Şampiy10
Magazin
Gündem

El Kaide kapıyı çalınca

ABD yönetimi, El Kaide saldırısı ihtimaline karşılık İslam dünyasındaki 22 büyükelçilik ve konsolosluğunu dün kapalı tuttu. Geçen yıl 11 Eylül günü Libya’nın başkenti Bingazi’deki Amerikan elçiliğine yönelik saldırı hafızalarda taze olduğu için şaşırtıcı değil. Yine de soralım: Bugünlerde El Kaide Amerikan hedeflerine yönelik ciddi saldırılara girişebilir mi? Girişirse neden?

İlk sorunun cevabı, “kesinlikle evet” olacaktır. Çünkü El Kaide’nin tarihi bir bakıma Amerikan hedeflerine saldırıların tarihidir: Kenya ve Tanzanya büyükelçiliklerinin havaya uçurulması (1998), Yemen’de USS Cole savaş gemisine saldırı (2000), 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırı gibi...

İkinci soruya gelecek olursak, El Kaide’nin şu günlerde şu iki nedenle Amerikan hedeflerine saldırmasını bekleyebiliriz:

1) “El Kaide’nin bozulan büyüsü” başlıklı son yazımızda (

http://www.rusencakir.com/El-Kaidenin-bozulan-buyusu/2074

) vurguladığımız gibi El Kaide belli bir süredir “küresel” değil “ulusal/bölgesel” alanda faaliyet yürütüyor ve Batılı hedeflerden ziyade yerli (ve hemen hemen hepsi Müslüman) unsurlarla savaşıyor. Bunun doğurduğu imaj aşınmasını gidermek için tam da şu günlerde etkili bir Batı (tercihen ABD) hedefine saldırı hazırlığı içinde olmaları beklenebilir.

2) Arap ülkelerinde özgürleşme ve demokratikleşme heyecanı yaratan toplumsal hareketler bir yandan Müslüman Kardeşler ve Nahda gibi kitlesel İslamcı hareketleri iktidara taşırken El Kaide ve benzeri yapıların radikal İslamcı söylemlerinin etkisini kırmıştı. Ancak bu rüzgârın bir süredir tersten estiğini görüyoruz. Mısır, Tunus ve Libya’da yaşanan duraklama veya gerilemeler, gerek bu ülkelerde, gerekse İslam dünyasının genelinde yeniden radikalleşmeye zemin hazırlıyor olabilir. Bir de buna Batı’nın Mısır darbesine ses çıkarmaması, hatta ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin alenen darbeye destek vermesi eklenirse El Kaide imzalı yeni bir saldırının sempati toplaması kuvvetle muhtemeldir.

Ya Türkiye?

Bu noktada “Peki El Kaide Türkiye’ye saldırır mı?” sorusu akla geliyor ama Somali’nin başkenti Mogadişu’daki büyükelçilik ek binasına yapılan saldırının ardından bu son derece anlamsız kaçıyor. Kuşkusuz Somali saldırısının “yerel” nedenleri öne çıkıyor ancak bu olay bize Türkiye’nin El Kaide için hiç de dokunulmaz olmadığını gösteriyor.

Kaldı ki 10 yıl önce, El Kaide dünyayı kasıp kavururken “bizle niye uğraşsın ki!” diyenler 15 ve 20 Kasım İstanbul saldırılarıyla büyük bir hüsrana uğramışlardı. Aslında “El Kaide Türkiye’ye asla saldırmaz” diyenlerin çok güçlü argümanları vardı: Öncelikle Türkiye, halkının ezici bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeydi; İslami hareketten gelen AKP’li kadrolar tarafından yönetiliyordu; Meclis 1 Mart 2003 günü tarihi bir adım atıp Irak tezkeresini reddetmişti.

Ancak El Kaide bu kişilerle aynı mantığı yürütmediği için olsa gerek iki sinagog, İngiltere Başkonsolosluğu ve İngiliz HSBC bankasına intihar saldırıları düzenledi. El Kaide’nin o tarihte Türkiye’yi ve İstanbul’u neden hedef aldığını şu yazıda anlatmaya çalışmıştım:

http://www.rusencakir.com/El-Kaide-niye-Turkiyeyi-hedef-secti/95



Burada sıraladığım gerekçelerin hemen hepsi hâlâ geçerli. Ve çok ciddi ek bir gerekçe daha var: Suriye.

Zor tercih

Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Uzun bir süre Irak’ı kendine ana üs seçmiş olan El Kaide, burada hedefine ulaşamayınca Suriye’ye taşındı ve epey mesafe kaydetti. Eğer Türkiye dâhil, Suriye’nin komşusu ülkeler isteseydiler bu gelişmeyi engelleyebilirlerdi. Ancak Beşşar Esad rejiminin bir an önce yıkılmasını istedikleri için olsa gerek El Kaide’nin hemen kapılarının dibine yerleşmesine fazla ses çıkarmadılar. Ancak El Kaide’nin Rojava adı verilen kuzey bölgelerinde Kürtlerle çatışmaya girmesiyle birlikte Ankara hiç de istemediği bir tercih yapmak durumunda. Ya Kürtlere karşı mesafesini koruyacak ve böylece hem bölge istikrarını hem de kendi çözüm sürecini tehlikeye atacak; ya da El Kaide’nin artık iyice zorlaşan Suriye’den tasfiyesine katkıda bulunacak ki bu da Türkiye’yi bu uluslararötesi şebekenin ana hedeflerinden biri hâline getirebilir.

