalara ve baskılara rağmen mucizevi bir şekilde bir araya gelen bu kesimler direnişi taşıdılar ve galip geldiler.

An itibariyle, hükümetin bu mucizeyi nafile bir şekilde, içerideki ve dışarıdaki birtakım lobilere bağlamaya devam edeceği ve kendisini sorgulamaya yanaşmayacağı görülüyor...

Yazının devamı...

Mağlup sayılır bu yolda galip

Cuma akşamı yazdığım ve cumartesi günü çıkan yazımda (http://www.rusencakir.com/Adim-adim-9-hata/2041 ) “Başbakan’ın bir an önce direnişi sonlandırmak istediği açık. Hatta bu yazıyı yazdıktan sonra, muhtemelen daha önce de olduğu gibi sabaha karşı böyle bir operasyon yapılmış bile olabilir” diye yazmıştım. Başbakan’ın cuma gecesi geç saatlere kadar bir grup aydın ve Taksim Dayanışması temsilcisiyle konuşmasıyla bir uzlaşma havası esince “açığa düşmüş” gibi oldum. Nitekim cumartesi günü Gezi Parkı girişindeki barikatlar kaldırıldı, çadırların sayısının bire indirileceği söylenir oldu. Fakat Erdoğan’ın Ankara mitinginde “ya çıkacaksınız, ya çıkaracağız” diye meydan okumasıyla hava yine değişti ve malum gelişmeler yaşandı.

Erdoğan dün Kazlıçeşme Meydanı’na “muzaffer bir komutan” gibi girdi ama bu zaferin nasıl kazanılmış olduğunu, anaakım medyanın bütün gizleme, karartma ve saptırma çabalarına rağmen biliyoruz. Yine devlet ve belediye imkânlarıyla Kazlıçeşme doldurulurken, devlet zoruyla Taksim’e kimsenin sokulmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla bu zafer tartışmalıdır.

Kazlıçeşme-Taksim

Ancak Gezi Direnişi’nin siyasi bilançosunu sadece dünkü Kazlıçeşme-Taksim kıyaslamasıyla çıkarmak yanlış olacaktır. Bütün bir sürece bakmamız şart. Direnişin ilk gününde Twitter’da şöyle sormuştum: “Kazananı (toplum) ve kaybedeni (devlet) baştan belli olan bir mücadele bu. Bakalım devlet bu gerçeği ne zaman kabullenecek?” Sanıyorum devlet/hükümet bu gerçeği ilk günlerde gördü, ama kabullenmek istemedi.

Çünkü polis/gaz bombası/tazyikli su/gözaltılar ile zaten örgütsüz ve kendiliğinden olan direnişi kırabileceğini düşündü. Ama direnişin esas gücünün bu örgütsüzlükten geldiğini anlamadı, bir aşamadan sonra korku sınırını aşabileceğini öngöremedi.

Medyanın büyük ölçüde kontrol altında olmasına fazla güvendi. Ama sansür ve otosansürün tam tersi etki yaratacağını, sosyal medyanın inisiyatifi ele geçireceğini hesaplayamadı.

AKP lideri bir aşamadan sonra, aslında ilk günlerde aklına gelen çözüme yöneldi: Gezi direnişçilerinin karşısına kendi tabanını çıkarmak. Havaalanlarındaki karşılamaları saymazsak, cumartesi Ankara’da, dünse İstanbul’da düzenlenen mitinglerin hiç de yerel seçimlerin startı olmadığı, asıl amacın Gezi’ye cevap vermek olduğu açık.

Mitingler ne getirdi?

Dün Taksim’e insanların girmesine izin verilmediği için sayısal kıyaslama yapma imkânımız yok. Ancak her durumda yıllardır İstanbul’da birinci parti çıkan AKP’nin daha büyük kalabalık toplaması son derece doğaldır. Zaten esas soru şudur: Bu mitingler AKP’ye ve hükümete ne kazandırmıştır?

Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu andan itibaren, yani en az 25 yıldır takip etmeye çalıştığım Erdoğan’ın siyasi kariyerinin en kritik hatalarını bu süreçte yaptığını düşünüyorum. Her şeyden önce, bundan önceki çok daha kritik nice olayda gösterdiği serinkanlılığı, itidali bu sefer göstermedi. Hâl böyle olunca Gezi direnişini Türkiye’nin başına örülen en büyük çoraplardan biri olarak tarif etmeye kalkıyor.

