Şampiy10
Magazin
Gündem

Mısır dersleri

Mısır’da hem Orta Doğu’yu, hem Arap hem de İslam dünyasını birinci derecede ilgilendiren çok hayati şeyler yaşandı, yaşanıyor ve yaşanacağa benziyor. Dolayısıyla ele alınacak çok konu ve söylenecek çok şey var. Fakat önceliği mutlaka askeri darbe olgusuna vermek gerekiyor. Dünyanın hangi köşesinde, ne amaçla ve nasıl yapılırsa yapılsın, seçimle işbaşına gelmiş bir kişi veya hükümeti askeri darbeyle indirmenin hiçbir haklılık payı olamaz. Yani darbeler iyi/kötü diye ayrılamaz, hepsi kötüdür. Demokrasiyi savunan bir kişinin, askeri darbelere kayıtsız şartsız karşı çıkması olmazsa olmazdır. Bu girişin ardından, bir noktanın altını çizmek istiyorum: Mısır üzerine yaptığım değerlendirmelerin hiçbirinin, askeri darbeyi şu ya da bu şekilde/ölçüde meşrulaştırmayla kesinlikle alakası yoktur.

İslamcılar için dersler:

Mursi’nin seçilmesi, dünyanın en eski İslami hareketlerinden olan Müslüman Kardeşler’in (İhvan) ilk kez sandık yoluyla iktidara gelmesi anlamında çok tarihi bir olaydı. Mısır’daki bu değişimin hem Orta Doğu, hem de Arap dünyasındaki dengeleri altüst edeceği muhakkaktı. Nitekim Suriye’deki isyanda da İhvan kilit bir rol oynadı.

Dolayısıyla Mursi’nin (İhvan’ın) iktidar performansı sadece Mısır’ı değil birçok ülke ve hareketi yakından ilgilendiriyordu. Bir yıl içinde ne Mursi, ne de İhvan’ın bu iktidar sınavına hazır olduğu görüldü. Mursi’nin kendisinin de itiraf ettiği hataları ayrıntılandırmaya gerek yok ancak şu başlıkları sıralayabiliriz:

1) Orduyu kontrol altına aldığı yanılgısı;

2) Mısır’ın son derece stratejik konumu nedeniyle küresel ve bölgesel güçlerin kendisine desteği hep sürdüreceği yanılgısı;

3) Kendi tabanının gücüne aşırı güven;

4) Toplumun muhalif kesimlerinin gücünü fazla önemsememe; buna bağlı olarak çoğulcu bir iktidar yapılanması yerine “çoğunlukçu” bir çizgi tutturma.

Ancak dünya çapındaki İslamcıların, İslami hareketlerin ve onları önemseyenlerin Mısır’dan hareketle esas olarak şu soruyu kendilerine sormaları gerekiyor: İslami hareketler şu ya da bu bölgesel/küresel gücün enstrümanı olmaktan nasıl kurtulabilir?

Dün Radikal’de Fehim Taştekin’in yazısını (http://www.radikal.com.tr/dunya/sahal_el_hayr_general_sisi-1140359 ) okumuş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Şöyle ki, Mısır’da askeri darbeye ilk ve en açık destek Suudi Arabistan’dan geldi. Öte yandan Mursi’nin devrilmesi, özellikle Batı basınında, bir başka Körfez ülkesinin, Katar’ın yenilgisi olarak yorumlandı. Eğer yapılan bu değerlendirmeler doğruysa, İslamcılık denince akla ilk gelen Mısır İhvanı’nın kaderini kendi gücünden çok bölgesel güçler arasındaki rekabet belirlemiş.

Mısır’daki darbenin dünya genelinde ve Mısır özelinde İslamcılığı güçlendireceği veya zayıflatacağı yolundaki analizler için henüz çok erken olduğunu vurgulayıp, bu bahsi şimdilik noktalayalım.

Türkiye için dersler

Televizyonlardan canlı izlenen Mısır darbesi ülkemizde, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Türkiye’ye referanslarla ele alındı ve herkes bu kötü olayı, kendi politik hesapları için sonuna kadar sömürmekten çekinmedi. İlkin, CHP’nin bazı milletvekillerinin Mursi’nin başına gelenlerden hareketle Başbakan Erdoğan’a ve AKP hükümetine yolladıkları mesajları ele aldığımızda çok feci bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bu ucuz ve hızlı muhalefetin askeri darbe övgücülüğünden başka anlamı olmadığı ortada.

Karşı taraftaysa askeri darbeye karşı çıkarak kendi demokratlıklarının sağlamasını yapan ve buradan devşirdikleri özgüvenle, o kadar uğraşmalarına rağmen hâlâ cevap veremedikleri Gezi direnişini karalayabileceklerini sananlar var. İlk günlerde haklı olarak “Tahrir ile Taksim kıyaslanamaz” diyenlerin, darbenin Tahrir’de kutlanmasını bahane ederek Gezi direnişçilerini “darbeci” olarak yaftalamaya çalışması da aynı CHP’lilerinki gibi ucuz ve nafile bir çaba olarak kayıtlara geçti.