Devam etmek üzere burada keselim.

Yazının devamı...

El Kaide’nin bozulan büyüsü

Dünkü yazımızı “Suriye El Kaide için bir tür ‘sonun başlangıcı’ olabilir” cümlesiyle bitirmiştik. Bugün kaldığımız yerden devam etmek ve neden El Kaide’nin sadece Suriye’de değil küresel anlamda da kaybetme güzergâhına girdiğini düşündüğümü biraz daha açmak istiyorum.

Öncelikle, yine dünkü yazımızda ele aldığımız, Usame bin Ladin döneminde başlayıp Eymen el Zevahiri döneminde iyice zirveye çıkan, “küresel” yerine “ulusal ve/veya bölgesel” cihada yönelişin El Kaide’ye avantajlar kadar, hatta ondan daha çok dezavantajlar getirdiğini ileri sürebiliriz. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak:

1) El Kaide denince akla, başta 11 Eylül 2001 olmak üzere, dünyanın dört bir yanında, özellikle Batı kentlerinde, Batılı hedeflere yönelik intihar saldırıları geliyor. Ama uzun zamandan beri El Kaide bu tür eylemler yapmıyor ya da yapamıyor. Bunun yerine İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde gerçekleşen El Kaide eylemleri küresel anlamda ilgi çekmiyor. Yani El Kaide küresel anlamda örgütlenmiş bir şebeke/ağ olmakla birlikte Batı için küresel bir tehdit olmaktan çıktı/çıkıyor. Bu da El Kaide’nin büyüsünün bozulmaya başladığının ilk işareti.

2) Günümüzde El Kaide, Afrika’da (Mali, Somali...), Asya’da (Afganistan, Pakistan...) ve Orta Doğu’da (Irak, Suriye...) çok güçlü bir şekilde varlık gösteriyor. Yerel halklardan da belli bir destek alıyor ancak bu ulusal/bölgesel cihatların esas taşıyıcıları başka topraklardan gelen, iyice profesyonelleşmiş gönüllüler. Bunların kafasındaki İslam, cihat, siyaset vb. anlayışlarıyla yerel unsurlar arasında sık sık uyuşmazlıklar çıkıyor. El Kaideciler genellikle düşünce ve davranışlarında tavize yanaşmadıkları için belli bir aşamadan sonra bölge halklarıyla ciddi sorunlar yaşayabiliyorlar.

3) Ulusal/bölgesel cihatlarda hedef, eski günlerde olduğu gibi yabancı işgalcileri kovmaktan çok siyasi iktidarı ele geçirmek. Dolayısıyla El Kaide buralarda (yabancılar tarafından desteklenen veya desteklenmeyen) başka Müslümanlarla çatışmak durumunda. Bu da El Kaide’nin örneğin 11 Eylül’de ortaya çıkan imajıyla çok ters.

4) El Kaide’nin her geçen gün daha da katılaşan ideolojisinde Şii karşıtlığı iyice ön plana çıkıyor. Halbuki Sünni İslam dünyasında böylesine katı Şii düşmanlığı son derece marjinal bir durum. Dolayısıyla özellikle Irak’ta tanık olduğumuz ve son dönemde Suriye’de karşımıza çıkan Şii ve Alevi sivillere yönelik katliamlar El Kaide’nin genel imajında derin yarılmalara neden oluyor.

5) El Kaide’nin Şii düşmanlığı doğal olarak İran’ı da karşısına almak anlamına geliyor ki geçmişte Tahran rejiminin nötr, hatta yer yer göz kırpan tutumu El Kaide’nin işini epey kolaylaştırmıştı. Dolayısıyla özellikle Irak ve Suriye’de El Kaide’nin yerel Şii ve Alevi güçlerin dışında, hatta esas olarak İran’la savaştığını söyleyebiliriz.

6) Ulusal/bölgesel cihatları temel strateji olarak benimseyen El Kaide her bölgede ayrı ayrı yerli ve yabancı güçlerle işbirliği ve hatta ittifaka girebiliyor. Bu da El Kaide’nin geçmişte en temel artısı olan, işlerine başkasını bulaştırmama titizliğinin sonu demek.

7) “El Kaide’yi kullanmaya kalkan yanıyor” başlıklı yazımızda (

http://www.rusencakir.com/El-Kaideyi-kullanmaya-kalkan-yaniyor/2071

) “El Kaide’nin tarihini, kendisini kullandığını sananları kullanmak olarak özetleyebiliriz. ABD’nin, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın durumu ortada” demiştik. İran’ın bölgesel yükselişinden endişeli olan Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkelerin, özellikle Irak ve Suriye’de El Kaide’ye veya ona yakın unsurlara doğrudan ya da dolaylı destek veriyor olmaları tarihten yeterince ders çıkarmadıklarının kanıtı. Ancak bu destekler El Kaide’ye birçok şey getirdiği gibi ondan çok şey de götürüyor. Diğer bir deyişle ne El Kaide’yi kullanmak isteyenlerin, ne de kendisini kullanmak isteyenleri kullanan El Kaide’nin kazandığı bir durum söz konusu.

Yazının devamı...