Bu komplodan da, kimi zaman isim vererek, kimi zaman da imayla içerideki ve dışarıdaki bazı güç odaklarını sorumlu tutuyor. Fakat ortada çok ciddi bir sorun var: Sözünü ettiği odakların çoğu, 10 yılı aşkın sürede AKP hükümetinin bir tür sigortası olmuşlardı. Örneğin AB, Avrupa Parlamentosu gibi kuruluşların, uluslararası medyanın sunduğu meşruiyet ve destek olmasa daha önceki nice badireyi AKP o kadar kolay atlatabilir miydi?

İhtiyaç kalmadı

AKP lideri, belki artık bu güçlere eskisi kadar ihtiyacı olmadığını düşünüyordur. Yine aynı şekilde, askeri vesayetle mücadele, kapatma davası, referandum gibi en kritik anlarda yanında yer almış ama AKP’li olmayan toplum kesimlerine, bazı kişi ve kurumlara da ihtiyaç duymuyor olabilir.

Çünkü son dönemde benimsediği söylemin kendisinin oylarını artıracağını düşünüyor olabilir. Mümkündür. Şahsen Gezi Direnişi’nin AKP’nin oylarını artırma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama bu tek başına ne kadar yeterli olabilir?

Çünkü demokratik bir toplumda siyasi iktidarlar, kendisinden olmayan kesimleri kendisine “ne kadar az düşman” kılarsa o kadar başarılı ve kalıcı olurlar. Nitekim 2002 sonundan bugüne kadarki zaman dilimine baktığımızda AKP ve Erdoğan’ın başarısının ana nedeninin, siyasi, ekonomik ve toplumsal istikrarı sağlamaları olduğunu; bunda da, şu son günlerde karşısına aldığı kesimlerin payının yüksek olduğunu görürüz.

Eğer Erdoğan bu çatışmacı, ayrıştırıcı dilini sürdürürse, oylarını yüzde 60’a çıkarsa bile, yalnızlaşmasını durdurma şansını yakalayamayacaktır. Dünkü Kazlıçeşme mitinginde de değişebileceğine dair herhangi bir işaret görebilmiş değiliz...

Yazının devamı...

Adım adım 9 hata

Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı direnişine karşı her geçen gün daha da sertleşmesini, önümüzdeki dönemde yaşanacak seçimlere (yerel, Cumhurbaşkanlığı, genel) yönelik bir yatırım olarak görenlerin sayısı hayli kalabalık. Onlara göre Erdoğan, özellikle Öcalan ve PKK’yı muhatap alıp çözüm süreci başlattığı için ciddi bir oy kaybı yaşıyordu; bunu durdurmak, hatta oylarını daha da artırmak için Gezi direnişini bir fırsat olarak gördü; gerilimi iyice tırmandırdıktan sonra büyük bir operasyonla direnişi sert bir şekilde sonlandıracak ve popülaritesini artıracak...

Başbakan’ın bir an önce direnişi sonlandırmak istediği açık. Hatta bu yazıyı yazdıktan sonra, muhtemelen daha önce de olduğu gibi sabaha karşı böyle bir operasyon yapılmış bile olabilir. Böylesi bir operasyonun Erdoğan’ın (ve hükümet ile AKP’nin) toplumun belli kesimlerindeki popülaritesini artıracağı da muhakkak. Ancak uluslararası kamuoyunun ve daha önemlisi toplumun geri kalan kesimlerinin Erdoğan ve AKP’ye bakışı da iyice kemikleşecektir. Bir de bunun üstüne cumartesi Ankara’da, pazar da İstanbul’da yüz binlerce kişinin AKP mitinglerine katılacağını düşünürsek gerginliğin iyice tırmanacağını da öngörebiliriz.

Zincirleme hatalar

Yazının başına dönelim. Şahsen Başbakan’ın bilinçli bir stratejiyi hayata geçirdiğini sanmıyorum. Bunun yerine peş peşe hatalar yaptığı, en önemlisi hatalarında ısrar ettiği için ülke olarak bu noktaya sürüklendiğimiz kanısındayım.

İlk hata, malum, Gezi Parkı protestocularını “birkaç çapulcu” olarak görüp polis zoru kullanarak kolaylıkla devre dışı bırakılacaklarını sanmaktı.

İkinci hata, bu direnişe toplumun farklı kesimlerinden insanların, farklı tepki ve beklentilerle akın edeceklerini öngörmemekti.