Hükümetin Mısır konusundaki tavrını yarın tartışacağız ancak şimdilik Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerinden hareketle, Ankara’nın, Mısır’daki asker güdümlü “geçici” yönetime mesafeli olacağını ama savaş açmayacağını söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

‘Bize güvenin, gerisini merak etmeyin’

Yıllardır çözülemeyen, her geçen gün daha da karmaşıklaşan ve tartışmasız Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununu ve buna bağlı olarak PKK sorununu çözmek kuşkusuz kolay bir iş değildir. Çözümü isteyen kadar istemeyen güçler olduğu ve bunlar da ellerinden gelen her türlü engellemeyi devreye soktukları için çözüm yanlıları ve sürecin aktörlerinin son derece dikkatli, serinkanlı ve özenli davranmaları şart. Nihayet, sürecin temel aktörlerinin birbirlerine karşı güvenlerinin çözümün selameti için bir zorunluluk olduğu da ortada.

Ama güven yok. Belki “hiç yok” demek doğru olmayabilir, ama var olanın da hayli kırılgan olduğu aşikâr. Aslında güven eksikliği şaşırtıcı değil çünkü yıllardır süren, karşılıklı nice kayıplara, travmalara yol açmış bir çatışma söz konusu. Geri çekilmeyle ilgili çelişkili açıklamalar da bunun en son kanıtı: Bir yanda çekilmenin büyük ölçüde tamamlandığını söyleyen PKK sözcüleri, diğer yanda PKK güçlerinin en fazla yüzde 15’inin çekilmiş olduğunu vurgulayan Başbakan Erdoğan.

“Güven artırıcı önlemler”

Dolayısıyla değişik ortamlarda değişik kişilerce dile getirilen “güven artırıcı önlemler” sürecin selameti açısından hayati. Bu noktada devlet ve Kürt siyasi hareketinin dışında kalan, her iki tarafın da belli ölçülerde güven duyduğu kişi ve kurumlara ihtiyaç olacaktır. Örneğin, yeniden PKK güçlerinin geri çekilmesi konusunu ele alalım. Eğer başlangıçta geri çekilmeyi izleyecek sivil bazı oluşumlar gündeme getirilmiş olsaydı bugün “yüzde 15 mi, yüzde 85 mi?” tartışması yapılmaz, bu komisyon bize gerçek oranı söylerdi. Böyle bir komisyonun varlığı, PKK kanadının muhtemel gecik(tir)melerinin önünü alacağı gibi, onların en çok ürktüğü güvenlik güçlerinin çekilenlere müdahalesi ihtimalini de en aza indirgerdi.

Ama böyle bir yapılanmaya gidilmedi. Üstelik tam da böylesi bir misyonu üstlenebilecek kişiler “Akil insanlar heyeti” adı altında toplanmış olmasına rağmen. Hükümetin akillere sadece kamuoyu oluşturma, daha doğrusu kamuoyunu çözüm sürecinin ileriki aşamalarına hazırlama gibi sınırlı bir misyon biçmiş olmasını; onlardan devlet ile Kürt siyasi hareketi arasındaki güvensizliğin giderilmesi, sorunların aşılmasında yararlanma yoluna gitmemiş olması tam bir kayıptır.

Bir taşla iki kuş

Sonunda geriye kala kala, başlığa çıkarttığım “Bize güvenin, gerisini merak etmeyin” sözü kalıyor. Gerçekten bunun, hükümetin çözüm sürecinde izlediği stratejinin ana sloganı olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik hükümet bu sözle sadece Kürt değil Türk kamuoyunu da ikna etmeyi, en azından sabırla beklemeye razı etmeyi hesaplıyor. Aslında bu ikincisinde büyük ölçüde başarılı olduğu da söylenebilir. Hatırlanacaktır, çözüm sürecinin startının verildiği ilk günlerde, BDP milletvekilleri İmralı, Kandil ve Ankara arasında mekik dokurken; Öcalan ve PKK yöneticileri peş peşe açıklamalar yaparken “Yoksa Öcalan serbest mi bırakılacak?”, “Yoksa genel af mı çıkacak?”, “Yoksa Kürtlere özerklik mi verilecek?” türünden sorularla kendini gösteren kaygıların çoğu, hükümete, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’a yönelik güven nedeniyle ciddi krizlere dönüşmedi.

“Başbakan’ın nasılsa bir bildiği vardır” diyenlerin hatırı sayılır bir bölümünün, Erdoğan’ın konjonktürel nedenlerle Öcalan ve PKK’yı oyaladığına inandığını ileri sürebiliriz. İşte tam da bu nedenle, yani oyalanıp kandırılma ihtimali yüzünden Kürt siyasi hareketinin ve ona destek veren Kürtlerin hükümete kayıtsız şartsız güvenmediklerine tanık olduk. Bu temkinli tutum, hükümetin “ikinci aşama” denilen demokratikleşme adımlarını geciktirmesiyle daha da güçlendi; Lice olayları ile Diyarbakır ve Mersin’deki BDP gösterilerinde yaşanan gerilimle perçinlendi.