El Kaide Suriye’de kaybetmeye mahkûm

2011 yılı mayıs ayı başında Usame bin Ladin öldürülünce doğal olarak El Kaide’yi nasıl bir geleceğin beklediği tartışılmaya başlandı. Aradan geçen iki yılın ardından elimizde epey bir veri birikmiş durumda. Öncelikle, El Kaide’nin “uluslarötesi” özelliğini koruduğunu, yani dünyanın dört bir tarafından gönüllüleri alıp, eğitip yine dünyanın dört bir tarafına yollamaya devam ettiğini görüyoruz. Ancak Mısırlı doktor Eymen el Zevahiri liderliğindeki El Kaide, artık Batılı hedeflere yönelik “küresel” olarak tanımlanabilecek gösterişli saldırılar düzenlemek yerine İslam coğrafyasının sorunlu bölgelerinde ulusal veya bölgesel cihatlar örgütlemeye (veya zaten var olan cihatları kendi egemenliği altına almaya) ağırlık veriyor.

Büyük değişim

“Eskiden de böyleydi!” diyenler olabilir, ama geçmişte Keşmir, Çeçenistan, Bosna, Irak gibi bölgelerdeki cihatlar esas olarak Müslüman olmayan güçlere (işgalcilere) ve tabii ki onların yerli işbirlikçilerine karşı Müslümanların bir anlamda “bağımsızlık” için yürüttüğü mücadelelerdi. Son yıllardaysa El Kaide’nin Mali, Somali, Suriye, etkisi azalsa da Irak gibi bölgelerde, doğrudan siyasi iktidarı ele geçirmeye ve bu ülkelerde (veya en azından bir bölümünde) şeriat düzeni kurmaya yönelik silahlı mücadele yürüttüğünü görüyoruz.

Usame bin Ladin zamanında, onun kişisel kökenleri dolayısıyla Suudi Arabistan ve Yemen’de El Kaide’nin benzer çizgiler tutturmuş olduğunu, ama bunların esas “küresel” meydan okuyuşun gölgesinde kaldığını hatırlıyoruz. Zevahiri ile birlikteyse “küresel” herhangi bir ciddi eylem görünmüyor; bütün imkânlar bölgesel ve ulusal cihatlara sevk ediliyor. Bunda Zevahiri’nin Mısır’daki İslamcılık tecrübesinin rolü büyük olsa gerek. Enver Sedat suikastıyla bağlantılı olduğu için hapsedilen Zevahiri bir süre sonra Hüsnü Mübarek tarafından affedilince Pakistan’a geçmiş ve Afgan cihadına katılmıştı.

Geri tepen silah

El Kaide Türkiye’nin gündemine Somali’nin başkenti Mogadişu’da Türk Büyükelçiliği’nin ek binasına yönelik saldırı ve Rojava olarak bilinen Suriye’nin ağırlıkla Kürtlerin yaşadığı kuzey bölgelerinde YPG adlı Kürt askeri yapılanmasıyla süren çatışmalar nedeniyle girdi. Yani El Kaide uzaklarda bir yerde doğrudan Türk devletine, hemen yanı başımızdaysa devletin pek hazzetmediği, Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin askeri uzantısına savaş açmış durumda.

Dün de yazdığım gibi El Kaide'yi kullanmaya kalkan yanıyor Somali saldırısının, Türk devletinin PYD ile iyi ilişkiler geliştirme ihtimaline karşı El Kaide tarafından bir uyarı olduğu yorumlarına katılmıyorum. Eğer böyleyse de silah geri tepmişe (veya tepeceğe) benziyor: Zaten, başta Batı’nın olumsuz tavrı gibi bir sürü nedenle Suriye’deki El Kaide ile arasını açmaya başlamış olan Ankara, Mogadişu saldırısından sonra bu kopuşu hızla sonlandırabilir.

El Kaide’nin açmazı

El Kaide Suriye’ye Irak, Afganistan, Pakistan, Çeçenistan gibi cihat bölgelerinden, ayrıca Arap ülkeleri ve Avrupa’dan (ve tabii Türkiye’den de) savaşçı yolluyor. Suriye Kürtleri de Türkiye (PKK), Irak ve Avrupa’daki Kürtlerden destek alıyor. Bu arada Suriye Kürtleri aralarındaki ayrılıkları bırakıp YPG saflarında birleşiyorlar. Normal şartlarda topraklarına sahip çıkmaya çalışan Kürtlerin bu savaşta “ithal” El Kaide ile baş etmeleri beklenir. Hele Türkiye başta olmak üzere komşu ülkeler destek vermezse El Kaide hızla güçten düşebilir.

Bununla birlikte Esad rejiminin “terörizmle mücadele ediyoruz” söylemini sürdürmesi için El Kaide’ye, onun özellikle diğer muhalif gruplara veya Kürtler gibi nötr kesimlere saldırmasına ihtiyacı olduğu da malum.

Bitirirken: Zevahiri ve El Kaide, Irak’ta gerçekleştiremedikleri İslam devleti hayalini Suriye’ye taşımış durumdalar. Böyle bir “ithal” devletin kurulabileceğini sanmam, kurulsa da kesinlikle kısa ömürlü olur. Ve Suriye El Kaide için bir tür “sonun başlangıcı” olabilir.

Yazının devamı...