Üçüncü hata, anaakım medyayı kontrol altında tutunca vatandaşların olup bitenden haberdar olmayacağını sanmak, sosyal medya ve uluslararası medya kuruluşlarının önemini ıskalamaktı.

Dördüncü hata, daha önceki olaylarda olduğu gibi biber gazı+tazyikli su+toplu gözaltılarla sokakların kontrol edilebileceğini sanmak, insanların korku duvarını aşmış olabileceğini hesaba katmamaktı.

Beşinci hata, Bülent Arınç’ın başlattığı diyalog ve müzakere girişimlerine bile tahammül etmeyip direnişçilere yönelik aşağılayıcı, kriminalize edici üslubu sürdürmekti.

Altıncı hata, direnişi anlamayıp ya da anlamak istemeyip veya anlamakla birlikte kabullenmeye yanaşmayıp, bunu güçlü iç ve dış bağlantıları bulunan, hedefi Başbakan’ı tasfiye etmek olan büyük bir komplo olarak görüp böyle göstermeye çalışmaktı.

Yedinci hata, direnişi “Gezi Parkı’ndakiler/Taksim’dekiler” veya “samimi çevreciler/illegal örgütler” gibi ayrımlarla bölmeye çalışmaktı.

Sekizinci hata, direnişi ne derece temsil ettikleri tartışmalı kişilerle konuşup, sonradan “plebisit”e dönüşecek olan referandum önerisini ortaya atıp direnişçilerin öfkesini kabartmaktı.

Dokuzuncu hata, uluslararası tüm tepkilere “bunlar zaten bize düşman” refleksiyle cevap vermek, uluslararası medyaya yönelik, devlet (ve onun bazı kurumları) eliyle bazı “sivil” tepkiler örgütlemeye kalkışmaktı.

Kötü gidişat

Daha yazacak çok şey var ama burada kesiyorum. Bu gerilimin tırmanması AKP’nin oylarını pekâlâ artırabilir. Ancak iktidar partisi isterse yüzde 60’ı zorlasın, toplumu “bana oy verenler/vermeyenler” diye bu kadar net bir şekilde ikiye ayırmayı sürdürür; uluslararası camiadaki imaj ve itibarındaki irtifa kaybını önemsememeye devam ederse, çok geçmeden düşüşe geçecektir. Çünkü 2002 sonundan bugüne kadarki zaman dilimine baktığımızda AKP ve Erdoğan’ın başarısının ana nedeninin, siyasi, ekonomik ve toplumsal istikrarı sağlamaları olduğunu görürüz.

Dolayısıyla hatalarda ısrar edip istikrarın bozulmasına davetiye çıkarmak en büyük hata olacaktır.

Yazının devamı...

Başbakan’ı yedirmemenin yolu Gezi direnişini anlamaktan geçiyor

Gezi Parkı direnişinin gidişatında Başbakan Erdoğan‘ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, o Kuzey Afrika gezisindeyken televizyonda söylediği “Başbakanımızı yedirmeyeceğiz” cümlesi kritik bir rol oynadı. Eğer Akdoğan, Gezi direnişçilerinin ana hedefinin

Başbakan’ı düşürmek olduğunu düşünerek böyle konuştuysa çifte yanlış yapmış demektir. Çünkü:

1) Direnişçiler içinde Erdoğan’ın bir gün daha fazla başbakanlık yapmasını istemeyenlerin sayısı hayli yüksek olabilir; bu türden sloganlar duvarlara yazılmış, meydanlarda atılmış olabilir ancak en amatör gözlemci bile direnişin ana amacının bu olmadığını çıplak gözle görür;

2) Velev ki direnişin esas amacı Başbakan’ı devirmek olsun; bir danışmanın bunu böyle kabul edip doğrudan cevap vermesi, muhatabına fazladan bir güç atfetmek anlamına geleceği için stratejik olarak yanlıştır.

Gezi üzerinden iktidar kavgası

Ancak Akdoğan’ın bu çifte yanlışı yaptığını sanmıyorum. Anladığım kadarıyla o da Gezi direnişinin nasıl başlayıp nasıl evrildiğinin, yani işin içinde Erdoğan’ı devirme hayalleri filan olmadığının farkında ama direniş üzerinden bazı (iç ve/veya dış) odaklara mesaj veriyor. Bunu yapmasının nedeni de, büyük ihtimalle, o odakların Gezi Parkı direnişini, tam da bu hedeflerine (Erdoğan’ın tasfiyesi) uygun bir şekilde istismar ve provoke ettiklerini düşünmesi.