Peki bu güven krizi aşılabilir mi? Çok kolay değil ama mümkün. Lice olaylarının hemen ardından kaleme aldığım bir analizde de (http://www.rusencakir.com/Lice-olaylari-uzerine-birkac-hizli-not/2052 ) belirttiğim gibi, öncelikle şu anda tıkanmış gibi görünen sürecin selameti bakımından, bundan sonra yaşanabilecek olumsuz gelişmelere daha hızlı müdahale edilebilmesi için Abdullah Öcalan’ın sürece daha aktif katılımını mümkün kılacak mekanizmaların oluşturulmasını gündeme almak gerekiyor.

Yazının devamı...

Çözüm için direnmek

Cuma günü Diyarbakır Lice’de askerlerin karakol yapımını protesto eden göstericilere ateş açması sonucu Medeni Yıldırım adlı gencin ölüp 10’a yakın kişinin yaralanmasını protesto edenler Twitter’da tepkilerini #direnLice sloganıyla dile getirdiler. Bir süre sonra bunun karşısına #direncozum ve #direnbaris sloganları çıkarıldı.

Sırf bu kutuplaşmanın bile çözüm sürecinde Türkiye’nin işinin ne kadar zor olduğunu gösterdiği kanısındayım. Şöyle ki, aralarında iktidar partisinin bazı yöneticilerinin ve bakanların da olduğu kişilerin, Lice’nin yerine çözüm ve barışı koymalarının nedeni, ilçedeki olayları aslında çözüm sürecine yönelik bir provokasyon olarak görmeleriydi. Yine onlara göre, Lice’de çıkan olaylardan hükümeti sorumlu tutanlar da, bilerek ya da bilmeyerek çözüm sürecini sabote ediyorlardı. Nitekim aynı gece ve ertesi gün İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerde Lice ile dayanışma gösterilerinin yapılmasını da ulusalcıların bir tür fırsatçılığı olarak gördüler ve böyle göstermek istediler.

Kuşkusuz ülkede yaşanan her türlü krizden, istikrarsızlıktan sırf AKP hükümeti olumsuz etkileniyor diye memnun olan ve ellerinden geldiğince bunları derinleştirmek isteyen iç ve/veya dış güçler var. Ama toplumun farklı kesimlerinden yükselen her türlü itiraz, muhalefet ve protestoyu, hak arayışını bu güçlere mal etmek hem kolaycılık, hem haksızlık, hem de gaflet olur, oluyor. Öte yandan Gezi direnişiyle birlikte, bu türden kara çalma ve değersizleştirme çabalarının artık eskisi gibi işe yaramadığı da malum. Ayrıca İstanbul, Ankara, İzmir gibi yerlerde Türk bayraklarıyla “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Diren Lice” gibi sloganların (hatta bunların bazıların Kürtçe olarak) atılmasının, “Kürt sorununu çözelim derken Türk sorunu çıkarmayalım” endişesini gidermede ne kadar önemli olduğu da açık.

Önce Lice, sonra Diyarbakır ve Mersin

Tekrar Lice ve dolayısıyla çözüm sürecine dönecek olursak: 21 Haziran’da “Çözüm süreci sürüyor mu?” diye sormuş (http://rusencakir.com/Cozum-sureci-suruyor-mu/2045) ve Kürt siyasi hareketinin şikâyetleri arasında Uludere/Roboski olayının aydınlatılmaması, sorumlularının cezalandırılmaması ve PKK’lıların boşalttıkları yerlerde yeni karakolların inşa edilmesi gibi konular olduğunu vurgulamıştık. Dolayısıyla Lice’deki protesto bekleniyordu, güvenlik güçlerinin bu kadar hazırlıksız olması şaşırtıcıydı. Kaymakam ve valinin ilk açıklamaları da, Lice’nin akıbetinin Roboski’ye benzeyebileceği kuşkularını doğurdu.

Ardından BDP’nin Diyarbakır ve Mersin’deki “Hükümet adım at” yürüyüşlerinde olaylar ve gözaltılar yaşandı. Böylelikle Gezi direnişi sürecinde Batı’ya kaydırılmış olan TOMA gibi araçların geri dönmüş olduklarını da gördük.

Kol kırılır yen içinde

Bunlar hiç kuşkusuz çözüm sürecinin gidişatını olumsuz etkileme potansiyeli bulunan olaylar. Dolayısıyla yaşanmaması, yaşanıyorsa da en az hasarla sonuçlanmaları tüm ülkenin hayrına. Ancak burada tüm sorumluluk Kürt siyasi hareketinin ve onun destekçilerinin omzunda mıdır? Karakol inşaatlarının sürecin ruhuna aykırı olduğunu, hükümetin süreci ilerletecek adımları atmadığını düşünen vatandaşların bu itirazlarını gösteriler yoluyla dile getirmeleri; bu gösteriler sırasında güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanmasından şikâyet etmeleri en doğal hakları değil midir?