El Kaide’yi kullanmaya kalkan yanıyor

Ülke olarak hep unutmak istiyoruz ama bir şekilde o kendisini bize hep hatırlatıyor. El Kaide’yi kastediyorum. 11 Eylül 2001’deki terör saldırısının ardında bu uluslarötesi İslamcı şebekenin bulunduğunu kabul etmeye yanaşmamıştık. 15 ve 20 Kasım 2003 günlerinde İstanbul’da iki sinagog, İngiltere Başkonsolosluğu ile bir İngiliz bankasına yönelik ve çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesine yol açan intihar saldırılarının ardından da El Kaide gerçeğiyle yüzleşmeme ısrarımızı sürdürdük. (O saldırıların ardından yazdığım “El Kaide hakkında yanlış bildiğimiz on şey” başlıklı yazının büyük ölçüde hâlâ geçerli olduğu kanısındayım:

http://rusencakir.com/El-Kaide-hakkinda-yanlis-bildigimiz-on-sey/66

)

Daha sonra ülkenin dört bir tarafında güvenlik güçleri operasyonlar düzenleyip çok sayıda yerli ve yabancı El Kaide zanlısını gözaltına aldı; yabancılardan bazıları ABD’ye teslim edildi, geri kalanlar hakkında davalar açıldı; Türkiye’den Afganistan, Keşmir, Irak gibi cihat bölgelerinde El Kaide saflarında savaşmaya çok sayıda genç gitti, kimilerinin yakalanma, kimilerinin ölüm haberleri geldi, tutumumuz yine aynı oldu.

Mogadişu baskını

Ve nihayet cumartesi günü, Somali’nin başkenti Mogadişu’da Türk Büyükelçiliği’nin ek binasına saldıran üç kişiden ikisi öldürüldü, üçüncüsü üzerindeki bombayı patlatınca bir polis şehit oldu, biri polis üç kişi de yaralandı. Kısa süre içinde, saldırıyı El Kaide’ye bağlı Eş-Şebab adlı örgütün yaptığı ortaya çıktı.

Hemen devreye giren analizlerde bu olay şöyle açıklandı: Rojava olarak bilinen Suriye’nin ağırlıkla Kürtlerin yaşadığı kuzey bölgelerinde El Kaide’yle bir şekilde ilintili veya ideolojik olarak yakın çizgideki bazı gruplar Esad rejimine ek olarak, hatta şu günlerde daha fazla, Kürtlerle çatışıyorlar. Rojava’da El Kaide’nin esas hasmı YPG adlı Kürt askeri yapılanması. YPG, Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD adlı partinin uzantısı olarak kabul ediliyor. Mogadişu saldırısından hemen önce PYD Eşbaşkanı Salih Müslim İstanbul’a geldi ve devlet yetkilileriyle görüşmeler yaptı. El Kaide de Türk devletinin PYD ile iyi ilişkiler geliştirme ihtimaline karşı Mogadişu’dan uyarıda bulundu.

Neden şantaj olamaz?

Bu türden alelacele yapılmış değerlendirmelerin analitik açıdan pek değeri olmadığını şu dört nedenle söyleyebiliriz:

1) Eş-Şebab, Türkiye’nin Somali’deki varlığına ve orada izlediği politikalara öteden beri karşı ve bu Türk hedeflerine ilk saldırısı değil.

2) Müslim’in İstanbul’daki temaslarından doğrudan El Kaide’nin aleyhine sonuçlar çıkacağını söylemek için hem çok erken, hem de elde bu konuda fazla veri yok.

3) Suriye operasyonunda, en azından lojistik açıdan Türkiye’ye ciddi anlamda ihtiyaç duyan El Kaide’nin Ankara’ya şantaj yapma lüksü pek yok.

4) El Kaide her ne kadar belli bir merkezi yapılanmaya sahipse de her ulusal veya bölgesel oluşum, yer yer bağımsızlığa kadar giden, çok geniş bir özerkliğe sahip. Yani Somali’deki El Kaide militanlarının büyükelçilik binasına saldırmadan önce Suriye ile bağlantılı gelişmeleri takip etmesi veya dünyanın bir diğer ucundaki Eymen el Zevahiri’nin onayını alması gerekmiyor.

El Kaide hakkında çok şey söylenebilir. Şimdilik şu iki hatırlatmayı yapmakla yetinelim:

1) Onu güçsüz, önemsiz, şunun bunun taşeronu, hatta yok hükmünde görüp göstermek isteyenler esas olarak El Kaide’ye çalışmaktadırlar.

2) El Kaide’nin tarihini, kendisini kullandığını sananları kullanmak olarak özetleyebiliriz. ABD’nin, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın durumu ortada. Yani Ahmet Şık’ın deyişini buraya uyarlayacak olursak: El Kaide’yi kullanmaya kalkan yanar.

Yazının devamı...

Üç soruda katliam

- Askeri rejim bu katliama nasıl cüret edebildi?

Bu soruyu birkaç açıdan cevaplamak mümkün.

1) Öncelikle, askeri darbe ile katliam sözcükleri birbirlerine çok yakışıyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde değişik zamanlarda askeri darbeyle işbaşına gelen zalimlerin tereddütsüz bir şekilde kendi halklarını katletmiş olduklarına şahit olduk. Dolayısıyla şaşıracak pek bir şey yok.

2) General Sisi ve arkadaşlarının, gerek Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirip yönetime el koymalarına, gerekse 8 Temmuz sabahı Kahire’de Cumhuriyet Muhafızları Kışlası önünde gösteri yapan Mursi yanlılarına yönelik katliama karşı ciddi bir uluslararası tepkiyle karşılaşmamış olmaktan cesaret aldıklarını söyleyebiliriz. Hatta tam tersine, özellikle Suudi Arabistan, Kuveyt gibi Körfez ülkeleri hem diplomatik, hem mali destekte bulundular.