Akdoğan bu konuda pekâlâ haklı olabilir. Yani Erdoğan’la kıran kırana iktidar mücadelesi yürüten birileri Gezi direnişinden son derece memnun ve mutlu olabilir, direnişin olabildiğince uzun ve tahripkâr bir şekilde sürmesini arzulayabilir ve bu uğurda ellerinden geleni yapıyor olabilirler. O zaman Başbakan ve onun çevresindekiler:

1) “Faiz lobisi” gibi ne olduğu anlaşılmayan tanımlamaları bir kenara bırakıp, kendilerine karşı iktidar mücadelesi yürüten kişi, kurum, odak, her neyse bunları gerçek kimlikleriyle kamuoyuna ilan etmeli;

2) Söz konusu çevrelerle mücadelelerini açık ve doğrudan yürütmeli, Gezi Parkı

direnişçilerini işin içine katmaktan vazgeçmelidirler.

Protesto, direnişe nasıl dönüştü?

Bu tür yüksek perdeden iktidar mücadeleleriyle hiçbir ilgisi bulunmayan Gezi direnişçilerinin, aktörü olmadıkları bir oyunun figüranı olmayı kabul etmelerini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Her şey çoktan kayda geçti. Şu videoda (http:// www.youtube.com/watch?v=4wmoMwv-AwA&feature= endscreen&NR=1) da görüldüğü gibi, bir gün sabaha karşı polisin, gençlerin çadırlarını yakması ve onları tazyikli su ve gaz bombalarıyla Gezi Parkı’ndan çıkarması sıradan bir protestoyu küresel çapta ünlenen bir direnişe dönüştürdü. Bu baskının Başbakan’ın bilgisi olmadan yapılabileceğini sanmıyorum, böyle düşünen varsa da şaşırırım.

Söz konusu video bize, gençlerin şu ya da bu lobinin destek ve teşvikleri yüzünden değil, hükümetin provokasyonu sonucu korku duvarını aşmış direnişçilere dönüştüğünü gösteriyor. Gerek Başbakan’ın, gerek çevresindeki bazı isimlerin, gerek bazı siyasetçi ve bürokratların, gerekse bazı medya kuruluşları ve gazetecilerin direniş ve direnişçileri değersizleştirme, kriminalize etme yolundaki çabaları da, her bir vatandaşın yaşananları anbean kayıt altına alması ve bunları sosyal medya üzerinden yayması sayesinde boşa gidiyor.

Sahici müzakere ihtiyacı

Gezi direnişi bugüne kadar yaşadığımız örneklerden çoğundan izler taşımakla birlikte bunların hiçbirine benzemiyor. Alabildiğine kendiliğinden ve örgütsüz olması nedeniyle direnişin herkesin istismarına açık olduğu doğru. Bununla birlikte, yine aynı nedenler yüzünde kimsenin denetimine girebileceğe benzemiyor.

Eğer hükümet (Başbakan) rakiplerinin Gezi direnişini kullanmasından rahatsızsa yapılacak şey çok basit: Gezi direnişini dışlayarak onu “kötü niyetlilere” yedirmemek. Bunun için de direnişin sahici temsilcileriyle sahici müzakereler yapmak ve onların taleplerine karşı sahici ve kabul edilebilir öneriler geliştirmek şart.

Eğer Başbakan çizgisini sürdürür, yani “Gezi Parkı’nın geleceğine ben karar veririm“ diye ısrar eder ve direnişçilere karşı aşağılayıcı üslubunu sürdürürse bundan en çok onun sahici rakipleri memnun olacaktır.

Yazının devamı...

“Direnişçiyle müzakere, lobiciyle mücadele” tutar mı?

Gezi Parkı direnişi müddetince medyamız berbat bir sınav verdi, vermeye devam ediyor. Eğer “kötüler arasında birinci” aranacaksa benim oyum hiç tereddütsüz Yeni Şafak’a gider. 28 Şubat sürecinde düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün simgesi olmuş bu gazetenin özellikle birinci sayfalarının birer “psikolojik harp bülteni” gibi çıkıyor olması düşündürücü ve üzücü.