Eğer çözüm sürecinin başarıyla ilerlemesi arzulanıyorsa ne hükümetin, ne PKK’nın, ne Başbakan Erdoğan’ın, ne Abdullah Öcalan’ın, ne Hakan Fidan’ın dokunulmazlığı olmalı; kim, nerede ne hata görüyorsa özgürce söyleyebilmeli, gerekirse itirazlarını toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle dile getirebilmeli.

Bunun yerine “kol kırılır yen içinde” yaklaşımı benimsenirse Türkiye’nin Kürt sorunu çözülemez; en fazla, hükümetin “Kürt sıkıntısı” bir süreliğine ertelenmiş olur. Ki kısa bir süre sonra o sıkıntı bir azap olarak muhatabının karşısına çıkar.

Yazının devamı...

Bir çocuk ve bir babanın yaşama tutunma öyküsü!

Yaklaşık 15 yıl önce bir gün, İstanbul Okmeydanı’nda konfeksiyon işinde çalışan, o sırada iki kız çocuğu sahibi olan Sami Elvan‘a, kız kardeşinin nişanlısı, gece bir rüya gördüğünü, Elvan çiftinin bir erkek çocuk sahibi olacağını ve adını “Berkin“ koyacaklarını söylemiş. O çocuk doğdu, adı Berkin oldu ve 16 Haziran 2013 günü sabah saatlerinden itibaren Okmeydanı SSK Hastanesi’nde yoğun bakımda. Çünkü o pazar sabahı saat 08.00’de polis Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesi Eren Sokak’ta bir gruba müdahale etti. Gaz kapsüllerinden birisi daha 14 yaşındaki Berkin’e isabet etti. Beyin kanaması geçiren Berkin ameliyata alındı ve sürekli uyuyor.

Oğlunu bekleyen vakur bir baba

Önceki gece sosyal medyada Berkin’in gözünü açtığı haberiyle sevindik ama maalesef kısa süre içinde bu bilginin doğru olmadığı anlaşıldı. Dün sabah saatlerinde Berkin’in babası Sami’yi, artık hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği ‘acil servis‘in önünde buldum. O da kaynağı belli olmayan ve doğru çıkmayan bu haberle heyecanlanmış, ardından üzülmüş. Ama onun, tıpkı oğlunun hayata tutunması gibi, umudunu hiç kaybetmemiş olduğunu gördüm. Bunda tanıyan-tanımayan insanların ilk andan beri gösterdiği yoğun ilgi ve desteğin payı büyük. Baba Elvan, hastane yetkililerinin de Berkin için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyor ki ben de bunun doğru olduğunu gördüm, yaptığım bazı görüşmelerle teyit ettim.

Aslen Tokat Almuslu olan 45 yaşındaki Sami Elvan’ın yaşadığı bu olaya rağmen sağduyuyu ve serinkanlılığını kaybetmemesi takdire şayan bir durum. Örneğin “14 yaşındaki bir çocuğa bu yapılır mı?“ diye sorarken bile sesini yükseltmemeyi becerebiliyor. Ancak “ne yapalım, kader” şeklinde bir yaklaşımı da yok. Örneğin olayın sorumlusu olan polislerin tespit edilip cezalandırılması için suç duyurusunda bulunmuş. Düne kadar hiç ama hiçbir yetkilinin kendisine geçmiş olsun dememiş olmasını asla unutmayacağını ve onları affetmeyeceğini de söylüyor.

“Dualarımız Berkin için”

Google’a girip “Berkin“ yazdığınızda ilk seçenek olarak karşınıza “Berkin Elvan“ çıkıyor. Bunun sorumlusunun kim/kimler olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama hepimizin önceliği Berkin’in direnişinin meyvesini vermesi, gözünü açması ve tekrar aramıza dönmesi.

Lafı uzatmaya gerek yok: #direnBerkin diyelim ve baba Sami Elvan’a, tanımadığı bir kişiden, muhtemelen bir kız çocuğundan gelen bir SMS mesajını aktaralım:

“Babacığım güçlü ol, babacığım sakin ol. Babacığım biz yanındayız. Babacığım bir sürü kızın, bir sürü oğlun var artık. Kardeşimiz Berkin aramıza dönecek babacığım. Sakın ağlama babacığım. Dualarımız kardeşimiz için. Dualarımız bu ülke için. Dualarımız hepimiz için. Sen üzülme babacığım. Diğer yavrularından dua ve sevgilerle.”

Yazının devamı...

Gülen’den Kürtçe eğitim açılımı: Geç oldu ama iyi oldu

Gezi Parkı direnişi nedeniyle Türkiye’nin birçok sorunu unutuldu, gölgede kaldı. Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz Kürt ve PKK sorunlarıyla her ikisinin çözümünü hedefleyen “çözüm süreci”dir. Öyle ki Başbakan Erdoğan’ın önceki gün Akil İnsanlar heyetiyle yaptığı final toplantısına, kendisinin Gezi sürecindeki tutumu yüzünden Murat Belge ve Baskın Oran katılmadı; akil insanların hazırlamış olduğu kapsamlı raporlar da, Erdoğan’ın yaptığı konuşmadaki hayal kırıklığı yaratan ayrıntılar nedeniyle hak ettikleri ilgiyi görmedi.