3) Darbecilerin arkalarındaki geniş toplumsal desteğe güvendikleri de ortada. Ordunun daha Mursi göreve gelir gelmez çeşitli muhalif unsurlarla eşgüdümlü çalıştığı ve darbenin toplumsal zeminini oluşturduğu uluslararası medya tarafından ortaya çıkarıldı. Darbenin, Mursi karşıtı kalabalıkların Kahire’de Tahrir Meydanı’na çıkmasının ardından gerçekleştiğini de biliyoruz. General Sisi’nin, tam da katliamın olduğu gün kendi destekçilerini sokağa çağırmış olması da herhalde rastlantı değildir.

4) Darbe karşıtlarının, başta Müslüman Kardeşler (İhvan) olmak üzere İslami hareketlerle sınırlı kalması, toplumun diğer kesimlerinin Kahire’deki Adeviyye Meydanı başta olmak üzere direniş alanlarına pek rağbet etmemesi de darbecileri daha cüretkâr kılmış olabilir.

- Askeri rejim neden katliama başvurdu?

Darbe Mısır’da varolan sorun ve krizleri çözmedi, tam tersine yeni ve daha ciddi krizlere yol açtı. Darbe sonrasının ana krizini şöyle özetleyebiliriz: Müslüman Kardeşler Mursi’nin devrilmesini haklı olarak gayrımeşru gördüler ve geçici olduğu söylenen yönetimle herhangi bir şekilde ilişkiye girmeye yanaşmadılar. Onların ilk şartı olan Mursi’nin serbest bırakılmasını da askerler kesinlikle kabul etmedi. Öte yandan İhvan’ın yer almadığı bir sürecin Mısır’a istikrar getirmesi de kesinlikle imkansızdı.

Askerler Mursi dışında İhvan’ın önde gelen isimlerini tutuklayıp (veya tutuklama kararı çıkartıp) bu hareketi zayıf düşürmeyi, hatta doğacak otorite boşluğunda parçalamayı planladılar, ama başarılı olamadılar. Zaten uluslararası destekten yoksun, toplumun bir bölümüyle arası açık ve medya tarafından yoksayılan (darbeciler ilk iş olarak İhvan yanlısı ve yanlısı olabilecek medya kuruluşlarını kapatmışlardı) Mursi yanlılarının direnişlerini uzun süre ve etkili bir şekilde sürdürebileceklerini de tahmin etmiyorlardı. Ama yanıldıklarını anladılar.

Aslında 9-14 Temmuz günlerinde yerinde gözlediğim Adeviyye Meydanı’ndaki direnişin Kahire’de yaşamı ciddi anlamda engellediği söylenemez. Bu direnişin askere çok ciddi bir meydan okuma olmadığı da aşikâr. Ama her geçen günde İhvan’da değil de kendilerinde bir otorite zaafının ortaya çıkmasının darbeci askerleri paniğe sevk ettiği anlaşılıyor. İşte son katliamı, askerlerin direnişçilere karşı zulümden başka cevapları olmadığı şeklinde okuyabiliriz.

- Bundan sonra ne olur?

Normal şartlarda daha darbenin üzerinden bir ay bile geçmeden iki ciddi katliam yaşanmış olmasının askeri rejimi ve darbecileri hayli zor durumda bırakması gerekirdi, fakat ne uluslararası toplulukta, ne de darbeye sıcak bakan toplumsal kesimlerde bir infial havası görmek mümkün değil. Kuşkusuz, başta İslam dünyasında olmak üzere, katliama yönelik tepkilere tanık oluyoruz, olacağız ancak bunların askeri rejimi sarsması şu aşamada mümkün gözükmüyor.

Dolayısıyla Mısır’ın geleceğini esas olarak, İhvan başta olmak üzere darbe karşıtı hareketler ve Mısırlılar belirleyeceğe benziyor. Burada yine karşımıza aynı soru çıkıyor: İhvan, darbecilerin zulmüne karşı silaha sarılır mı? Mısır’dayken görüştüğüm darbe karşıtlarının hemen hepsi, silahın bir “tuzak” olduğunu, asla meşru direnişin dışına çıkmayacaklarını söylemişlerdi. Son katliamın ardından, bu çizgide ısrarın daha da zorlaştığı açık, ancak İhvan’dan gelen ilk açıklamalar, yine bir yöntem olarak şiddete asla başvurmayacakları yolunda.

Dolayısıyla askerlerin katliam yoluyla darbe karşıtlarını pes ettiremeyecekleri anlaşılıyor. Diğer bir deyişle Mısır’daki siyasi kriz, daha da derinleşerek sürüyor ve askerler geri adım atmazsa daha da süreceğe benziyor.

Yazının devamı...

Rojava: Türklerin kuzeyi, Kürtlerin batısı

Kürtler bu bölgeye “Rojava”, yani “batı” diyor, diğer bir deyişle “Batı Kürdistan” veya “Suriye Kürdistanı”. Bizdeyse tıpkı bir zamanlar Irak Kürdistanı için tercih edildiği gibi, “Kuzey Suriye” veya “Suriye’nin kuzeyi” tamlamaları kullanılıyor. Bundan bir yıl önce Rojava’da, Abdullah Öcalan ve PKK çizgisine yakın olan PYD adlı örgüt bazı yerleşim birimlerinde hâkimiyetini ilan edince Türkiye’de tam bir şok yaşanmıştı. Öyle ki, bir süredir hazırlanmakta olan ve Öcalan’ı merkeze alan “çözüm süreci”ne bu nedenle erken start verildiği ileri sürüldü. Bugün Rojava yine, bu sefer PYD’nin askeri kolu olarak görünen YPG ile Nusra Cephesi ve diğer radikal İslamcı gruplar arasındaki çatışmalar nedeniyle gündemde.