Herhâlde bu durumdan Yeni Şafak çalışanları ve yazarlarının büyük kısmı da rahatsız oluyordur. Çünkü, kimseyi atlamamak için isim vermiyorum ama aynı süreçte birçok Yeni Şafak yazarı, direnişi anlamaya, anlatmaya yönelik önemli yazılara imza attılar. Bugünkü yazımızda bunlardan birinden, gazetenin Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin “Yeni yol haritası” başlıklı yazısından (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdulkadirSelvi/yeni-yol-haritasi/38079 ) söz etmek istiyorum.

Çifte strateji

Selvi bu yazıda, Başbakan Erdoğan’ın bu hareketi kendisine karşı olarak gördüğünü ve mücadeleyi seçtiğini söylüyor, şöyle devam ediyor: “Bu mücadeleyi yürütürken, haklı taleplerde bulunanları, şiddete bulaşmadan eleştirilerini dile getirip, sivil tepki ortaya koyanlarla, örgütlü bir şekilde kendisini devirmeye kalkışanları, şiddeti yöntem olarak kullananları ayıracak. Demokratik tepki ortaya koyanları anlamaya ve mümkünse onları kazanmaya çalışacak.”

Selvi bize Gezi Parkı eylemcileri ile Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ya da Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in bir araya geleceğini; partiye yakın sosyal bilimcilerin Gezi ile ortaya çıkan yeni muhalefet şekli ve algı yönetimi konusunda çalışmalar yapacağını...” söylüyor.

Peki “direnişçiyle müzakere, lobiciyle mücadele” diye özetleyebileceğimiz bu çifte strateji hayata geçirilebilir mi? Geçirilirse bundan sonuç alınır mı? Her şeyden önce epey zaman kaybedilmiş olduğu muhakkak. Öte yandan Başbakan’ın sürekli konuşup Gezi direnişçilerine sürekli “çapulcu” muamelesi yaptığı da ortada. Ama en önemlisi, direnişçilere “iyi niyetli itiraz ve talepleri kötü niyetli iç ve dış odaklar tarafından istismar edilen saf gençler” olarak yaklaşmak çok vahim bir yanılgı.

Akil sesler

Hükümete yakın duran bazı sosyal bilimcilerin, gazeteci ve aydınların bugüne kadarki yazılarına, kamuya yansıyan açıklamalarına baktığımızda umutlu olmak pek mümkün değil. Bu noktada eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın önemli bir istisna olduğunun altını çizelim. Bunun dışında kamuoyuna yansımasa da, ülkeye yönetenlere, Gezi direnişi sürecinde yaptıkları hataları anlatan ve çözüme yönelik somut eleştiri getirenler de mevcut. Örneğin şu tür saptamalar yapıldığını biliyorum:

- Nedenlerine ve aktörlerine bakmaksızın farklı muhalif çıkışı “marjinal, istismarcı, çapulcu, darbeci vs.” gibi sıfatlarla damgalamak yanlış;

- “Devlet her şeyin en iyisini bilir ve yapar” türü yaklaşımlar kentli orta sınıflardaki itiraz ve muhalefeti artırır;

- Toplumun bir bölümü bizi ‘baba’ gibi görmüyor;

- Eğer gerçekten hata yapılmışsa bunda ısrar etmemek ve özür dilemekten kaçınmamak gerekir;

- Özür dilemek kesinlikle yenilgi anlamına gelmez;

- Toplum sadece anketler yaparak dinlenmez, anlaşılmaz;

- Toplumsal algıyı ancak iletişim ve diyalog kanallarını açık tutarsak oluşturabiliriz;

- Devlet dilinin kavramlarıyla toplumsal olayları açıklayamayız;

- Bazı insanlar, devletin kendi yaşam tarzlarına müdahale edilebileceğine samimi olarak inanıyorlar...

Bitirirken: Eğer Başbakan Erdoğan, kendisine yönelik iç ve dış ayakları olan büyük bir komplo olduğuna samimi olarak inanıyor ve onları alt etmek istiyorsa önce direnişçileri kazanmanın, en azından onları nötr bir pozisyona çekmenin yollarını araması gerekiyor. Şu an için imkânsıza yakın bir zorlukta...

Yazının devamı...

15-16 Haziran mitinglerinin anlamı

AKP MKYK toplantısında, 15 Haziran Cumartesi günü Ankara, 16 Haziran Pazar günü İstanbul’da iki büyük miting düzenlenmesi kararı alındı. Sorular ortada: Neden miting kararı alındı? Mitinglere katılım nasıl olur? Mitinglerde ne tür mesajlar verilir? Mitinglerin siyasi sonuçları ne olur?