Benzer bir şekilde, Fethullah Gülen’in Irak Kürdistanı’nda, Erbil’de Kürtçe yayınlanan Rudaw Gazetesi’nden Rebwar Kerim’le söyleşisinin de yine Gezi direnişi nedeniyle normalin altında bir ilgi uyandırdığını söyleyebiliriz. Tamamını (http://cihan.com.tr/caption/Gulen-Kurtce-gazeteye-konustu-Temel-hak-ve-hurriyetler-pazarlik-konusu-olamaz-CHMTA2NjQ4NS80) bağlantısından okuyabileceğiniz söyleşide Gülen’in Kürt sorunu ve barış süreci üzerine son derece kritik, cesur ve olumlu mesajlar verdiğini söyleyebiliriz.

Kürtçe eğitim adil olmanın gereği

“Kuzey Irak” yerine “Irak Kürdistanı” demekten çekinmeyen; “Türk ve Kürt olmak irademiz dışındayken bunları ayrım sebebi yapmak garabet... Türkler, Kürtlerden önce Kürt meselesine sahip çıkmalıdır... Çözümün anahtarı, kendimiz için istediğimizi başkası için de istemekte” diyen Gülen’in duruşu bana hareketin Irak Koordinatörü Talip Büyük’ü ve onunla yaptığımız, epey yankı uyandırmış olan söyleşiyi (http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-19-yildir-Irak-Kurdistanina-hizmet-goturuyor/1930) hatırlattı.

Rudaw söyleşisinde Gülen’in anadilde eğitim üzerine sözleri bilhassa önemli: “Anadilde eğitimin ilke planında kabul edilmesi devletin vatandaşlarına karşı adil olmasının gereğidir. Ancak pratikte karşılaşılabilecek problemler ayrı değerlendirilmelidir. Mesela anadilde eğitim için o dilde eğitim verebilecek yetkin ve yeterli öğretmenler yetiştirilmelidir. Zira, öğretmen kadrosu anadilde eğitim vermeye yetersiz ise iyi niyetli çabalar geri teper ve yapılmak istenenin tersi bir sonuç verir. Öte yandan Kürt anne-babaların da evlatlarına Türkçe öğretmek konusunda hassas olmaları gerektiğini vurgulamak ihtiyacı hissediyorum. Dünyanın birçok ülkesinde ülkenin resmi dilini akıcı bir şekilde konuşamayan topluluklar vardır ancak bunlar önemli sıkıntılar yaşamaktadırlar.”

Aslında Gülen cemaatinin önde gelen kuruluşlarından Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı 2011 yılı sonunda yaptığı açıklamayla (http://rusencakir.com/Ana-dilde-egitim-Kacinilmaz-bir-zorunluluk/1637) Kürtçe eğitime yeşil ışık yakmıştı. Fakat 1,5 yıl sonra aynı konunun bizzat Gülen’in kendisi tarafından, üstelik daha vurgulu bir şekilde dillendirilmesinin değeri başka.

Neden önemli?

Gülen’in anadilde eğitimi “adil olmanın gereği” olarak sunması;

1) Kürt sorununun çözümündeki en kalın kırmızı çizginin anadilde eğitim olması;

2) Kürtçe eğitimin milliyetçi-muhafazakâr camiada bir tür tabu olması;

3) Devlet bürokrasisinde çözüme ayak direme ihtimali olan kadroların hatırı sayılır bir bölümünün Gülen’e saygı ve bağlılık duymaları;

4) Hükümetin anadilde eğitim konusunda son derece ürkek davranması (ki Başbakan akil insanlara bu konuda bir hazırlıkları olmadığını söylemiş;

5) Kürt siyasi hareketinin güven duymadığı Gülen’i ve onun hareketini çözümün önünde nerdeyse en önemli engellerden biri olarak görmesi gibi nedenlerle hayati derecede önemli buluyorum.

Vakfın açıklaması için “Bu aşamadan sonra, ‘daha önce neredeydiler?’ diye sormak son derece gereksiz ve anlamsız olur. Bu tavrın arkasında bir art niyet veya hesap aramak da nafile olacaktır. Olsa olsa şunu diyebiliriz: Türkiye’nin ‘öngörüleri en doğru çıkan’ yapılanması olarak anılmayı fazlasıyla hak eden Gülen hareketi, Türkiye’nin Kürtçe eğitimi kabul etmemede ısrarının felaket gibi sonuçlara yol açacağını (ön)görmüş olmalı” demiştik. Gülen’in sözleri için de aynı yorumları yapabiliriz.

Evet, Gülen’in Kürtçe eğitimin bir hak olduğunu deklare etmesi belki geç oldu ama güç olmadı, iyi oldu.

Yazının devamı...

Kürtler Gezi direnişinin neresinde?