Bu yazıda, an itibariyle YPG’nin daha baskın göründüğü bu çatışmaları üç farklı açıdan ele almak ve yol açabileceği sonuçları tartışmak istiyoruz:

Kürtlerin birliği: El Kaide çizgisine yakın muhalif grupların saldırıları ilk aşamada Suriye Kürtlerini bir araya getirdi. Serekaniye’de (Resulayn) gösterdiği performans nedeniyle YPG’ye çok yoğun katılımlar olduğu söyleniyor. (Bu konuda Mutlu Çiviroğlu’nun şu yazısında ayrıntılı bilgiler var: http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/turkiyenin-dostu-komsu-kurdistanlar-28470 )

Rojava’daki çatışmalar, son yazımızda (http://www.rusencakir.com/Kurtler-birlesirken/2067 ) da vurguladığımız gibi diğer ülkelerdeki Kürtleri de seferber etti. Buralarda yürütülen kampanyalardan Rojava’nın bir tür “Kürtlerin Filistini” hâline geldiğini görüyoruz. Sayıca en az oldukları Suriye’de bile bu denli inisiyatif almaları Kürtlerin bölgede artık kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız bir aktör olduğunu kanıtlıyor. Baas/Esad rejimi ister yıkılsın, ister yıkılmasın, Kürtlerin bundan böyle Suriye’de belli ve güçlü bir statüye sahip olacaklarını söyleyebiliriz.

Baas/Esad rejiminin geleceği: Rojava’daki çatışmaların en çok Şam yönetimini memnun ettiği muhakkak. Bu yüzden bazı Suriyeli muhalifler PYD’yi Esad ile işbirliği yapmakla suçlayabiliyorlar. Ancak bu abartılı bir suçlama gibi gözüküyor. Çünkü PYD, Şam ve muhalif gruplardan bağımsız “üçüncü bir yol” tutturma iddiasında. Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) içindeki (ve hâlen çatıştığı) radikal İslamcı unsurları gerekçe göstererek katılmayı reddediyor. Yani El Kaide çizgisindeki güçler dışlanırsa Kürtlerin muhalefete yakınlaşması mümkün olabilir ancak Suriye muhalefetinin birçok bileşeni ve onlara destek veren bazı bölgesel güçler bu seçeneğe (en azından şimdilik) sıcak bakmıyorlar. Sonuç olarak YPG ile radikal İslamcı gruplar arasında şu ya da bu şekilde barış olmazsa Esad’ın memnuniyetinin katlanarak artacağı muhakkak.

Türkiye’nin güvenliği: Rojava’da PYD/YPG’nin öne çıkmasının Ankara’yı hayli tedirgin ettiği açık. Öncelikle, sınırında yeni bir Kürt devlet oluşumunun Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ihlal anlamına geleceği vurguları dikkat çekiyor. Ancak hükümeti esas olarak, bu çatışmaların Baas/Esad rejiminin ömrünü uzatacağı gerçeğinin kaygılandırdığını düşünüyorum. Ankara’dan şu ana kadar hep PYD/YPG’ye yönelik uyarı ve gözdağlarının gelmiş olması, buna karşılık El Kaide’ye yakın silahlı gruplara pek laf edilmemesi de dikkat çekici. Öte yandan kendi ülkesinde Öcalan’ı ve dolayısıyla PKK’yı merkeze alan bir çözüm süreci yürüten hükümetin, Suriye’de Öcalan/PKK çizgisindeki yapılarla hasmane ilişkiler içinde olması garip. Eğer Türkiye’deki çözüm süreciyle Rojava’daki Kürt inisiyatifi arasında belli bir koordinasyon sağlanabilirse, Ankara’nın birçok endişesinin giderilebileceğini söyleyebiliriz.

PYD/YPG ile El Kaide’ye yakın gruplar arasındaki çatışmaların Batı’da yol açtığı ve açabileceği sonuçlara bir başka yazıda değinmek üzere.

Yazının devamı...

Kürtler birleşirken: Risk mi fırsat mı?..

İran Kürtleri hala bir “muamma” olarak dursa da, önce Irak, ardından Türkiye ve Suriye’de yaşananlarla birlikte Kürtler bağımsız bir aktör olarak bölge sahnesinde rol almaya hazırlanıyor.

Bundan birkaç yıl önce, Beşşar Esad henüz “Esed” değilken, yani Türkiye ile çok iyi ilişkiler içindeyken, sıklıkla yaptığı gibi Türk basınına “özel” bir söyleşi vermiş ve birçok gazete de o sırada ülkemizde “Kürt açılımı” yaşandığı için onun Kürt sorunu konusunda onun Ankara’ya verdiği öğütleri başlığa çıkarmıştı.