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Gezi Parkı direnişinin bugünden itibaren izleyeceği seyir bu iki mitingi doğrudan etkileyecek. Örneğin arada geçecek beş gün içinde direnişçilerle güvenlik güçleri arasında, İstanbul Gazi Mahallesi ve Ankara Kızılay’daki gibi gerginlikler yaşanır; hükümet yetkilileri direnişi karalamaya yönelik söylemlerini sürdürür, kısacası gerilim tırmanırsa mitinglerin havası da başka olur. Tahmin etmek zor ancak normal şartlarda önümüzdeki hafta sonuna kadar gerilimin tırmanmayacağını, hatta düşeceğini düşünüyorum. Böyle olması hâlinde AKP mitingleri de doğal olarak daha sakin geçecektir.

Neden bu mitingler?

Ancak arada yaşanacaklardan bağımsız olarak “neden bu mitingler?” cevabını şimdiden verebiliriz. Aslında cevap basit: Cevap vermek için. Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan ilk günlerde miting alanlarına kalabalıkları toplayabileceklerini, daha sonra da yüzde 50’yi evlerinde zor tuttuklarını söylemişti. Hedef tabii ki güç gösterisi, daha doğrusu kimin daha güçlü olduğunu göstermekti. Ancak ortada şöyle bir sorun var: İstisnaları bir kenara bırakırsak, Gezi direnişçileri de, onlara destek verenler de AKP ve dolayısıyla Erdoğan’ın daha güçlü olduğunu biliyor. Son seçimde aldığı oy, olağanüstü profesyonel parti teşkilatı, arkasındaki büyük devlet gücü herkesin malumu. Dolayısıyla mitingler büyük ölçüde malumun ilanı olacaktır.

O zaman şu soruya geçebiliriz: 10 yılı aşkın sürede AKP değişik tehditlerle karşı karşıya kaldı ama bunların hemen hiçbirinde kendi tabanını aktif bir aktör olarak devreye sokmadı. Neden şimdi bu yola başvuruyor? Sanıyorum bu soruya verilecek cevap(lar) Gezi direnişini daha iyi anlamamıza ve buradan hareketle Türkiye’nin yakın geleceği hakkında daha sağlam öngörülerde bulunmamıza yardımcı olacaktır.

Yeni olanı anlamamak

Benim cevabım şöyle: Gezi direnişi, gerek Türkiye’de yaşayanlar, gerekse Türkiye’yi dışardan izleyenler için yepyeni, öngörülmemiş ve hâlâ kolay kolay anlaşılamayan bir olgu. Siyasi iktidar, özellikle de Başbakan, burada yeni olanı anlamaya çalışmadı; eski formül ve yöntemlerle hareket ederek ilk günden itibaren peş peşe hatalar yaptı, yapmaya da devam ediyor. Kendisinin Kuzey Afrika ziyareti sırasında krizi çözme yolunda atılan bazı adımların da yine onun müdahalesiyle hemen akim kaldığını gördük.

Başbakan Erdoğan ülkenin gündeminin hep kendisi tarafından belirlendiğini söyler ve bununla övünür. AKP iktidarı döneminde Irak işgali, Suriye krizi ve bazı PKK saldırıları hariç tutulursa söylediği doğrudur da. Örneğin özellikle ülkenin batısında sokaklarda yaşanan her tür protesto eylemi kısa süre içinde etkisizleşti. İşte Gezi direnişi belki de ilk kez AKP iktidarını zor durumda bırakan bir sokak hareketi olarak önümüzde duruyor. Ve ilk kez Başbakan, sokağa karşı aksiyoner değil reaksiyoner (tepkici) stratejiler geliştirmek zorunda kalıyor.

“Tencere tava, hep aynı (eski) hava” diyerek Gezi direnişindeki yepyeni boyutları ıskalayan Erdoğan, doğal olarak bununla baş edebilmek için eski yöntemlere yöneliyor. Bu nedenle iki miting alanına yüz binlerce kişi toplasa (ki çok mümkün) bile Gezi direnişinin ortaya çıkardığı yeni şeyin (ki ne olduğunu sahiden anlamamız epey zaman alabilir) önünü alması pek mümkün gözükmüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.