Dün Başbakan Erdoğan, partisinin Meclis Grubu’ndaki konuşmasında yine Gezi Parkı direnişine geniş bir yer ayırdı ve defalarca dinlediğimiz argümanlarını bir kez daha tekrarladı. Erdoğan’ın bir kez daha, bu süreçteki tavırları nedeniyle “Kürt kardeşleri”ne teşekkür ettiğini gördük. Sanıyorum şu soru etrafında günlerce tartışabiliriz: Erdoğan Kürtlere teşekkür etmekte haksız mı?

Örneğin Erdoğan’dan kısa bir süre sonra BDP Meclis Grubu’nda kürsüye çıkan Eşbaşkan Gültan Kışanak, geçen hafta aynı yerde diğer Eşbaşkan Selahattin Demirtaş’ın yaptığı gibi, tartışmaya hiç yer vermeyecek şekilde Gezi direnişine sahip çıktı. Onun, “Başbakan güya milli iradeye saygı mitingi yapıyor. Senin aldığın oy milli irade de, diğerleri ayak takımı mı?” diye sorması; Ankara’da Ethem Sarısülük’ü öldürmekle suçlanan polis memurunun kendisini savunduğu gerekçesiyle tahliye edilmesini “İktidar, iktidar yalakası medya ve yargısıyla, bir cinayeti örtbas etmeye çalışıyorlar. Buna karşı sokağa çıkmak meşrudur” diye sert bir şekilde eleştirmesi bu sahiplenmeyi göstermede yeterli olabilir.

Diyarbakır TOMA’sı Batı’da

Öte yandan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in, Gezi Parkı protestosunun direnişe dönüşmesinde kilit isim olduğunu da biliyoruz. Fakat Kürt siyasi hareketinin ilk başlarda bu direnişle arasına epey bir mesafe koymuş olduğu da malum. Bu mesafeye rağmen önce İstanbul, ardından Ankara ve diğer illerdeki gösterilerde BDP’ye yakın kişiler de yer aldı. Hatta Güneydoğu’nun değişik kentlerinde de destek eylemleri oldu ancak bunlardan Dersim dışındakiler pek dikkat çekmedi. Öyle ki daha önce karşılaşmadığımız bir şey yaşandı: Emniyet, Güneydoğu’dan bazı personelini ve TOMA’lar başta olmak üzere bazı teçhizatı Batı’ya takviye olarak yolladı.

Kürt hareketinin tutukluğunun nedeni, herkes gibi onların da tam olarak ne yaşandığını anlayamamaları, sürecin nasıl gelişeceğini kestirememeleri ve bütün bunların çözüm sürecine olumsuz etkisi olacağından endişelenmeleriydi. Bu arada sürece angaje görünen bazı isimlerin başından itibaren Gezi direnişini “çözüm sürecine yönelik, dış ayakları da olan organize bir komplo” olarak göstermelerinin de etkisi oldu.

Köklü revizyon

Fakat Abdullah Öcalan, KCK ve Murat Karayılan’ın ayrı ayrı direnişi selamlayan açıklamalar yapmalarıyla Kürt hareketi de Gezi direnişine bakışını büyük ölçüde değiştirdi, daha aktif bir şekilde içinde yer almaya başladı. Özellikle Murat Karayılan’ın Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakattan PKK’nın Gezi direnişinden hayli kapsamlı dersler çıkardığını görüyoruz. Öcalan da Demirtaş ve Pervin Buldan’a, daha önce selam yollamış olduğu Gezi direnişi konusunda yeni açıklamalar yapmış olmalı. Bu açıdan bakıldığında Kışanak’ın dünkü “Kürt’e demokrasi, Türk’e sopa olmaz! Kürt’e sopa, Türk’e demokrasi olmaz! Biz bunları yıllarca yaşadık. Kimse birini diğerinin karşısına çıkartamaz” sözlerinden Kürt siyasi hareketinin Gezi’ye bakışlarında tam anlamıyla bir revizyona gittikleri anlaşılıyor. Bu değişimin, çözüm sürecini doğrudan etkileyeceğini, Kürt hareketinde bazı üslup ve yöntem değişikliklerini de beraberinde getireceğini düşünebiliriz. Öte yandan Gezi direnişi nedeniyle epey zorluk çeken AKP iktidarı ve Başbakan Erdoğan’ın çözüm sürecinde ellerinin eski kadar güçlü olmadığı da muhakkaktır.

İlginç buluşmalar

Hatırlanacaktır, gerek Kürt açılımı, gerekse çözüm süreci daha başlar başlamaz “Kürt sorununu çözelim derken Türk sorunu çıkarmayalım” diye itirazlar da yükselmişti. Gezi deneyimi bunun hiç de kaçınılmaz bir sonuç olmadığını net bir şekilde gösterdi. Hatta tam tersine, tanışmalar ve kaynaşmalar da yaşandı. Burada güvenlik güçlerinin orantısız (ve acımasız) şiddet kullanımı, büyük medyanın gönüllü otosansürü ve devleti yönetenlerin dışlayıcı/aşağılayıcı dilinin rolü tartışılmaz. Genç kuşak Gezi direnişçilerinde görülen ve “demek Güneydoğu’da yaşananları yıllarca bizlerden gizlemişler” şeklinde özetleyebileceğimiz farkındalığın çözüm sürecine olumlu etkileri olacağı kesin.