Kendi ülkesindeki Kürtlerin çoğuna vatandaşlık hakkı bile tanımayan bir kişinin komşusuna bu konuda ahkam kesmesi tabii ki garipti ama hiç de yabancısı olduğumuz bir durum değildi çünkü tarih boyunca Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yöneticiler kendi Kürt sorunlarını görmezden gelip diğer ülkelerdeki Kürtlerle yakından ilgilenmeyi ihmal etmemişlerdi. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri hiç kuşkusuz Beşşar’ın babası Hafız Esad’ın yıllarca PKK’ya hamilik yapmış olmasıdır. Öte yandan gerek Şahlık, gerekse İslam cumhuriyeti dönemlerinde İran devletinin Irak’taki Kürtlerin bazılarına destek verdiği, buna karşılık Irak’taki Baas rejiminin de İranlı Kürt gruplara el uzattığı biliniyor.

Bölgemizin yakın tarihi, Ankara, Tahran, Bağdat ve Şam’daki yöneticilerin Kürtlerin kendi ayakları üzerinde durma ihtimali ortaya çıktığında aralarındaki sorunları nasıl bir kenara bırakıp ortak taktik ve stratejiler geliştirdiklerinin örnekleriyle de doludur. Bunun sonucunda Kürtler hep yalnız, kaybeden, acı çeken taraf olmuştur.

Kürtlerin Filistini: Rojava

Ancak 21. yüzyılla birlikte Kürtlerin bu kısır döngüyü kırmaya başladıklarına tanık oluyoruz. Her ne kadar İran Kürtleri bir “muamma” olarak dursa da, önce Irak, ardından Türkiye ve nihayet Suriye’de yaşananlarla birlikte Kürtler bağımsız bir aktör olarak bölge sahnesinde rol alıyor. Kürtlerin çatışma, çekişme, rekabet gibi eski alışkanlıkları bir kenara bırakıp birbirleriyle dayanışma içine girmeleri, hatta birlik yolunda inisiyatifler geliştirmeleri özellikle dikkat çekiyor.

Konuyu açmak için şu günlerde yaşanan iki örneği ele alalım:

1) Yıllardır dile getirilen ama hep bir engele takılan “Kürt Ulusal Konferansı” çok geçmeden gerçekleşeceğe benziyor. Irak Kürdistanı’nın Selahaddin kentinde yapılan ve 4 saat süren hazırlık toplantısına Mesut Barzani, Başbakan Neçirvan Barzani, KCK Yürütme Konseyi üyeleri Sabri Ok, Zeki Şengali ve Ronahi Serhat, DTK Eş Başkanı Ahmet Türk, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Politbüro üyeleri Sadi Pira ve Adnan Müfti, PYD (Suriye) eş başkanları Salih Muslim ve Asya Abdullah ile birçok parti ve sivil toplum kuruluşu temsilcisi katıldı. Toplantıda “Kürt ulusal konferansı” için hazırlık komitesi kurulması kararı alındı.

2) Suriye’de Kürtlerin yaşadığı ve “Rojava” diye adlandırılan bölgede çok sıcak çatışmalar yaşanıyor. Bir tarafta PKK’ya yakın olarak bilinen PYD’nin çizgisindeki YPG (Halk Savunma Birlikleri) adlı Kürtlerin askeri örgütlenmesi, diğer tarafta El Kaide çizgisine yakın bazı İslamcı gruplar. İlkin Serekaniye’de (Resulayn) başlayan giderek tüm Rojava’ya yayılan çatışmalar üzerine önce Suriye Kürtleri arasındaki ayrılıklar rafa kalktı. Ardından PKK’ya ek olarak Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi de Suriye Kürtlerine yardım için hazır olduklarını açıkladı. Bütün bunlar Rojava’nın tüm Kürtler tarafından bir tür “Filistin” olarak görüldüğü yolundaki tespitlerin isabetli olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin tavrı

Son yıllarda peş peşe yaşanan gelişmeler ışığında bölgemizde artık dört ayrı ülkenin Kürt sorunlarına ek olarak ortak bir “Kürdistan sorunu”nun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. İşte Türkiye başta olmak üzere bu 4 ülkenin geleceği bu Kürdistan sorununda neyi nasıl yaptıkları tarafından belirlenecek.

Geçen yıl, “yeni İmralı süreci” başladıktan kısa bir süre sonra kaleme aldığımız bir yazıda (http://www.rusencakir.com/Kurdistan-sorununun-figurani-degil-basrol-oyuncusu-olma-firsati/1917) “Eğer PKK’nın silahsızlandırılması ve Kürt sorununun barışçı çözümü mümkün olabilirse Türkiye ‘Kürdistan sorunu’nun baş aktörü olabilir” demiştik.

Sürecin bir yıllık bilançosunu çıkartmaya kalktığımızda artı hanesine çok fazla şey yazamamanın burukluğunu yaşıyoruz. Buna karşılık sürece yönelik eleştiri, itiraz ve muhalefet her geçen gün artıyor ve öne çıkıyor. Öyle ki Suriye Kürtlerinin radikal İslamcı gruplar karşısında elde ettiği başarılar ülkemizde bazı kesimlerde infiale neden olabiliyor ve o hep bildiğimiz “sınırımızda Kürt devlet oluşumu kırmızı çizgimizdir” söylemi yeniden devreye sokuluyor.

Halbuki Türkiye, Suriye ve Irak’ta (yakın gelecekte de İran’da) Kürtlerin güçlenmesi Ankara için bir krizden çok fırsat olarak görülmeli. Zira siyasi iktidarın hem Irak Kürtleri, hem de Abdullah Öcalan ile sistemli ve iyi ilişkileri mevcut. Öcalan aracılığıyla Suriye’de PYD’ye ulaşmak da çok kolay.