Bununla birlikte kesin olan bir diğer nokta da Gezi direnişiyle birlikte İstanbul ile Diyarbakır, Taksim Meydanı ile Newroz Meydanı arasındaki mesafenin hızla kapanmakta olduğu. Ki bu çok iyi bir gelişme.

Yazının devamı...

İstanbul Taksim Meydanı ve Diyarbakır Newroz Meydanı

Gezi Parkı direnişiyle Kürt ve PKK sorunlarını çözüm sürecinin ilişkisi hakkında epey yazı yazıldı, yorum yapıldı; her iki olay da henüz bitmediği için daha da yapılacağa benzer. Ancak şu güne kadar yaşananların ardından, Gezi direnişinin çözüm sürecini baltalama ihtimalinin kesinlikle bulunmadığını; hele direnişin, süreci sabote etmek istenler tarafından tezgâhlanmış bir komplo olmadığını hiç tereddütsüz söyleyebiliriz.

Bu konuda öne sürebileceğimiz kanıtların bazıları: Direnişin ilk günlerdeki simgesinin BDP Milletvekili ve sürecin kilit isimlerinden Sırrı Süreyya Önder olması; Abdullah Öcalan, KCK ve Murat Karayılan’ın ayrı ayrı direnişi selamlayan açıklamalar yapmaları; ilk günlerdeki tutukluğun ardından BDP’nin de direnişe aktif olarak katılması...

Ancak en kesin kanıt, hükümetin uzun zamandır beklettiği yeni demokratikleşme paketini hızla gündeme sokması ve sürecin ikinci aşamasını fiilen başlatmasıdır. Başbakan Erdoğan’ın Gezi direnişine cevap yetiştirmek için düzenlediği mitinglerde, direnişçilere yönelik sert ve dışlayıcı üslubunu koruyup Kürt sorunu ve dolayısıyla çözüm süreci konusunda hep pozitif mesajlar vermesinin de herhâlde Gezi ile doğrudan bağlantısı vardır. Tıpkı uzun süredir askıya alınmış olan Alevi açılımının tekrar gündeme getirilmesinde olduğu gibi.

Hükümet direnişi kullanabilir mi?

Her ne kadar siyasi iktidar ve onu destekleyenler ısrarla “demokratik düzene karşı uluslararası bir komplo” gibi göstermeye çalışsalar da Gezi direnişinin Türkiye’de demokratikleşmeyi geriletmediği, tam tersine hızlandırdığı, Kürt ve Alevi sorunlarındaki gelişmelerle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla şöyle bir soruyla karşı karşıyayız: Hükümetin (dolayısıyla Başbakan’ın) bir yandan Kürt ve Alevi sorunlarında pozitif bir dil benimseyip diğer yandan Gezi direnişine karşı dışlayıcı, baskıcı üslubunu sürdürebilmesi mümkün müdür?

Başbakan’ın Gezi direnişi karşıtı mitinglerde MHP tabanına sıcak gelecek mesajlar vermekteki ısrarı, pekâlâ, çözüm sürecinde partisinden uzaklaşabilecek Türk milliyetçilerinin gönlünü hoş tutma çabası olarak görülebilir. Diğer bir deyişle Başbakan Gezi direnişi ve direnişçilerini çok daha büyük siyasi planları gerçekleştirmek için araçsallaştırmak istiyor olabilir. Ama bu stratejinin başarılı olabilmesi pek mümkün gözükmüyor. Çünkü her ne kadar “mesajı aldık” deseler de siyasi iktidarın temsilcilerinin Gezi direnişini anladığı söylenemez. Eğer anlamış olsalardı o mitingleri düzenlemez, direniş ve direnişçilere karşı o akıl almaz üslubu sürdürmezlerdi. Dolayısıyla hükümetin anlamadığı (veya anlamak istemediği) bir olguyu başka siyasi amaçları için kullanması mantıklı gözükmüyor.

Korku eşiğini aşmak

Peki nedir Gezi direnişinin mesajı? Çok söyledim, tekrar olacak ama olsun: Hiç kimsenin öngörmediği bir olaydı Gezi direnişi. Bundan sonra nasıl evrileceğini de kimsenin öngörebildiğini sanmıyorum. Ama her geçen gün daha gülünç hâle gelen komplo teorilerine pek kimsenin itibar etmediğini, direnişin ne olup ne olmadığı üzerine kaliteli yorum, araştırma ve analizlerin yapılmaya başladığını görüyoruz, ki bu sevindirici.

Kendi payıma, Gezi direnişini anlama bağlamında bir gözlemimi aktarmak isterim. Bundan üç yıl önce, Diyarbakır’daki Newroz Meydanı’nda izlediğim Newroz/Nevruz kutlamaları bana Kürt sorununda yeni bir aşamaya girmiş olduğumuzu düşündürtmüştü. Örneğin “Her yaş ve cinsiyetten, her sosyal katmandan on binler, hatta yüz binlerce insan nasıl bir motivasyonla, güneşin altında saatlerce bir şenlik havasında bir araya gelir. Yine aynı insanların hatırı sayılır bir bölümü, nasıl Öcalan’ı, PKK’yı ve PKK’lıları övmek gibi kanunlara göre suç sayılan şeyleri hiç çekinmeden, hatta göstere göstere yapar?” diye sormuştum.