Eğer hiçbir anlamı kalmamış “kırmızı çizgi” saplantısından sıyrılıp bu ilişkiler temelinde tüm Kürtlerle yoğun ve sistemli bir işbirliğine gidilirse hem Kürtler, hem Türkler kazanır. Çünkü Kürtlerin kendi ayakları üzerinde durmaları ve birlikte hareket etmelerini engellemek artık kesinlikle mümkün değil.

Yazının devamı...

Hem Hz. Ali’yi, hem Alevileri “oldukları gibi” sevebilmek

27 Mart 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin (RP) İstanbul (Recep Tayyip Erdoğan) ve Ankara’da (Melih Gökçek) büyükşehirler başta olmak üzere çok sayıda belediye başkanlığını kazanması Türkiye için tam bir dönüm noktası olmuştu. Öyle ki 27 Mart gecesinden itibaren büyük bir panik başladı ve RP’li belediyelerin yaşam tarzlarına müdahale edeceği kaygısı taşıyan bazı topluluklar, çoğunlukla faks üzerinden “dayanışma ve direniş ağları” örgütlemeye koyuldular. Bunların arasında bir yıl önceki Sivas katliamının acısını hâlâ taşımakta olan Aleviler de bulunuyordu. Bir süre sonra zabıtalar Üsküdar’daki Karacaahmet Dergahı’nda başlatılan inşaatı kaçak olduğu gerekçesiyle yıkmaya kalkınca Aleviler kaygılarında haklı çıktıklarını düşündüler. Halbuki Erdoğan zabıta müdahalesinin böylesi bir siyasi sonuca yol açacağını düşünmemişti. Ortaya çıkan tepkiler üzerine olayı soğutmaya çalıştı ve Alevilere zeytin dalı uzatmak için o meşhur sözü söyledi: “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim!”

O tarihlerde Milliyet’te çalışıyordum. Rahmetli Hikmet Bila’nın isteği üzerine, 1995 Temmuz ayının başlarında, fotoğraflarını Manuel Çıtak’ın çektiği “Alevi hareketi” başlıklı bir yazı dizisi hazırladım. Görüştüğüm birbirinden farklı Alevi aydın ve önderine Erdoğan’ın sözlerini de sordum ve ezici bir çoğunluğunun bu sözden hoşlanmadığını, hatta rahatsız olduğunu gördüm. Bu gözlemlerden de hareketle “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim!” sözünün “Alevi kimliğini inkarın en veciz ifadesi” olduğunu yazdım. Erdoğan da Yeni Şafak Gazetesi’ne yaptığı açıklamada beni “kötü niyetli” olmakla suçladı.

4X4 farkı

O günden bu yana çok şey değişti ancak yaklaşık 10 yılı aşkın süredir başbakanlık yapan Erdoğan’ın Aleviliğe bakışı değişmedi. Tek bir farkla: O sözün son bölümü “4X4 Aleviyim” oldu.

Erdoğan’ın bu sözde ısrar etmesinin esas nedeni, tepki, eleştiri ve uyarılara aldırmayıp, bunun gerçekten Alevilerin hoşuna gittiğini düşünüyor olması gerek. Halbuki bu sefer de birbirinden farklı Alevi şahsiyet, vakit geçirmeden bu sözden duydukları memnuniyetsizliği dile getirdiler. Erdoğan’a soğuk bakmayan bazı Alevilere sorduğumda da “Maalesef Başbakan hâlâ Aleviliği anlamıyor” cevabını aldım.

Erdoğan’ın o sözüne ilk tepki genellikle “Alevilik tabii ki Hz. Ali’yi sevmekten ibaret değil” oluyor. Ancak o sözün en temel problemi Aleviliğin ne olduğunu dışardan tanımlama iddiasına sahip olması. Halbuki hükümetin düzenlediği Alevi çalıştaylarının nihai raporunda da amacın “Aleviler kendilerini nasıl algılıyorsa o doğrultuda geçerli olabilecek yeni bir tanınma biçimini hayata geçirmek” olduğu belirtilmiş durumda. Yani Aleviliğin ne olup ne olmadığını belirlemek Alevilerin işidir.

Yeniden Alevi açılımı

Bu noktada Alevilerin kendi aralarında bir görüş birliğine sahip olmaması gerçeği karşımıza çıkıyor. Evet, Aleviler arasında Aleviliğe birbirine taban tabana zıt anlamlar yükleyenler var, ancak Alevi olmayanların bu durumdan istifade ederek Aleviliğin ne olduğunu belirlemeye kalkmaları da doğru değil. Özellikle siyasi iktidarın Aleviler arasındaki yorum farklılıklarında tarafsız kalması, Sünniliğe yakın gördüğü bazı yorumları kayırmaktan vazgeçmesi şart.

Hükümetin yarım kalan Alevi açılımını yeniden başlatmak istediğini biliyoruz ki bu iyi bir haber. Ancak açılıma elverişli bir zeminin oluşması için siyasi iktidarın Alevi kimliğini tanımlama yerine, Alevilerin talep ve beklentilerini yerine getirmeye çalışması gerekiyor. Bu bağlamada hükümet, üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesine Alevilerin itirazlarını ciddiye almalı.

Başbakan’ın da, Aleviliği Hz. Ali sevgisiyle sınırlama ısrarından vazgeçmesi, Aleviliğe saygı duyduğunu, Alevileri “oldukları gibi” sevdiğini, onların inandıkları gibi yaşamaları için elinden geleni yapacağını söylemesi gerekiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.