Bu sorunun cevabı korku eşiğinin aşılmış olmasıydı. O eşik aşıldığı andan itibaren devletin şiddet tekelinin de pek bir işe yaramadığı aşikârdı. Gezi direnişindeyse o eşik daha ilk günlerde aşıldı. Öyle ki direnişle ilgili ilk yazıma “Korku sınırı çoktan aşılmıştı” başlığını (http://rusencakir.com/Korku-siniri-coktan-asilmisti/2031) attım.

Bu ortak nokta nedeniyle hükümetin Taksim ve Newroz meydanlarına birbirine zıt muamele uygulama çizgisinin başarılı olabileceğini düşünmüyorum.

Yazının devamı...

“Bunlar var ya bunlar...”

Önceki gün akşama doğru Twitter’daki takipçilerime şöyle bir soru yönelttim: “İktidarın stratejik yanlışları:

1) Sabaha karşı baskın ve çadırların yakılması;

2) Orantısız güç kullanımı;

3) Komplo teorileri...

Başka?”

Kısa süre içinde yüzlerce cevap geldi. İçlerinde az sayıda, hükümetin herhangi bir yanlışı olmadığını, bütün suçun eylemcilerde olduğunu söyleyenler de vardı ama ezici bir çoğunluk, hükümetten çok Başbakan Erdoğan’dan, onun da yapıp ettiklerinden çok dili ve söyleminden şikâyetçiydi. Erdoğan’ın genel olarak kendisinden olmayanlara, özel olarak da Gezi direnişçilerine ve onların destekçilerine tepeden baktığını, onları anlamak için çaba sarf etmediğini, onları küçümsediğini, aşağıladığını, ötekileştirdiğini söyleyenlerin çoğu kanıt olarak çoğunlukla aynı zamire atıf yapıyorlardı: Bunlar.

“Biz ve onlar”dan “siz ve bunlar”a

Başbakan Erdoğan’ın, direnişin ilk anından itibaren eylemcileri “bunlar” şeklinde tanımladığını biliyoruz. Bir basın toplantısı veya bir televizyon söyleşisi sırasında telaffuz edilen “bunlar” sözcüğü, belli ve bariz bir ötekileştirme ve aşağılama içermekle birlikte bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak Erdoğan’ın Gezi direnişçilerini kendi tabanına şikâyet ederken yine “bunlar” demesinin tehlikeli olduğu açıktır.

Tehlikeli çünkü kendisine destek verenlere övgüler sıralayıp, onları “millet”in gerçek temsilcileri olarak kutsayıp, Gezi direnişçilerinden ve onlara destek verenlerden “bunlar” diye söz etmenin toplumu ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir söylem olduğu muhakkak. Bu noktada insanın aklına, 1980 sonlarında PKK ve Kürt meselesi bağlamında su yüzüne çıkan “biz ve onlar” söylemi geliyor ister istemez. Bu ayrıştırıcı dil bir dönem o kadar egemen olmuştu ki Güneydoğu bölgesinden “orası” diye söz ediliyordu.

Başbakan’ın söyleminde “biz ve onlar”ın yerini “siz ve bunlar” almışa benziyor ancak söz konusu olan olgu Kürt sorununa göre daha karmaşık, dolayısıyla anlaşılması daha güç. Belki de anlaşılmasındaki bu zorluk nedeniyle Gezi direnişine farklı saiklerle katılan kişi ve toplumsal kesimler toptancı bir şekilde “bunlar” diye yaftalanmak isteniyor.

Son olarak: Geçmişte “biz ve onlar” zamirleriyle işaret edilen toplumsal kesimlerin ayrı ayrı bugün geldikleri noktalara bakıp, “siz ve bunlar” ikiliğinde kimlerin kaybedip kimlerin kazanacağını kestirmek hiç de zor olmasa gerek.

Güle güle Suat

Her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de öne çıkanlar, öne çıkmak için başkalarını ezenler, arka planda kalanlar ve bir de öne çıkmamak için ellerinden geleni yapanlar vardır. Yine her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de esas yük bu sonuncu grubun omuzlarındadır.

Suat Yeğen de onlardan biriydi. Ülkemizde televizyon haberciliğini en iyi bilen isimlerden biri olmasına rağmen çok yakınındakiler haricinde pek fazla kişi tarafından tanınmazdı. Bu yüzden hak ettiği yerlere gelemedi, hak ettiği yaşam standartlarına kavuşamadı...

Ve bu temiz kalpli, hoşsohbet dostumuz erkenden bizi terk etti. Ailesine, dostlarına, İMC televizyonundaki çalışma arkadaşlarına başsağlığı diliyorum.

Mekânın cennet olsun sevgili kardeşim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.